fluvoxamine generique plaquenil ivermektin fluvoxamine chloroquine seretide inhaler seretide rotacaps seretide serevent serocryptin seromycin serophene seropram seroquel servambutol servanolol servicillin serviclofen servispor servitet silagra sildalis sildenafil silvitra simcora simvasine simvast sinemet cr sinemet sinequan singulair sirdalud skinoren smap sortis spersanicol spiroctan sporanox starlix stocrin strattera stromectol suhagra force suhagra sumycin super avana
     

0
Start Giriş Üye Ol üyeler ((( RAVDATe@m))) Arama
Toplam Kategori: 69 *** Toplam Konu: 30100 *** Toplam Mesaj: 148193
Forum Anasayfa » Arama Sonuçları

11 Sonuç - Yeni Arama
Sayfa (1): (1)
Ekleyen Mesaj
Konu: ŞAŞKIN NURSUZLAR
kiyam_mesalesi su an offline kiyam_mesalesi  
ŞAŞKIN NURSUZLAR
14 Mesaj -

17- “Onların (münafıkların) durumu, ateş yakın kimsenin durumuna benzer. Ateş çevresindekileri aydınlatınca, Allah onların ışığını giderip kendilerini karanlıklar içinde, çevrelerini görmez bir durumda bıraktı.”
18- “Onlar sağırlar, dilsizler, körlerdir. Bu yüzden geri de dönmezler.”



“Düşman meçhul olduğu zaman daha zararlı olur. Kandırıcı olursa daha habis (fena) olur. Aldatıcı olursa fesadı daha şedid (şiddetli) olur. Dâhili olursa zararı daha azim olur. Çünkü dâhili düşman kuvveti dağıtır, cesareti azaltır. Harici düşman ise bilakis asabiyeti şiddetlendirir, salâbeti (dayanıklılığı) artırır. Nifakın (münafıklığın) cinayeti İslam üzerine pek büyüktür. Âlem-i İslam’ı zelzeleye maruz bırakan nifaktır. Bunun içindir ki Kur'an-ı Azimü’ş-şan, ehl-i nifaka fazlaca teşniat ve takbihatta bulunmuştur. (fenalık ve kötülüklerini i’lan etmiştir.) (İşaretü’l İ’caz / Risale-i Nur Külliyatı C.2 syf: 1190)

Yüce Rabbimiz yukarıdaki ayetlerde verdiği müthiş örnekle münafıkların durumlarını ve halet-i ruhiyelerini bize öğretmektedir. Bilindiği gibi öğretimde misal ve örneklendirmenin faydası ve tesiri pek çoktur. Getirilen örnek ne kadar güzelse tesir ve faydası da o nispette artmaktadır. Hatta bazen insan çok muğlâk ve derin akli meseleleri güzel bir örnekle görüyormuşçasına anlayıp kavrar.

Üzerine karanlık çöken her insan karanlığı kaldırıp etrafını aydınlatacak bir ışığa ihtiyaç duyar. Ve bunun için bir ateş yakmak ister. Ancak buna kimisi muvaffak olur kimisi ise olmaz. Ateşi yakmaya muvaffak olanların kimisi ateşin değerini bilir, sönmemesi ve ondan sürekli olarak istifade edebilmesi için elinden gelen bütün tedbirleri alır, ona sürekli göz-kulak olur ve sönmemesi için de yakacaklarla onu besler. Kimisiyse ateşi umursamaz, değerini yeterince bilmez, ona bahşedilen bu fırsatı değerlendirmez, gaflete düşer, tembellik eder, ateşini yakacaklarla beslemez. Bir de bakar ki ateşi sönmüş, karanlıklar içinde ışıksız kalmış ve hiçbir şey görülmez olmuş. Işığa alışmış olan bir insanın, ışık birden bire sönünce ne kadar sıkıldığı malumdur. Hele işi olur ve etrafından da emin olmazsa işi ve korkusu nispetinde telaş ve sıkıntısı artar.

İşte aynen bunun gibi kalbine küfür karanlığı çöken veya başlarına tağuti (gayr-i İslami) bir yönetim geçirilen ve zalimlerin pençesinde kendini yalnız hisseden her insanın ruhu, kalbi ve aklı- farkında olsun veya olmasın- mutlaka iman nurunu, İslam yönetimini ve Müminlerden müteşekkil bir cemaati istemekte ve aramaktadır. İnsan İslam fıtratı üzerine yaratılmıştır. Dolayısıyla -farkında olsa da olmasa da- fıtri olarak İslam’ı aramaktadır. İslam dışında başka bir şey onu tatmin etmez. İnsanın sahip olduğu akıl, kalp, ruh ve sair duyu ve melekelere çöken karanlığı İslam’dan başka bir şey dağıtıp aydınlatamaz, karanlık karanlıkla dağıtılmaz. Bilakis daha da katmerleştirir. Parlatıcı cilalar, sahte yaldızlamalar, batıl felsefeler ve zamanı geçmiş muharref dinler İslam’ın yerini tutamaz. Çünkü insanı yaratan Allahu Teâlâ onun için sadece İslam’ı ışık ve nur kılmıştır. İslam’ın dışında başka bir şey peşinde koşanlar yanlışlıkla karanlıklar peşinde koşuyorlar.

Bilinçli veya bilinçsiz olarak İslam’ın nurunu arayan ve ateşini yakmak isteyen bu insanlardan bazılarına Allahu Teâlâ şartları oluşturduğu halde onlar, nefsanî istek ve hırsların veya insi ve cinni şeytanların onlara galip gelmesi sebebiyle oluşturulan şartlardan ve imkânlardan istifade etmezler ve içinde bulundukları küfür karanlığında yaşamaya devam ederler.

Bazı insanlar da oluşturulan şart ve imkânlardan fırsatı kaçırmadan hemen istifade etmeye başlarlar; iman ederler, Müslüman’ca yaşarlar, İslam cemaatiyle beraber hareket ederler. Bunu ilahi bir lütuf olarak görürler. Allahu Teâlâ’nın kalplerinde yaktığı nurun sönmemesi için gece gündüz dikkatli davranırlar, farz ve sünnetlerden müteşekkil değişik ibadetlerle beslerler. Ta ki ebedi istirahatgahlarına ulaşırlar. Bundan daha güzel bir lütuf yoktur. Rabbimiz bize de ihsan etsin (âmin)

Kimi insanlar da vardır ki zayıf iradelidirler, tembeldirler, korkaktırlar, nimetlerin değerini bilmezler, daima ucuz ve kolay olana taliptirler ve hiçbir şeye tam olarak karar vermezler. Verseler de sebat etmezler. Sebat etseler de muhalif ve zıt olan hiçbir fikre ve düşmana karşı tavır koyamazlar, her rüzgâra karşı eğilir ve her renge girerler. Arada bocalayıp daima iki yüzlülük ederler. İşte bu özelliklerinden dolayı oluşturulan şartlardan, imkânlardan ve İslami ortamdan ve nurdan tam olarak istifade etmezler. Ya zahiren Müslüman olur, Müslüman görünür ve dünyada bundan istifade etmeye çalışırlar. Veya samimi bir şekilde iman ederler ve İslam’ı yamaya çalışırlar. Fakat ahlaki yapılarından dolayı onlara bahşedilen nurun kıymetini bilmeyip ömürlerini gafletle geçiririler ve ibadetlerle imanlarını beslemezler. Böylece gittikçe kalplerindeki iman nuru zayıflar, cesaretleri kırılır ve şer güçlere karşı Müslüman’ca bir tavır gösteremez duruma gelirler. İnsi ve cini şeytanlar kalplerine ve evlerine nüfuz ederler; kalpleri ve evleri şeytanların yuvası haline gelir. Allahu Teâlâ da onları cezalandırıp kalplerinde yaktığı iman nurunu onlardan alır. İlahi nur gidince kalpleri küfrün zifiri karanlıklarına gömülür. Artık kâfir ve inançsızdılar. Fakat zikredilen ahlaki yapılarından dolayı Müslümanlara karşı gerçek yüzlerini ve kimliklerini ortaya koyma cesaretini gösteremezler. Her nabza göre uygun şerbet vererek dünya işlerini yürütmeye çalışırlar.

Sağırdırlar. Nifakın derin çukuruna düşen bu tip insanlar artık sağırdırlar. Bunlar her sesi duyarlar; ama sadece hakkın sesini duymazlar. Her söz onlar için önemlidir. Malayani (boş) ve nefsanî seslerin müşterileridirler; onları duyarlar. Yanlarında hak sesin önemi hiç olmadığı için duymazlar. İnsanın önem vermediği ve alışageldiği sesleri duymadığı malumdur. Hakkın ninni ve nakaratlarıyla büyüyüp araya giren birçok nefsanî oturumlardan dolayı o sese önem vermeyen ve candan dinlemeyenler zamanla hakkın sesine karşı sağır hale gelirler. Bütün dünya duysa bile onlar duymazlar. İslam’ın gür sesini dünyanın en uzak ülkelerinin ve kulakları İslam’a en kapalı insanların bile duyması, ondan etkilenip kitleler halinde Müslüman olmaları buna karşın yerli münafıkların İslam’ın bu gür sesini duymamaları, ondan etkilenmemeleri ve küfürde asli kâfirleri bile geçmeleri bunun en bariz kanıtıdır.

Laldırlar. Kimi insanlar vardır ki bazı kelimeleri veya harfleri söyleyemiyorlar. Bunlar ise hakkı ve doğruyu söyleyemiyorlar, ışık veremiyorlar. Söndürülmüş lamba ışık vermez. Kömür etrafına kirden başka bir şey saçmaz. Kap ancak içindekini akıtabilir. Bu insanlar gece-gündüz hevai ve nefsanî şeyler konuşabiliyorlar ancak hakka ve İslam’a dair konuşmaya gelince lal kesiliyorlar.

Kördürler. Bazı renk körleri veya yarasanın gündüz görmemesi gibi bunlar da hak ve doğruluk körüdürler. Basarları (gözleri) varsa da basiretleri yoktur. Basar fotoğraf çeker, film çeker ve istihbarat toplar. Asıl tahlili yapan, tehlikeleri sezen, hastalıkların tespitini koyan ve reçetesini sunan ise basirettir. Basiret kör olduktan sonra basarın görmesi fazla bir şey ifade etmez. Ebedi kurtuluşun yolunu tespit eden, binlerce batılın ve yanlışın içinde hak ve doğruyu tespit eden basirettir. Basiretin nuru da iman ve salih ameldir. Münafıklar bunları kaybetmekle basireti de kaybetmişlerdir. Bu sebepler sadece maddeyi görebiliyorlar. Faniye tapıyorlar ve hep dünya menfaatlerinin arkasında koşuyorlar. Maneviyata, baki olana ve ahirete ait olan şeylere karşı ise kördürler. Bunlara talip olan Müminleri budala olarak görürler. Olmayan bir şeye talip olduklarını ve faydasız bir hayat yaşadıkların zannederler.

Medine-i Münevvere’nin münafıkları, Hz. Resulullah aleyhissalatu vesselam’ın binlerce güzel ahlakını, iyiliğine, meziyetlerini ve Kur'an’la beraber yüzlerce mucizesini görmedikleri gibi bugünkü münafıklar da Kur'an-ı Kerim gibi mucizevî bir kitabı, Kur'an’ın tefsiri ve beşeriyetin tek gerçek hayat programı, rehberi olan sünnet-i seniyyeyi ve binlerce mücessem hakikatler olan İslam âlimlerinin, dâhilerinin kitap ve eserlerini göremiyorlar. Fakat denizlerin ötesinde olan batılıların küflenmiş, hiçbir ilmi değeri ve gerçek hayatta hiçbir faydası olmayan kitaplarını görebiliyorlar ve gece-gündüz boş beyinlerini onlarla dolduruyorlar. Hiç keşfedilmemiş ve sadece onlara nasip olmuş bir elmas definesi gibi onlarla avunuyor, anlatıyor ve asıl sahiplerine bile satmaya çalışma komikliğine bile düşebiliyorlar. Kâfirlerin riyakârane yaptıkları en ufak iyiliklerini görüyor, onlarla aldanıyor, onlara tutunuyor, onunla onları öve öve bitiremiyor ve kraldan daha kralcı kesiliyorlar. Fakat Müslümanların dünya büyüklüğündeki binlerce iyilik, hayır ve salih amellerini göremiyorlar. Görseler de olumsuz olarak görüyorlar; ya onlardan bahsetmezler veya çirkin yorumlarıyla çirkin suretlere sokarlar ve öylece anlatırlar.

İsrail’de, İngiltere’de, Amerika’da... patlayan bir bombayı görüyor, kınıyor, yapanları vahşi addediyorlar. Haftalarca üzüntü mesajları/yazıları yayınlıyorlar. Ancak baştanbaşa İslam âleminin işgalini, milyonlarca Müslüman evlatların mürtetleştirilmesini, Irak’a, Filistin’e, Afganistan’a, Çeçenistan’a… yağdırılan soykırım bombalarını görmüyorlar. Ya hiç bahsetmiyorlar veya haklı ve meşru bir savaş olarak nitelendirip bu vahşetleri sergileyenlere her türlü hizmeti sunmaktan bir an olsun geri kalmıyorlar.

İşte nifakta bu derekeye düşen münafıkların aklı, esfel-i safiline varmadan başlarına gelmez, derin gafletten uyanmazlar. Hidayete yeniden dönmeleri söz konusu değildir

.

Allahu Teala bizleri ve bütün Müslümanları kâfirlerin ve bu tür münafıkların şerrinden korusun. (Âmin)


Ekleme Tarihi: 30.08.2008 - 12:19
kiyam_mesalesi üyenin diğer mesajları kiyam_mesalesi`in Profili kiyam_mesalesi Özel Mesaj Gönder Sayfanın başına dön
Konu: ‘MALUM GÜRUH’UN HAFAKANLARI
kiyam_mesalesi su an offline kiyam_mesalesi  
‘MALUM GÜRUH’UN HAFAKANLARI
14 Mesaj -

Baştan söyleyeyim: malum güruhu dışarıdan değerlendiren, kendilerine yabancı biri değilim. Bilakis bizden birileri oldukları zannıyla kendilerine yönelmiş ve bir yıl boyunca dakika dakika “küçük dünya”larının atmosferini solumuş bir kimseyim.

Yine kendilerine yöneldiğimde bugün sahip olduğum menfi düşünce ve kanaatlere de sahip değildim. O dünya vesilesiyle rabbime yakınlaşacak ve nurlarda mesafe katedecektim. Yanılmışım… İyi niyetimde yanıldığımı başkaları değil onlar gösterdi.

Her şeye rağmen iyiniyet ve kardeşlik hukukunu muhafaza etme adına en azından sessiz kalmak ve aleyhlerinde bulunmamak kanaati doğrultusunda karar vermiştim ki bu kanaatimde de yanıldığımı bilakis malum güruh’un kardeşlerimin koynuna saldığı yılana karşı kardeşlerimi uyarmam gerektiğini bana ders verdiler.

İşte bu yazı malum güruh’un hezeyan ve hafakanlarını, yaşamış birinin zaviyesinden masaya yatıracak ve bu kişi bir kısım iyi niyetli kardeşlerine karşı sorumluluğunu ifa edecektir. Zira “Mü’min mü’minin aynasıdır” ondaki kusur, eksiklik ve yanlışlıkları ona yansıtmakla mükelleftir. Yine “Hakiki iman eden kimse kendisi için istediğini kardeşi için de isteyendir.” Biz kendimiz için o tür hezeyan ve hafakanlarla sersemleşmeyi istemediğimiz gibi halen sersemleşmemiş kardeşlerimiz için de istemeyiz.

Daha fazla israf-ı kelam etmeden malum güruh’un hafakan ve hezeyanlarını şehadet aynasından yansıtalım:

Birincisi; malum güruh amacını Türklüğe ve Türk milliyetçiliğine “hizmet” olarak tayin etmiş, olumsuzlukların bir kısım şahıslardan kaynaklandığını kabul etmekle beraber Türk ve Türkçü devlet ve iktidar yapısını kutsamıştır. Türk MİT’i kutsal, Türk Ordusu kutsal, Türk Polisi kutsal binaenaleyh devlet kutsaldır.

İkincisi; malum güruh bu topraklarda ve tüm topraklarda dinin bir örf ve anane olarak amaca (haşa) meze yapılmasından yanadır. Bu yüzden dini ve dindarları kullanmak pek tabii ve gerekli olarak görülmektedir.

Üçüncüsü; malum güruh “İslam hizmetkarı, Müslüman, mücahid” bilinmekten ve görünmekten şiddetle sakınır. Ancak mütedeyyin kimseleri hizmet saflarına, örgüte, kazandırabilmek için dini ve dini tabirleri kullanmak gerekirse kullanmaktan perva etmez. Ancak dine alerjisi olanlara karşı dindarlığı ve dini tabirleri kesinlikle tasvip etmez. Onların moda kavramları ve inançları “milliyetçi, demokrat… vs”dir.

Dördüncüsü; malum güruh dünyayı ondan ibaret sandığı “küçük dünyam”lara insanları hapseder ve özellikle de İslam dünyası denen dünyayı, örgüte katma atakları dışında, yok sayar. Dergiyse, gazeteyse, TV’yse, radyoysa, okulsa, kolejse, dersaneyse, kırtasiyeyse, mağazaysa, şirketse, holdingse, bankaysa, kitapsa, albümse… artık her neyse dünyaları tamamdır. Başka renkten kardeşleri yoktur. İhvan, İran, Hizbullah, Milli görüş, nurcular, Süleyman Efendiler, tarikatler… yoktur. Ne varsa onlarda vardır. Gerisi yoktur. Yok olduğundan, varsa da haberleri yoktur. Bana göre vardır. Malum güruh da ben olmadığına göre…

Beşincisi; Pkk kendisini – temelde hiç alakası olmamasına rağmen- nasıl ki yegane Kürd, Kürd temsilcisi, Kürdlerin kurtarıcısı görüyorsa ve kendinden olmayan sağ-sol herkesi düşman, kandırılmış, hain, işbirlikçi…vs görüyorsa malum güruh da kendisi dışındaki herkesi kandırılmış, düşman, hain, işbirlikçi, ajan vs görür.

Kendisini dev aynasında gören malum güruh kendisi dışındaki Müslümanlardan söz dinlememeye ve sağır-dilsiz-kör olmaya yabancı değildir; hatta başlıca ahlaklarından biridir bu. Buna rağmen malum güruh içerisindeki insanların nasıl bir psikolojik hava içerisinde hezeyan ve hafakanlara müptela edildiğini anlatmak açısından şahit olduğum bazı noktaları zikredeyim:

a- Malum güruha göre Türkçeyi yaymak vaciptir. Bu yüzden siyahı ve kırmızısıyla tüm dünya çocuklarına Türk marşlarını ve müptezel şarkıcıların nemenem şarkılarını ezberletip m.kemal’i dünyanın her tarafındaki körpe zihinlere tanıtmayı en büyük hizmet görürler.

b- Malum güruha göre Kürdü, Lazı, Çerkezi, Arabı ve sairesiyle herkesin anayurdu ortaasyadır.

c- Malum güruh öğrenci evlerinde kalanlara daima amerikan ve batı menşeli filmler seyrettirip ders ve ibretler çıkarttırır. İslami filmlerin özellikle de İran İslami filmelerinin esamesi okunmaz. Nelerine lazım… Ashab-ı Kehf’i, Hazret-i Meryem, hidayet imamları onlara ne ders verecek ki… Futbol, film, dizi ve benzeri şeyleri amaç değil araç yaptığınızı söyleyecek ancak bunların kuşatması altında amacın ne olduğunu hatırlayamayacaksınız. Zira inandığınız gibi yaşamadığını için yaşadığınız gibi inanmaya başlayacaksınız.

d- Malum güruh kurgu ve korku üzerine kurulu bir dünyada yaşatır bağlılarını. Buna göre sürekli olağan dışı şeyler vukua gelmekte her hareketleriyle mucize ve kerametlere mazhar olmaktalar. Rüyalar, işaretler....neler neler…

e- Korku denen şey de şudur: malum güruh örgüt elemanlarını herkesin ajan ve düşman olabileceği paradoksuyla yaşatır. Özellikle malum güruhtan olmayan mütedeyyin insanlar… onlar bilmem kimin ajanlarıdırlar. Sefahet içerisinde yaşayan biri ajan olmayabilir ancak dindar birinin ajan olmadığını düşünmek mümkün değildir. Herkes ajan…herkes düşman…

f- Malum güruh çok yüzlülükle(iki yüz yetmiyor) işlerini görür. Hep olduğundan farklı görüneceksin. Dindara dindar ayağıyla yaklaşıp örgüte kazandırmaya çalışacaksın. Türkçüyü Türkçülükle…

g- İlgilendiğin kimseye bilmem kaç cm’den fazla yakın durmayacaksın. Senin abdest aldığını, uyuduğunu görmeyecek. Adeta melek gibi davranmalısın. Daha doğrusu seni melek olarak tasavvur etmeli… sigara içeceksen, karı-kız ilişkileri kuracaksan ilgilendiğin kimseler seni görmeyecek. Top sakalını öğrencilerine ders anlatacağın güne göre ayarlayacaksın. Ev abisi sınıftaki kızı ayartacak, ağabeyler sınıftakilerle p.... cd’ler alıp verecek, bölge abisi sapığın daniskası olacak… ama hep dindar görüneceksin örgüt içinde…

h- Örgüte kazandırmak için olmadık yakınlık ve samimiyet göstereceksin baktın örgütten olmuyor duvar gibi bir surat ve bir daha selam-kelam yok… hele ki başka bir İslamcı kesimden ise…

j- F.g’nin vaaz ve kitaplarını hayatının kaçınılmaz motiflerinden biri yapacak ancak hiç alakası olmayan bir yaşam sürdüreceksin. Tıpkı söyleminle eylemin uyuşmadığı gibi…

k- Dünyanın en hayırlıları Türklerdir ve tüm dünya batmış halde malum güruh dışında kurtarıcı ve gayret eden yok. Yegane kurtarıcı malum güruh olup herkes onlara muhtaçtır.

l- Risale-i Nur gruplarından öğrenci koparacak onlara gitmemeleri için tedbirler düşüneceksin. Maneviyat mı? Önemli değil. Önemli olan benim örgütüme katılması…

m- Örgütünün en önde gelenleri ve kurucuları(mesela Nureddin Veren) senden kopunca hain-alçak olacak, sözü yalan olacak, onu konuşturmayacak gerekirse devlet gazetesinin yayınını bile durduracaksın. Ancak bir müslümanın aleyhine konuşan herkese büyük ümitlerle sarılıp, Müslümanlara emansız bir savaş açacaksın, saldıracaksın.

n- Amerikada amerikan bayrağının dalgalandığı malikanelerde ABD’ hükümetinin resmi korumasında yaşayacak, kafirler tarafından övülüp takdir edilecek, papaz ve hahamlarla samimiyetin had safhada olacak, en pis işlere bulaşanları istihdam edecek, işkenceci polislerin bulunacak –işkence arası namaz kılan- en derin adamlar seninle olacak, seni övecek ve sen değil de senden olmayanlar satılmış-ajan olacak… malum güruh dediğin böyle ve daha fazlası olacak.

o- Hoşgörüyü ağzına sakız edip Müslümanları tekfir, tahkir ve tezyif edip sonra da radikal-aşırı sen değil de sana bile Müslüman ve kardeş bakanlar olacak… malum güruh böyle ve daha fazlası olacak…

p- Temiz Müslüman çocuklarını alıp Müslümanlığın malum örgüte hizmet ve direktiflerine uymak olduğunu idrak ettirecek ve onu ahlaken ami bir seviyede iğfal edeceksin.


Hala aklı başında olanlara ve istima’ makamındaki mülhide derim ki:

Vakit varken aklınızı başınıza alın. Kendinize gelin. Bilin ki iman sevgi ve buğz’dan ibarettir. Allah’a döndürülüp her şeyden hesaba çekileceğinizi ve dünyevi iktidarların geçici olduğunu unutmayın.



Eğer düşmanlığınıza devam ederseniz evvel ahir sözümüz “HASBUNALLAHU WE Nİ’MEL WEKİL’DİR.”


Ekleme Tarihi: 30.08.2008 - 12:08
kiyam_mesalesi üyenin diğer mesajları kiyam_mesalesi`in Profili kiyam_mesalesi Özel Mesaj Gönder Sayfanın başına dön
Konu: Themenicon HIRİSTİYANLARIN GAZETESİNDEN PEYGAMBER EFENDİMİZE HAKARET!..
kiyam_mesalesi su an offline kiyam_mesalesi  
RE: RE: Hani nerde kaldi dinlerarasi diyalog???
14 Mesaj -
Alıntı
Orijınalı Abdullahbiri

Alıntı
Orijınalı RuBAi

Dinler arasi diyalog deniliyordu, hani nerede???????? Nerde kaldi diyalogçular?? Heryerde diyalog naralari atiliyordu, neden simdi hiçbir tepki gelmiyorrr???
Bastan beri belliydi niyetleri..
Alemlere rahmet olarak gönderilen Hz.Muhammed Mustafa (s.a.v.), canimiz herseyimiz Peygamberimiz karikatürize ediliyor, ama nedense "HOCA EFENDI"nin sesi çikmiyor, diyalog denilince medya'da yer almayi biliyor nedense..telaşlı
KINIYORUM!!



Kınıyorum...

Tebliğ yaptıklarını iddia edenler..

Bizim onlarla Amentumuz birdir diyenler..

Yapmayın bunların sizlerle bir diyalog kurma gibi niyetleri yok dediğimizde, bizi kendi cemaatlerinin düşmanı gibi görenler..

Müslümanların gördükleri zulüm karşısında göstermiş oldukları direnişleri islami terör diye nitelendirenler...

Biz onlarla diyalog kuruyor ve içlerine girip kültürümüzü yayıyoruz, Dünya barışını sağlıyoruz, dinler arası hoşgörüyü sağlıyoruz medeniyetler arası köprü kuruyoruz diye seminerler düzenleyenler, bahçeler kuranlar..

Bunlar bizim peygamberimizi kabul etmiyor, nasıl bunlarla diyalog kurabiliyorsunuz diye uyarmıştık.

İş şimdi hakarete geldi dayandı.

Kınıyorum...

Diyalogunuzu da, seminerlerinizi de, köprünüzü de, bahçenizi de






dinler arası diyaloğmu????

hangi dinlerle?

Allah indinde tek din ve mübarek din islam değilmiydi?

diğer dinlerin reddiyesi verilmiyormu bu şekilde??

o zaman denilmiyecekmiydi dünyada tek din var oda İSLAMDIR!

Dinler arası diyaloğu çıkartmaya çalışanların tek bir amacı vardır oda islamın izzetini, papaların ellerini öperek, ayaklar altına almaya çalışmaktır. filistinde onca çocuk şehid edilirken, israilde bir şehadet timinin yaptığı operasyon sonucu yalnışlıkla ölen israili çocuğun yerinde olmak isteyenler asla islam dinine mensub olamazalar onlar ancak kendilerini kandırıyorlar.

konuya gelince


LA İLAHE İLALLAH MUHAMEDUN RESULULLAH
LA İLAHE İLALLAH İSA RUHULLAH
LA İLAHE İLALLAH MUSA KELİMULLAH
LA İLAHE İLALLAH İBRAHİM HALİLULLAH........

Ekleme Tarihi: 30.08.2008 - 11:50
kiyam_mesalesi üyenin diğer mesajları kiyam_mesalesi`in Profili kiyam_mesalesi Özel Mesaj Gönder Sayfanın başına dön
Konu: HZ. MUHAMMED’İN HAYATINA BAKIŞ (nebevi hareket metodu)
kiyam_mesalesi su an offline kiyam_mesalesi  
14 Mesaj -

6.DÖNEM : FİTNE KALKINCAYA VE DİN YALNIZ ALLAH’IN (CC) OLUNCAYA KADAR SINIR TANIMADAN MÜCADELE ETME



Mekke’nin fethiyle Müslümanların önündeki büyük engel ortadan kalkmış ve o coğrafyada Müslümanlar en güçlü ve dinamik topluluk olmuşlardı. Bundan sonra, Allah’ın (cc) ismini yüceltmek, İslam mesajını insanlara ulaştırmak ve fitneyi ortadan kaldırmak için sınır tanınmadı. Bakara suresi 193. ayette ifade edilen emir ve prensip üzere hareket edilmiştir. Allah (cc) bu ayet ile Müslümanlara cihad emri vermiş ve yeryüzünde fitnenin kaldırılmasına değin mücadelenin kesintisiz sürdürülmesini istemiştir. “Fitne tamamen yok edilinceye ve din (kulluk) de yalnız Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın. Şayet vazgeçerlerse zalimlerden başkasına düşmanlık ve saldırı yoktur.” (Bakara 193)

Bu döneme bu yüzden; FİTNE KALKINCAYA VE DİN YALNIZ ALLAH’IN (CC) OLUNCAYA KADAR SINIR TANIMADAN MÜCADELE ETME dönemi denebilir.

Savaş ayetleri iki çeşittir. Bir kısmı savaş için izin ve cevazdır ki, bu savunma savaşıdır. Hac suresi 39 ve 40. ayetlerde belirtildiği gibi. Bir kısmı da savaş için emirdir ki, bu cihad savaşıdır. Tevbe suresi başlı başına Müşriklere ihtar ve Mü’minleri teşfik olmakla birlikte, 36. ayet bu cümledendir. Yine Bakara suresi 190-195 ayetleri bu cümledendir. Savaş için izin değil, savaş için emir ifade etmektedir. Bakara suresi 193. ayet, Müslümanların bu konudaki hareket tarzını ifade eden genel prensip ve ilkeleri içermektedir.

Cihad emri ve Mekke’nin fethiyle birlikte, Müslümanlar yeni bir döneme girmişlerdir. Bu dönemde artık sadece savunma harbi yapılmamaktadır. Artık Allah’ın (cc) kelimesini yüceltmek, İslam mesajını mümkün olan her yere ulaştırmak ve böylece insanlara kurtuluş yolunu göstererek Rablerini tanıyıp ibadet etmelerinin önündeki fitneleri kaldırmak için cihad yapılmaktadır.

Bu dönemde Müslümanların bir devleti olmakla birlikte, iktidar sahibidirler. Yönetim şekillenmiş ve tüm faaliyetler devlet eliyle yürütülmektedir. Mekke’nin fethinden sonra İslam hakimiyeti altına giren bütün beldelere bizzat Rasulullah (sav) tarafından valiler tayin edilmiş ve onlar vasıtasıyla İslam ahkamı tatbik ettirilmiştir. Rasulullah’ın (sav) irtihalinden sonra da İslam halifeleri tarafından aynı yol izlenmiş ve yönetim konusunda taviz verilmeyerek İslam ahkamı devlet eliyle icra edilmiştir.

Mekke’nin fethinden sonra Huneyn seferi, Taif kuşatması ve Tebük seferi bu dönemde yapılmıştır. İslam düşmanlarının Müslümanlara karşı hazırlık yaptığını duyan Rasulullah (sav) ordu hazırlayıp üzerlerine gitmiştir. Bu şekilde İslam devleti caydırıcı bir rol üstlenmekle birlikte, İslam mesajının diğer beldelere ulaşmasının da yolu açılmıştır.
Rasulullah (sav) vefat ettikten sonra, ardından gelen halifeler çok sayıda seferler düzenlemiş, pek çok beldeyi İslam topraklarına katarak İslam davetini dünyanın bir çok yerine ulaştırmışlardır. Bu seferler sırasında çetin savaşlar yaşanmış ve Müslümanlar şehit vermişlerdir. Çünkü Rasulullah’ın (sav) vefatıyla vahiy sona ermiş ancak, İslam daveti son bulmamıştır. İslam ümmeti, Rasulullah’ın (sav) miras bıraktığı İslam davetini omuzlayıp sürdürmekle mükellef kılınmıştır. Bu mükellefiyetini yerine getirmek için fitne ile mücadele etmek, İslam’ın önündeki engelleri kaldırıp Allah’ın (cc) kelamını yüceltmek gerekir. İşte bu sorumluluğun gereğidir ki, Rasulullah’tan (sav) sonra gelen halifeler İslam davetini yaymışlar ve bu uğurda savaşlara girişmişlerdir. Yoksa burada amaç ne toprak elde etmek ve ne de insanları zorla İslam dinine dahil etmektir. Çünkü dinde zorlama olmayacağını bizzat Kur’an emrediyor.

Biz bu dönemi özellikleri itibariyle maddeler halinde sıralarsak şu sonuçlar ortaya çıkar.

1-Müslümanlar artık devletleşmiş ve devlet düzeni içinde hareket etmiştir.

2-Yetki sahiplerinin eliyle bireysel, ailevi, sosyal, ekonomik, hukuki, siyasi ve askeri alanlarda İslam’ın emir ve yasakları bütünüyle uygulamaya konulmuştur.

3-Ülke içinde olduğu gibi ülke dışında da (diğer devletlerle) işler devlet eliyle ve devlet düzeninde yürütülmüş ve bu konuda İslam’ın koyduğu (siyasi ve askeri) emir ve yasaklar çerçevesinde hareket edilmiştir.

4-İslam mesajı, devletin gücü ve imkanları nispetinde ülke sınırları dışında mümkün olan yerlere ulaştırılmaya ve bunun önündeki engeller, İslam’i kurallar içinde ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır
.
Ekleme Tarihi: 29.08.2008 - 10:32
kiyam_mesalesi üyenin diğer mesajları kiyam_mesalesi`in Profili kiyam_mesalesi Özel Mesaj Gönder Sayfanın başına dön
Konu: HZ. MUHAMMED’İN HAYATINA BAKIŞ (nebevi hareket metodu)
kiyam_mesalesi su an offline kiyam_mesalesi  
14 Mesaj -

5.DÖNEM : SADECE SALDIRGANLARA KARŞI KUVVET KULLANMA




Mekke’den Medine’ye yapılan hicretten sonra, daha önce sair yerlere hicret edenlerin bir kısmının da gelmesiyle, Müslümanlar Medine’de toplanmış ve Medine’nin en güçlü yapısı (topluluğu) haline gelmişlerdi. Bu arada Rasulullah (sav), Müslümanların, kendileriyle aynı kavimden, kabileden veya aileden olsalar bile, iman etmeyenlerden tamamen bağımsız ve ayrı bir topluluk olduğunu ilan etmiş ve Müslümanlar arasında imana dayalı bir kardeşlik bağını tesis etmişti. İbni Sa’d’a göre; Enes b. Malik’in evinde ikişer ikişer kardeş yapılan Müslümanların 45’i Mekkeli Muhacirlerden, 45’i Medineli Ensardan olmak üzere 90 kişiydi. Bunlar arasında kurulan kardeşlik, varis olma hükmünü içeriyordu. Ta ki Bedir savaşından sonra inen Enfal suresi 75. ayet ile kaldırılıncaya kadar. Bununla birlikte, ayrı bir topluluk olan Müslümanlar ile iman etmeyen kabileler arasında çeşitli antlaşmalar yapılmıştı. Böylelikle Rasulullah (sav) önderliğindeki Müslümanlar, Medine’de inisiyatifi ele almış ve özgür hareket etme imkanına kavuşmuşlardı. Artık Medine’de İslam devletinin temelleri atılıyor, buna dair bireysel, ailevi, sosyal, hukuki, siyasi ve de askeri kural ve kaideler birer birer açıklanıp devreye sokuluyordu.

Rasulullah (sav) Medine’nin yönetimini üstlenmekle birlikte, ilk yönetmeliği ve ilk anayasayı yazılı hazırlatıp Medineli bütün halka ilan ettirdi. Bu yazılı metinde; Müslümanların sair insanlardan ayrı ve bağımsız bir topluluk oldukları, Müslümanların kan diyetlerini kendi aralarında ortaklaşa ödeyecekleri, hiçbir Mü’minin diğer bir Mü’min aleyhinde başkalarıyla anlaşma yapamayacağı ve hiçbir Mü’minin diğer bir Mü’min aleyhinde kafire yardım edemeyeceği, İslam’a ve Müslümanlara karşı azgınlık edenlere karşı bütün Müslümanların tek bir el olarak kalkacağı, hiçbir Mü’minin diğer Mü’minlerden ayrı olarak hareket edemeyeceği ve Allah yolundaki bir savaşta onlardan ayrı olarak barış yapamayacağı, Mü’minlerin birbirlerinin Allah yolunda dökülen kanlarının öcünü almakla mükellef olduğu, kısasın uygulanacağı, ihtilaf halinde ve sorunların çözümünde konunun Allah’a ve Rasulüne havale olunacağı vs gibi konular yanında, Medine’deki Yahudi ve Müslüman olmayan diğer kabilelerle anlaşmaları içeriyordu. (İbni İshak, İbni Hişam)


Bunlarla birlikte, Rasulullah (sav) Medine’nin sınırlarını belirledi. (Ahmet b. Hanbel, Buhari), Medine’nin çarşı ve Pazar yerini belirleyip kurdurttu ve ticari hayatı İslami esaslara göre düzene koydu. Çarşı ve pazarda yapılan alış-verişler ve diğer muamelelerle de yakından ilgilenirdi. (Ahmet b. Hanbel, Asım Köksal), İslami esaslara göre hüküm verilmesi için Medine’nin adalet işlerini düzene koydu. Bu husus, Mü’min, Müşrik, Yahudi vs bütün Medineliler için yazılan Medine yönetmeliğinde de kabullenilmiş ve açıklanmış bulunuyordu. (İbni İshak, İbni Hişam), Medine’deki arazi ve sulama işlerini de yine Rasulullah (sav) İslami esaslara göre düzene koydu. (Malik-Muvatta, Asım Köksal) ve hakeza.

Bu arada Müşrikler boş durmuyor, Medine’de güçlenip inisiyatifi ele alan Müslümanların gelişip yayılmasını önlemek, hatta onları Medine’de dahi rahat bırakmayıp İslam davasını tamamen yok etmek için, eskisinden daha geniş çaplı ve daha etkili siyasi ve askeri manevralar yaparak İslam davasının önüne büyük engeller çıkarıyorlardı.

Bütün bunları en iyi şekilde bilen Allah (cc), Hicretten hemen sonra Müslümanlara, saldırganlara karşı kendilerini savunma konusunda savaşma izni verdi. Hac suresinin 39 ve 40. ayetlerinde bu emir şu şekilde yer almaktadır : “Haksızlığa uğratılarak kendilerine savaş açılan kimselerin karşı koyup savaşmasına izin verilmiştir. Allah onlara yardım etmeğe elbette Kadir'dir. Onlar haksız yere ve «Rabbimiz Allah'tır» dediler diye yurtlarından çıkarılmışlardır. Allah insanların bir kısmını diğeriyle savmasaydı, manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah'ın adı çok anılan camiler yıkılıp giderdi. And olsun ki, Allah'a yardım edenlere O da yardım eder. Doğrusu Allah kuvvetlidir, güçlüdür.” (Hac 39-40)

İşte bu emir üzerine, Müşriklerin bütün çabalarını boşa çıkarmak, davayı ve Müslümanları muhafaza edebilmek ve davanın önündeki engelleri kaldırıp yolunu açmak için, saldırganlara karşı kuvvet kullanılarak bu dönemde çeşitli seferler düzenlenmiş ve savaşlar yapılmıştır. Ancak İslam’a ve Müslümanlara karşı saldırgan olmayan ve böyle bir suça iştirak etmeyenlere karşı (velev ki bunlar saldırganlarla aynı kabileden veya aileden olsalar bile) kuvvet kullanma yoluna gidilmemiş, aynı durumdaki kavim ve kabilelere karşı da anlaşma veya korunma tedbirleriyle yetinilmiştir.

Bu çerçevede Müşriklerle Bedir, Uhud ve Hendek gibi önemli savaşlar yapılmış ve çok sayıda seriyeye çıkılmıştır. Sa’d b. Muaz’ın ifadesine göre seriyye ve gazveler; Hac yollarını Müslümanlara tıkayan Kureyş müşriklerine, buna karşılık Müslümanların da Suriye ticaret yollarını kesmek suretiyle kendilerini ticari ve iktisadi sıkıntıya düşürebilecekleri uyarısında bulunmayı ve aynı zamanda onların Müslümanlara karşı ne gibi bir hazırlıkta bulunduklarını öğrenmeyi, ileride yapılacak savaşlarda bazı kabilelerin Kureyş müşrikleriyle birleşmelerini önlemeyi amaçlıyordu.(Ahmet b. Hanbel, Buhari, Asım Köksal)

Özelliklerine bakarak bu döneme; SADECE SALDIRGANLARA KARŞI KUVVET KULLANMA dönemi diyebiliriz. Bu dönem, nübüvvetin 13. yılı olan Hicretten, Mekke’nin fethine kadar olan zamanı kapsamaktadır.

Biz bu dönemi özellikleri itibariyle maddeler halinde sıralarsak şu sonuçlar ortaya çıkar.

1-Medine’ye hicret edildikten hemen sonra Müslümanlar arasında İslam kardeşliğine dayalı birlik kurulmuş ve aynı kabileden veya aileden olsa bile, inanmayanlardan ayrı bir topluluk oldukları ilan edilmiştir.

2-İnisiyatif Müslümanlarda olmak kaydıyla, şerlerinden emin olmak için Medine’deki diğer kabile ve topluluklarla anlaşma yapılmıştır.

3-Başta inanç ve ibadet konularının eğitimi olmak üzere, İslami kural ve kaideler her alanda uygulamaya konulmuş, İslam devletinin temelleri atılarak şekillendirilmeye çalışılmıştır.

4-Gerek Medine içinde ve gerekse dışında, caydırıcılığa ve istihbarata büyük önem verilmiş ve üzerinde ciddiyetle durulmuştur.

5-Saldırganlara karşı kuvvet kullanma yoluna gidilmiş, ancak saldırgan olmayanlara karşı kuvvet kullanılmamış ve siyasi çerçevede anlaşma veya korunma tedbirleriyle yetinilmiştir.

Ekleme Tarihi: 29.08.2008 - 10:31
kiyam_mesalesi üyenin diğer mesajları kiyam_mesalesi`in Profili kiyam_mesalesi Özel Mesaj Gönder Sayfanın başına dön
Konu: HZ. MUHAMMED’İN HAYATINA BAKIŞ (nebevi hareket metodu)
kiyam_mesalesi su an offline kiyam_mesalesi  
14 Mesaj -

4.DÖNEM : ARAYIŞ VE HİCRET




Risaletin 10. yılında Rasulullah (sav), hamisi olan amcası Ebu Talib ile büyük teselli kaynağı olan hanımı Hz. Hatice’nin (ra.ha) vefat etmeleriyle adeta yalnız ve korumasız kalmıştı. Çünkü bunların varlığı, müşriklerden gelen baskı ve şiddetleri büyük ölçüde engelliyordu.

Bunların vefatıyla müşrikler baskı ve işkencelerini artırmakla kalmadı, Mekke’yi, başta Rasulullah (sav) olmak üzere Müslümanlar için adeta yaşanmaz bir hale getirdi. Artık dava beklendiği gibi ilerlemiyor, hatta tıkanıklık yaşanıyordu. Bu arada dinden dönmelere bile rastlanıyordu. Bu hal dolayısıyla Rasulullah (sav), Müslümanların bu sıkıntıdan kurtularak daha rahat hareket edebilecekleri ve davanın, tıkanıklığı aşıp rahat nefes alabileceği güvenli bir yer ve ortam arayışına girdi.

Rasulullah (sav), azatlı kölesi Zeyd b. Harise ile birlikte bu amaçla Taife gittiler. Taif’e varınca, Rasulullah (sav) orada Sakif kabilesinin ileri gelenlerinden bazılarıyla konuşup İslam’ı tebliğ etti ve kendisini korumalarını talep etti. Onlar ise hakaret dolu sözler sarf ettiler ve “Yurdunun halkı, kavmin seni istememiş ve kabul etmemişler. Sen de kalkmış bize gelmişsin. Biz vallahi senin gelişine razı değiliz, seni reddediyoruz” dediler. Bununla kalmayıp, halkın serseri takımını toplayıp Rasulullah’ı (sav) taşlayarak oradan kovdular. (İbni İshak, İbni Hişam, Tarih-i Taberi)

Rasulullah (sav) Taif dönüşünde tekrar Mekke’ye girişte temkinli hareket etti. Çünkü himayesiz olarak orada bulunmak tehlikeliydi. Bu nedenle Mekke yakınındaki Hira dağına geldiğinde Uraykıt adındaki birine rastladı ve kendisini elçi olarak Mekke’ye gönderip himaye istetti. Elçi, Rasulullah’ın (sav) isim vermesi sonucu birinci defa Ahnes b. Şerik’e, ikinci defa da Süheyl b. Amr’a gidip Rasulullah için himaye istedi ancak bu ikisi de kabul etmedi. Üçüncü defa Mutim b. Addiy’e gidip Rasulullah (sav) içi himaye isteyince o kabul etti ve Rasulullah (sav) Mutim b. Adiy himayesinde Mekke’ye girdi. (İbni Saad, Taberi, İbni Kayyım)

Bu arayışlar, tam üç yıl sürdü ve Medine’ye hicret etmekle sona erdi. Bu üç yıllık zaman zarfında Rasulullah (sav), Mekke civarında uğramadığı yerleşim yerleri ve konuşmadığı kabileler bırakmadı. Gittiği her yerde, konuştuğu her insandan (birkaç istisna dışında) eziyetler ve hakaretler gördüğü halde, bıkmadan ve usanmadan bu arayıştan asla vazgeçmedi. Ayrıca Hac mevsimlerinde de, Hac için Mekke’ye gelen diğer kabile mensuplarıyla tek tek görüşüyor ve yardımcı olmaları konusunda onları ikna etmeye çalışıyordu.

Bu konu, İbni İshak, İbni Hişam tarihlerinde şu şekilde ifade edilmiştir : Peygamberimiz (sav) Taif’ten Mekke’ye geldikten sonra Kureyş müşrikleri O’na karşı büsbütün sert ve katı davranmaya başlayınca, Yüce Allah kendisine, Arap kabilelerine başvurmasını emretti. Bunun üzerine peygamberimiz (sav) her yıl Hac mevsimlerinde Ukaz, Mecenne ve Zülmecaz panayırlarına giderdi. Bu üç panayır Mekke çevresinde idi. Bu panayırlar büyük ve kalabalık olurdu, her kabilenin eşrafı orada hazır bulunurdu. Peygamberimiz (sav) bu panayırlarda bulunan 15’e yakın Arap kabilelerinin konak yerlerine kadar varıp onlara kendisini arz ve takdim eder, onları Allah’a, Allah’ın birliğini ikrara, yalnız O’na ibadet etmeye ve İslamiyete davet eder, kendisinin onlara Allah tarafından peygamber olarak gönderildiğini haber verir, kendisini tasdik etmelerini, Rabbinin elçilik vazifelerini açıklayıncaya ve yerine getirinceye kadar kendisine yardım etmelerini, kendisini barındırıp korumalarını onlardan isterdi. Fakat ne yazık ki onlardan ne davetini kabul edecek, ne kendisini barındıracak, ne de kendisine yardım edecek bir kimse çıkmaz, aksine kimisi Peygamberimize suratını asar, kaba ve katı davranır, kimisi ‘O’nu kendi kavmi daha iyi bilir’, kimisi de ‘Senin kavmin seni daha iyi bilir, onlar niye sana tabi olmuyor’ deyip kendisiyle tartışmaya kalkardı. Peygamberimiz (sav) da onlara gereken cevabı verir ve kendilerini Allah’a imana davet etmeye devam ederdi. Bir yandan da halini Allah’a şikayetlenirdi (İbni İshak, İbni Hişam, Asım Köksal)

Nihayet Allah (cc) Medine’den gelenlerden bir kısım insana hidayet nasip etti. Nübüvvetin 11. yılında Medine’den gelen insanlar arasında 6 kişi Rasulullah’ın (sav) davetini kabul etti. Bunlar Rasulullah (sav) ile bir yıl sonra, yani nübüvettin 12. yılında 12 kişi olarak Akabe’de buluşup beyat ettiler. Bu nedenle buna, birinci Akabe beyatı denmiştir. Nübüvvetin 13. yılında ise 70 dolayında kişi olarak gelip aynı yerde Rasulullah (sav) ile buluşup beyat ettiler. Buna da ikinci Akabe beyatı denmiştir.

Ensardan Cabir b. Abdullah (ra) bunu şu şekilde anlatır : “Rasulullah (sav) Hac mevsiminde halkın Ukaz, Mecenne ve Mina’daki konak yerlerine varıp ‘Rabbimin elçilik vazifesini yerine getirinceye kadar beni barındıracak kim var? Bana yardım edecek kim var ki kendisine Cennet verilsin?’ diye seslenirdi. Nihayet Yüce Allah bizi Medine’den O’na gönderdi de biz iman ettik. Nihayet Ensar evlerinden, içinde İslamiyeti açıklanmayan bir ev kalmadı. Sonra da Medine Müslümanları bir araya gelip konuştuk. Bunun üzerine Hac mevsiminde, bizden 70 kişi O’nun yanına vardı.” (Ahmet b. Hanbel, Asım Köksal)

Medinelilerin Müslüman olmalarıyla, İslam davasına Medine yolu açılmış oldu. Neticede bu gayretli Müslümanların çabasıyla, Medine’de aranan ve arzu edilen bir ortam oluştu ve Mekke’de geçirilen toplam on üç yıl sonunda Rasulullah (sav) dahil, Müslümanların geneli Medine’ye hicret etti.

Peygamberimiz (sav), Müslümanlara hitaben : “Sizin hicret edeceğiniz yurt bana gösterildi. Orasının, iki kara taşlık arasında, hurmalık, çorak bir yer olduğunu gördüm. Orası Yesrib (Medine)’dir. Gitmek isteyen oraya gitsin” dedi. (İbni Saad, Asım Köksal)

Böylece Rasulullah (sav) bütün Müslümanlara Medine’ye hicret etmelerini emretti. Müslümanlar da gizli bir şekilde, kimi ferdi, kimi grup halinde, kimi ailesiyle, kimi ailesini Mekke’de bırakarak Medine yolunu tuttu.

Rasulullah (sav) ise, yanında bulunan emanet eşyaları sahiplerine vermek üzere Hz. Ali’yi Mekke’de bırakıp kendisi ve Hz. Ebu Bekir (ra) birlikte gizlice Mekke’den çıkıp önce Sevr mağarasına gittiler. Müşriklerin sıcak takibinden emin olduktan sonra da yine birlikte, yanlarında bir yol rehberi olduğu halde Medine’ye hicret ettiler. (Bu konu için İbni İshak, İbni Hişam ve Asım Köksal’ın tarihlerine bakınız)

Bu özelliklerinden dolayı Mekke’de geçirilen bu son üç yıllık döneme, ARAYIŞ VE HİCRET dönemi demek mümkündür.

Biz bu dönemi özellikleri itibariyle maddeler halinde sıralarsak şu sonuçlar ortaya çıkar.

1-Mekke, dava ve Müslümanlar için yaşanmaz hale gelince, mücadelenin daha rahat sürdürülebileceği güvenli bir yer ve ortam arayışına girilmiştir.

2-Müslümanların inancına, ibadetlerine ve mücadelesine engel olmadığı müddetçe, müşrik olanların dahi himayesi kabul edilmiştir.

3-Müslümanlar toplu halde toplumdan tecrit edildikleri ve çok ağır şartlar içeren boykota maruz kaldıkları halde, faaliyetlerin hiç birisinde yeniden gizliliğe, ara vermeye veya değişikliğe izin verilmemiştir.

4-Israrlı arayış çabaları sonucu Medine’de uygun ortam oluşunca, bütün Müslümanların oraya hicret etmesi emredilmiş ve Rasulullah (sav) da hicret etmiştir.

Ekleme Tarihi: 29.08.2008 - 10:29
kiyam_mesalesi üyenin diğer mesajları kiyam_mesalesi`in Profili kiyam_mesalesi Özel Mesaj Gönder Sayfanın başına dön
Konu: HZ. MUHAMMED’İN HAYATINA BAKIŞ (nebevi hareket metodu)
kiyam_mesalesi su an offline kiyam_mesalesi  
14 Mesaj -

3.DÖNEM : KUVVETE BAŞ VURMADAN MÜCADELE




Risaletin 6. yılında Hz. Hazma (ra) ve ardından da Hz. Ömer’in (ra) iman etmesiyle, Müslümanlar (Mekke’deki mevcut yapı ve iktidar gücü açısından) ayakta kalabilecek belli bir kemiyet ve güce ulaşmış bulunuyorlardı. Çünkü Müslümanların sayısı yanında, Hz. Hazma ve Hz. Ömer, Mekke’de herkesin korkup çekindiği iki yiğit insandı. Hz. Ömer (ra) Müslüman olduktan sonra, bir karargah olarak kullandıkları Erkam’ın evinde bulunan Müslümanlar çıkıp saf tuttular. İlk safın bir başında Hz. Hazma, diğer başında Hz. Ömer olduğu halde topluca Kabe’ye kadar bir gösteri yürüyüşü yaparak kendilerini ve İslam davasını ilan ettiler. Bu ilandan sonra her ne kadar kendisini gizleyen ve imanını açığa vurmayanlar olsa da, çoğunluk itibariyle Müslümanlar kendilerini açığa vurmuş ve saflarını belli etmişlerdi.

Bu hal, müşrik iktidar sahiplerini çok etkilemiş ve korkuya sevk etmişti. Bunun üzerine baskı, şiddet ve işkencelerini ağırlaştırarak yaygınlaştırdılar

Bu dönemde, Müslümanlar çok ağır işkencelere maruz kalmıştır. Yasir ve hanımı Sümeyye, işkence altında canlarını vermiş ve şehit olmuşlardır. Üstelik, oğulları Ammar’ın yanında ve gözleri önünde. Ammar da, üzerine çelikten zırh giydirilir, güneşin sıcağına bırakılır ve kemiklerindeki iliklerin erimesi sağlanırdı. Defalarca bu işkence altında bayılır ve öylece bırakılırdı. Diğer bazı sahabeler de aynı işkence çeşidine uğruyorlardı.

Yine bu dönemde; Bilal-i Habeşi ve Habbab b. Eret gibi bazı sahabeler, öğle sıcağında Ramda denen kumluk yerde, kor haline getirilmiş ateş üzerine sırt üstü yatırılır ve vücut yağları ateşi söndürürdü. Çoğu kez kendilerinden geçerlerdi. Bazen de sırt üstü yatırılır ve karınları üzerine ağır taşlar bırakılırdı.

Bazı sahabeler de; her bir ayağı bir başka atın kuyruğuna bağlanarak, atlar taşlık yerde koşturulmak suretiyle işkence ediliyorlardı. Bu dönemde eziyet ve ağır işkence görmeyen Müslüman kalmamıştı. Bu yüzdendir ki Ebuzer gibi bazı Müslümanlar; iman ettikleri vakit, “bütün inananlar eziyet ve işkence görüyorlar, biz de görmeliyiz” deyip Kabe’nin yanında, Müşriklerin karşısında imanlarını haykırmış ve Kur’an okumuş, bunun üzerine dayaktan geçirilmişlerdi. (Bu konular için; Asım Köksal’ın İslam Tarihine ve İbni İshak-İbni Hişam siyerine müracaat edilebilir)

Bunlara rağmen tebliğden, davaya bağlılıktan ve tebliğ edilen konuların (müşriklerin hoşuna gitmez, kızgınlıklarını ve yaptıkları baskı ve işkenceleri artırsa bile) Kur’an’a uygun ve İslam’ın özü olmasından taviz verilmiyordu. Bununla birlikte bu safhada, kuvvete baş vurmadan ve uygulanan baskı ve şiddete sabrederek iktidar sahibi müşriklerle mücadele ediliyordu.

Hatta bir gün Rasulullah (sav) Kabe’nin yanında otururken, Habbab b. Eret gelip çektikleri ağır işkence ve eziyetlerden şikayetlenerek O’ndan dua etmesini ve Müşriklere karşı kendilerini savunmak için Allah’ın yardımını dilemişti. Bunun üzerine Rasulullah’ın (sav) benzi solmuş ve : “…Vallahi Allah bu işi mutlaka tamamlayacaktır. Öyle ki, bir kişi hayvanına binip San’a’dan Hadramevt’e kadar gidecek de Allah’tan başka kimseden korkmayacaktır. Ancak hayvanları hakkında Kurttan çekinecektir. Fakat siz acele ediyorsunuz.” demişti. (İbni Esir, Ahmet b. Hambel)

İslam’ın hakikatı net anlatılırken, müşriklerin her türlü çirkinlikleri teşhir ediliyordu. İster inançları, ister yaşam tarzları, ister iktidar yapıları ve isterse bireysel kimlikleri hakkında olsun, bütün kötülükleri deşifre edilip ortaya konuyordu.

Bu konuda Kur’an; Müşriklerin Darunnedve’de toplanıp Rasulullah’a (sav) takacakları lakap üzerine tartışmalarını (Müddessir suresi), Ebu Leheb’in Rasulullah’a (sav) karşı tavrını (Tebbet suresi), Rasulullah’a (sav) soyu kesik dediklerini (Kevser suresi), Müşriklerin ölümden sonra tekrar dirileceklerini inkar etmelerini (En’am 29, İsra 49, Mü’minun 37, Yasin 78, Saffat 16, Duhan 35, Vakıa 47, Kıyamet 3 ve başka ayetler), Rasulullah’tan (sav) sürekli mucize istemelerini (Bakara 118, Ra’d 7, 27, İsra 90-93, Furkan 7, 21 ve benzer ayetler gibi), getirdiği hakikatler konusunda O’nunla tartışmalarını (Necm suresi, Kıyamet suresi gibi)…..konu edinmiş ve bunları bir yandan deşifre etmiş, bir yandan da tartışma ve itirazlarına cevap vermiştir. Rasulullah (sav) de açık, net ve yalın bir şekilde Kur’an’ın bu metodunu uygulamış ve bu yolla Müşriklere karşı mücadelesini sürdürmüştür.

Müşrikler; yaptıkları hiçbir şeyin fayda getirmediğini gördükçe değişik arayışlara giriyorlardı. Bir gün ileri gelenleri toplandı ve Rasulullah (sav) ile konuşmak üzere Utbe b. Rebia’yı temsilci olarak yanına gönderip bazı tekliflerde bulundular. Utbe b. Rebia Rasulullah’ın (sav) yanına gelip kendisine şu tekliflerde bulundu : “Ey kardeşimin oğlu! Sen de biliyorsun ki; kabile içinde şeref ve soyca aramızda üstün bir mevkidesin. Fakat kavminin başına büyük bir iş, bir gaile getirdin. Onunla, onların topluluklarını dağıttın, akıllarını akılsızlık saydın, ilahlarını ve dinlerini ayıpladın, babalarından gelip geçmiş olanları tekfir ettin….Gel, sen beni dinle. Sana bazı şeyler teklif edeceğim. Onların üzerinde dur, düşün. Belki onlardan bazısını kabul etmek işine gelir” dedi. Peygamberimiz (sav): “Söyle ey Ebu’l-Velid! Dinliyorum” buyurdu. Utbe: "Ey kardeşimin oğlu! Eğer sen getirdiğin bu işle mal elde etmek istiyorsan, sen malca en zenginimiz oluncaya kadar mallarımızdan senin için mal toplayalım. Eğer sen bununla şeref ve şan kazanmak istiyorsan, seni üzerimize seyyid (ulu kişi) yapalım ve sensiz hiçbir işe karar vermeyelim. Eğer sen bununla kral olmak istiyorsan, seni kendimize kral yapalım. Eğer bu sana gelen şey, sana görünüp de kendinden uzaklaştırmaya güç yetiremediğin bir cin işi ise, seni tedavi ettirelim.” dedi.

Utbe sözlerini bitirinceye kadar Peygamberimiz (sav) onu dinledi ve: “Ey Ebu’l-Velid! Söyleyeceklerini bitirdin mi?” diye sordu. Utbe evet deyince, Peygamberimiz (sav): “Sen de şimdi beni dinle” dedi ve besmele çekerek Fussilet suresini okumaya başladı. Secde ayeti olan 37. ayetini de okuyup secde ettikten sonra: “Ey Ebu’l-Velid! Hiç işitmediğini dinlemiş bulunuyorsun. Artık işte sen, işte o.” Diye buyurdu. (İbni İshak, İbni Hişam)

Müşrikler; bu kadar ağır işkence, eziyet ve baskılara ilaveten, Müslümanlara çok ağır şartlar dayatmaya başladılar. Nübüvvetin 7. yılında bütün Müslümanlara genel bir ambargo konuldu. Müslümanlar, zorunlu olarak bir mahalleye yerleşmişlerdi ve çok ağır ambargo şartları altında bulunuyorlardı.

Müşrikler; Peygamberimiz, öldürülmek üzere kendilerine verilinceye kadar Haşimoğullarıyla barışmamak, Müslümanlara kız alıp vermemek, onlarla alış-veriş yapmamak, onlarla akrabalık ve sosyal münasebetleri kesmek, onlara yardım etmemek…üzerine anlaşmış ve bu anlaşmalarını yazılı bir şekilde Kabe’ye asmışlardı. (İbni İshak, İbni Hişam)

Müslümanlar; 3 yıl süren bu ambargo süresince öylesine sıkıntı çektiler ki yiyecek bir şeyleri kalmamış, deri parçasını kaynatıp çocuklarını onunla oyalayan bile olmuştu.

Buna ilaveten ayrıca 10. yılda Hz. Peygamberin (sav) hamisi ve amcası olan Ebu Talib ve ardından da, ta nübüvvetin başından beri O’nun en yakını ve destekçisi durumunda olan eşi ve Mü’minlerin annesi Hz. Hatice (ra) vefat ettiler. Bu 10. yıla hüzün yılı ismi verildi. Ancak bütün bunlara rağmen Rasulullah’ın (sav) öncülüğündeki Müslümanlar, İslami inanç, duruş, tavır ve söylemlerinden vazgeçmiyor ve taviz vermiyorlardı.

Bu özelliklerinden dolayı bu döneme, KUVVETE BAŞ VURMADAN MÜCADELE dönemi denebilir. Yani bu dönemde hareket kendini ilan etmiş ve açık idi. Ancak kuvvete baş vurmadan mücadele ediyordu. Yalnız şu var ki; hareket her ne kadar ilan edilmiş ve açık olsa bile, alınacak kararlar, tatbik edilecek strateji ve yapının muhafazasına dönük tedbirler gibi hassas konular, başta düşman olmak üzere kamuoyundan gizli tutuluyordu. Bu dönem, 6. yıldan 10. yıla kadar olan zamanı kapsamaktadır.

Biz bu dönemi özellikleri itibariyle maddeler halinde sıralarsak şu sonuçlar ortaya çıkar.

1-Mekke’deki Müşrik iktidar yapısına nazaran belli bir keyfiyet kazanan ve kemiyete ulaşan hareket, (gizliliği bırakıp) bir yürüyüş ile kamuoyuna ilan edilmiştir.

2-Kuvvetin hiçbir çeşidine baş vurmadan Müşrikler (iktidardakiler) direkt hedef alınmış ve onlarla açıktan siyasi mücadeleye girişilmiştir.

3-Her türlü baskı, şiddet ve işkencelere maruz kalındığı halde, İslam’ı net olarak tebliğ etmekten ve müşriklerin çirkinliklerini deşifre edip açıkça eleştirmekten taviz verilmemiş, tebliğ konularında da tadilata gidilmemiştir.

4-Müşriklerden teklif gelmesine rağmen, onların sunduğu imkanlardan yararlanmak ve meşru gördükleri yollarla hareket etmek suretiyle, takip edilen metottan taviz verme yoluna gidilmemiştir.

5-Ağır sıkıntı, baskı ve işkencelere karşı topyekün direnme, (dava ve davetçiler için) adeta sembol haline getirilmiştir.

Ekleme Tarihi: 29.08.2008 - 10:28
kiyam_mesalesi üyenin diğer mesajları kiyam_mesalesi`in Profili kiyam_mesalesi Özel Mesaj Gönder Sayfanın başına dön
Konu: HZ. MUHAMMED’İN HAYATINA BAKIŞ (nebevi hareket metodu)
kiyam_mesalesi su an offline kiyam_mesalesi  
14 Mesaj -

2.DÖNEM : AÇIKTAN TEBLİĞ, GİZLİDEN YAPILANMA



Nübüvvetin 3. yılında Allah’tan (cc) gelen emir üzerine Rasulullah (sav) tebliği açıktan yapmaya başladı. Bu emir, Hicr suresinin 94. ve Şuara suresinin 214. ayetinde şu şekilde geçmektedir : “Artık buyurulanı açıkça ortaya koy, puta tapanlara aldırış etme.” (Hicr 94) “Önce en yakın hısımlarını uyar.” (Şuara 214)

Bu emir üzerine Rasulullah (sav) kendi akraba ve kavminden başlamak suretiyle ulaştığı her insana İslam’ı tebliğ etti.

Hz. Ali’nin (kv) bildirdiğine göre; Rasulullah’ın (sav), “Sen, ilkin en yakın hısımlarını inzar et, ahiret azabıyla korkut” (Şuara 214) ayetiyle Allah’tan aldığı emir üzerine bir gün kendisini çağırıp yemek hazırlamasını ve Kureyşlileri eve davet etmesini ister. Hz. Ali (kv) kendisine söyleneni yapar ve yaklaşık 40 kadar Kureyşli evde toplanır. Yemeklerini yedikten sonra Rasulullah (sav) söze başlamak istediği sırada Ebu Leheb söze karışır sonra da Rasulullah’a hitaben: 'Sen, dinden sapkınlığı bırak! İyi bil ki kavmin senin için bütün Arap topluluklarına karşı koymayı göze alacak değildir. Ey kardeşimin oğlu! atanın oğullarına, senin getirdiğin gibi şer ve kötülük getiren bir kimse daha görmedim!' der ve Rasulullah’ın konuşmasına imkan vermez. Ondan sonra da dağılırlar. Hz. Ali (kv) devamla şunları söyler:

“Ertesi günü sabahleyin Rasulullah (sav) beni çağırıp tekrar aynı şekilde onları toplamamı istedi. Yemeği yaptım ve onları topladım. Yemeklerini yedikten sonra Rasulullah (sav) onlara hitaben şöyle konuştu : 'Hamd, Allah'a mahsustur. Ben, O'na hamdederim. Yardımı da O'ndan dilerim. O'na inanır, O'na dayanırım. Şüphesiz bilir ve bildiririm ki Allah'tan başka ilah yoktur. O, birdir, O'nun eşi ve ortağı yoktur. Sizi Kendisine davet ettiğim Allah öyle bir Allah'tır ki, O'ndan başka hiçbir ilah yoktur. Vallahi, sizler uyur gibi öleceksiniz, uykudan uyanır gibi de dirilecek ve bütün yaptıklarınızdan hesaba çekileceksiniz. İyiliklerinizin mükafatını görecek, kötülüklerinizin de cezasını çekeceksiniz. Bunların sonucu ya temelli Cennette, yada temelli Cehennemde kalmaktır. İnsanlardan, ilk inzar ettiğim kimseler sizlersiniz. Ben sizi, dile kolay gelen, mizanda ağır basan iki kelimeye davet ediyorum ki, o da: Allah'tan başka hiçbir ilah olmadığına ve benim de Allah'ın kulu ve resulü olduğuma şehadet etmenizdir.Yüce Allah, sizi buna davet etmemi bana emir buyurdu. Ey Abdulmuttalib oğulları! Ben, özel olarak size, genel olarak da bütün insanlara peygamber gönderildim. Hanginiz bu yolda kardeşim ve sahibim olmak üzere bana bey'at eder?' buyurdu ve üç kere bu teklifini tekrarladı, hiç kimse ayağa kalkmadı, her üçünde de ben kalktım. Rasulullah bana otur dedi. Ya Rasulallah! Bunların yaşça en küçükleri olsam da sana ben kardeş ve yardımcı olurum dedim. Hepsi sustular. Sonra elini benim elimin üzerine koyup, içinizde bu benim kardeşim, vasim ve vekilimdir, onun sözlerini dinleyiniz ve kendisine itaat ediniz…dedi. Davetliler gülüşerek ayağa kalktılar ve Ebu Talib’e; ‘bak, sana oğlunu dinlemeni emrediyor. ona itaat et’ dediler…. “ (İbni İshak, İbni Esir)

"Sen, ilkin en yakın hısımlarını uyar" mealli ayet nazil olduğu zaman; Rasulullah (sav) bir gün Safa tepesine çıkıp yüksek sesle “Ey Kureyş cemaatı!” diye bağırarak Kureyşlileri oraya toplar. Kureyşliler toplandıktan sonra onlara kendisinin peygamber olarak gönderildiğini bildirir ve İslam’ı tebliğ eder. Her kabileye bizzat ismiyle seslenerek : “Yüce Allah; en yakın hısımlarımı azab ile korkutmamı bana emretti. Sizler La ilahe illallah=Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur demedikçe, ben size ne dünyada bir yarar, ne de ahirette bir nasip sağlayabilirim. Ey Kureyş cemaati! Kendinizi cehennem ateşinden kurtarınız” diye buyurdu. Ancak Ebu Leheb burada da Peygamberimize (sav) engel olmaya çalıştı ve O’na atmak için eline bir taş alıp “Yuh sana! Sen bugün bizi bunun için mi topladın?” diyerek bağırdı. (İbni Sa’d, Kurtubi tefsiri)

Rasulullah (sav) tebliği açıktan yapıyordu ancak yapılanma tamamen gizliydi. Nübüvvetin 3. yılından, 6. yılına kadar devam eden bu dönem AÇIKTAN TEBLİĞ, GİZLİDEN YAPILANMA dönemi idi. Yani hareket yarı açık idi. Bu yüzden inananların çoğu inançlarını gizliyorlardı. Buna rağmen inancını açığa vuran bazı sahabeler de vardı. Rasulullah (sav), bunlar da dahil, hepsine gizli kalmalarını söylediği halde kesin emir vermediği için bunlar inançlarını açığa vurmayı tercih etmişlerdi. Bu dönemde tebliğ, iki ana konuyu oluşturuyordu. İman ve Rasulullah’a (sav) bağlılık.

Rasulullah (sav) tebliği açıktan yapmakla birlikte, Müşriklerin tuttuğu yolun yanlışlığını açıkça ortaya koyuyor ve putlarını yeriyordu. Rasulullah’ın (sav) tebliği açıktan yaptığı ve inananlardan da bir kısmının kendilerini açığa vurdukları bu dönemde, inanmayanlar ve iktidarı ellerinde bulunduranlar, İslam’ın gelişmesini ve Müslümanların çoğalıp güçlenmesini engellemek için baskı ve şiddet yoluna baş vurdular. Başta Rasulullah (sav) olmak üzere tespit edilen Mü’minler her türlü baskı ve işkencelere maruz bırakılıyorlardı.


Bir gün Mekke’nin ileri gelenleri kendi aralarında toplanıp, Peygamberimizin amcası ve aynı zamanda O’nun hamiliğini yapan Ebu Talib’in yanına gittiler ve Peygamberimizin yaptıklarını ona şikayet ettiler. Peygamberimizin kendi dinlerini yermemelerini, putlarını kötülememelerini isteyip Ebu Talib’in O’nu engellemesini istediler.

Ebu Talib’in bu konuda bir şey yapmadığını gören Müşrik ileri gelenleri, bu sefer tekrar ona gidip; “Ey Ebu Talib! Sen aramızda yaşça, şeref ve mevkice bizden ileridesin! Biz senden kardeşinin oğlunu bizimle uğraşmaktan men etmeni istemiştik. Sen onu bizimle uğraşmaktan men etmedin! Biz, vallahi artık onun atalarımıza dil uzatmasına, akıllarımızı akılsızlık saymasına, ilahlarımızı yermesine katlanamayacağız! Sen ya onu bizimle uğraşmaktan vaz geçirirsin, yada iki taraftan birisi yok oluncaya kadar onunla da, seninle de çarpışırız” dedikten sonra dönüp gittiler.

Bu işten endişelenmeye başlayan Ebu Talib, Peygamberimizi çağırıp onunla konuştu. Kendisine : “Ey kardeşimin oğlu! Kavminin ileri gelenleri bana geldiler. Senden bana şikayetlendiler, beni çok üzdüler. Atalarına dil uzatmak, ilahlarını yermek. gibi onların hoşlanmayacakları şeylerden vazgeç. Hem bana, hem kendine acı. Güç yetiremeyeceğim, altından kalkamayacağım bir işi bana yükleme” dedi. Peygamberimiz (sav); Ebu Talib’in fikir değiştirdiğini ve artık kendisine yardım etmeyi bırakacağını sanarak: “Ey amca! Vallahi bu işi bırakmam için Güneşi sağ elime ve Ayı sol elime koysalar da, Allah onu üstün kılıncaya yada ben bu yolda ölüp gidinceye kadar bırakmam” dedi. (İbni İshak, İbni Hişam)

Bu arada Rasulullah’ın (sav) davetini kabul edip O’na katılan ve belli olan Müslümanlar, Mekkeli müşrikler tarafından çeşitli işkencelere tabi tutuluyorlardı. Kimi evlerde hapsediliyor, kimine her gün kaba dayak atılıyor, kimi ateşe atılıyor, kimi taşların altına alınıyordu. Rasulullah’ın (sav ) öldürülmesi için de ödül koymuşlardı. Hz. Hazma (ra), Rasulullah’a (sav) Kabe’nin yanında yapılan ağır hakaret üzerine Ebu Cehil’e vurmuş ve kendisinin de Müslüman olup Rasulullah ile birlikte olduğunu ilan etmişti. Hz. Ömer (ra) da, Rasulullah’ın (sav) canına kast etmek için O’nu (sav) ararken bacısının evine uğramış, kalbi yumuşamış ve Habbab b. Eret ile Rasulullah’a (sav) gidip Müslüman olmuştu.

Tüm bunlara rağmen, Mü’minlerin sayısının azlığı, yapının kamilen tamamlanmadığı ve güç dengesi oluşmadığı için savunmaya dahi izin verilmiyor ve sadece sabır tavsiye ediliyordu. Ancak tebliğden vazgeçilmiyor ve Rasulullah’a (sav) bağlılıktan ödün verilmiyordu. Bununla birlikte, iktidar sahibi müşriklerin memnuniyet yada kızgınlıkları dikkate alınmıyor, baskı ve işkenceler kalksın diye tebliğ edilen konularda tadilata veya ara verme yoluna gidilmiyordu. O dönem için söylenmesi gereken konular söyleniyordu ama her ne söyleniyorsa Kur’ani ifadelerle doğru söyleniyordu.

Biz bu dönemi özellikleri itibariyle maddeler halinde sıralarsak şu sonuçlar ortaya çıkar.

1-Yapı gizli tutulmuş, ancak tebliğ açıktan yapılmıştır.

2-Kararlı, dinamik ve istikrarlı olması için, yapının disiplini ve eğitimi üzerinde ciddiyetle durulurken, özellikle cemaatin güçlenmesi için çaba sarf edilmiştir.

3-Tebliğe ağırlık verilerek (bireyle birlikte) toplum muhatap alınmıştır.

4- Tebliğde;

a) Öncelikle iman esasları olmak üzere, İslam net olarak ifade edilmiştir.

b) Müşriklerin inançları açıkça reddedilmiş ve eleştirilmiştir. (Yerilmiştir)

c) İmana ve Rasulullah’a (sav) bağlılığa, aynı zamanda Rasulullah önderliğinde oluşan birliğe (yani cemaate) katılmaya davet edilmiştir.

5-Baskı ve işkencelere karşı sabır ön plana çıkarılmıştır.
Ekleme Tarihi: 29.08.2008 - 10:25
kiyam_mesalesi üyenin diğer mesajları kiyam_mesalesi`in Profili kiyam_mesalesi Özel Mesaj Gönder Sayfanın başına dön
Konu: HZ. MUHAMMED’İN HAYATINA BAKIŞ (nebevi hareket metodu)
kiyam_mesalesi su an offline kiyam_mesalesi  
HZ. MUHAMMED’İN HAYATINA BAKIŞ (nebevi hareket metodu)
14 Mesaj -
Allah’ın adıyla !

Hamd, alemlerin Rabbına, salat ve selam O’nun Rasulüne, aline ve ashabına olsun.

Hz. Muhammed (sav); Allah’ın (cc) Rasulü olması hasebiyle ferdi, ailevi ve sosyal olarak hayatının her yönüyle Müslümanlar için örnektir. Çünkü Allah (cc) tarafından peygamber olarak seçilmiş ve insanlara İslam dinini tebliğ edip hayatlarında nasıl yaşayacaklarını öğretmek üzere görevlendirilmiştir.

Rasulullah (sav) bir beşer olmasına rağmen, İslam dinini tebliğ edip yaşayarak gösterdiği için, dinin emir ve yasaklarına beşeri herhangi bir şey katılmasın diye Allah (cc) onu her türlü hata ve yanlışlıktan muhafaza etmiştir. Böylece Rasulullah (sav), sözleri ve davranışlarıyla İslam dininin bir kaynağı ve Müslümanlar için uyulması gerekli örnek bir şahsiyet olmuştur.

Bu bakımdan Rasulullah’ın (sav) hayatının her yönüyle öğrenilmesi ve tatbik edilmesi, Müslümanlar için son derece önemlidir. Zira O’nun (sav) hayatı, Kur’an demek, İslam dininin insan hayatındaki pratiği demek, Müslümanların uymakla mükellef olduğu İslami yaşam biçimi demektir.

Rasulullah’ın (sav) hayatını her yönüyle ele alıp incelemek geniş ve uzun bir çalışmadır. Biz burada, O’nun (sav) hayatının bazı bölümlerini alıp özet halinde sunmaya çalışacağız.


Rasulullah’ın (sav) hayatını;

O’nun Ahlakı (Aile ve toplum içinde ortaya koyduğu örnek hayatı)

O’nun Mücadelesi (Tevhid mücadelesinde ortaya koyduğu örnek hayatı) şeklinde iki ana başlık halinde mütalaa edebiliriz.

Biz burada Rasulullah’ın (sav) hayatını Tevhid Mücadelesi açısından ele alıp değerlendirmeye çalışacağız inşaallah.

RASULULLAH’IN (SAV) TEVHİD MÜCADELESİ



Rasulullah (sav), Allah’ın (cc) emirlerini insanlara tebliğ etmekle ve yaşantısında gerek ibadi, gerek ahlaki ve gerekse siyasi açıdan pratize edip yol göstermekle vazifeli kılınmıştı. Dolayısıyla söz ve hareketleriyle bir bütün olarak Allah’ın (cc) murakabesinde bu ulvi vazifesini ifa ediyor, kendi heva ve hevesinden bir şey yapmıyordu.

“O, kendiliğinden konuşmamaktadır. Onun konuşması ancak, bildirilen bir vahy iledir.” (Necm 3,4)

Bu nedenle O’nunla (sav), kıyamete kadar gelecek olan bütün Müslümanlara örnek teşkil edecek bir hayat ortaya konmuş oluyordu. Müslümanlar, hayatlarını yaşarlarken O’nu örnek alacak ve O’nun yolunu sürdüreceklerdi.

“Ey iman edenler! And olsun ki, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok anan kimseler için Rasulullah en güzel örnektir.” (Ahzap 21)

Muhammed (sav), Allah’ın (cc) son peygamberidir. Ondan sonra artık bir peygamber gelmeyecektir. Vahiy kesilmiştir. O’nunla gönderilen Kur’an da son kitaptır ve ondan sonra artık bir kitap gelmeyecektir. Ancak Muhammed’in (sav) irtihalinden sonra hayat bir müddet daha devam edecek. O’nun ümmeti İslam dinini tatbik etmekle, iyiliği emir ve kötülüğü nehiy etmekle görevli kılınmıştır. Yani tevhid mücadelesini kıyamete kadar sürdürecektir. Dolayısıyla Allah (cc); tevhid mücadelesi açısından da Rasulullah’ın (sav) hayatında, kendisinden sonra gelecek olan Müslümanların örnek alıp uyacakları bir yol ve sünnet ortaya koymuştur.

Rasulullah’ın (sav) hayatına ve pratik uygulamasına tevhid mücadelesi ve hareket metodu açısından baktığımızda, özellikleri itibariyle altı döneme ayırmak mümkündür.


1. DÖNEM : TAM GİZLİLİK



Rasulullah (sav) risalet vazifesini aldığı zaman tebliğ ile işe başladı ve bunu gizli yaptı. Çünkü daha yalnızdı. Tebliğin önünün kesilmemesi için evvela güvendiği, sır saklayabilen yakınlarından ve yakın çevresinden işe başladı. Onlara da, işi gizli tutmalarını söyledi. Bu arada inananlar gizlice toplanıyor ve inen ayetler çerçevesinde Rasulullah’tan (sav) İslam’ı öğreniyorlardı.

Bir yandan da rengi, dili, kavmi, kabilesi ve konumu ne olursa olsun, imanı temel alan, kardeşlik esasına dayanan ve Rasulullah (sav) önderliğinde bir araya gelen yeni bir topluluk (cemaat) oluşuyordu. Bu cemaat, İslam toplumunun çekirdeğiydi ve büyüdükçe İslam toplumu şekillenecekti. Bu dönemde tebliğ de yapılanma da tamamen gizli idi. Yani bu dönem, TAM GİZLİLİK dönemi idi. Bu dönem, nübüvvetin 0-3 yıllarını kapsamaktadır. Yani, ilk üç yıllık dönemdir.

Bir gün Hz. Ali, Peygamberimiz (sav) ile Hz. Hatice'nin namaz kıldıklarını görünce, "Nedir bu?" diye sordu. Peygamberimiz (sav) : “Bu; Allah'ın kendisi için seçtiği, peygamberlerini onunla göndermiş olduğu dinidir. Ben seni bir ve tek olan Allah'a imana ve O'na ibadete; ne yarar, ne de zarar veremeyecek olan Lat ve Uzzayı inkara davet ediyorum” diye buyurdu.

Hz. Ali: “Ben bu dini bugüne kadar hiç işitmedim.” Ben babam Ebu Talib'e söylemedikçe ve ona danışmadıkça bir iş yapamam.” Dedi.

Peygamberimiz (sav) ; peygamberlik işinin, açıklanmasından önce yayılmasını istemediğinden: “Ey Ali! Sana söylediğimi yaparsan yap, yapmayacak, Müslüman olmayacaksan, sana söylediğim bu işi gizli tut, açığa vurma” buyurdu. (İbni İshak, İbni Esir, Beyhaki)

Bu dönemde gizlilik ve bireyin muhatap alınması dikkat çeken iki temel unsurdur.

Davet, ta başından beri alenen yapılsa ve toplum muhatap alınsa, gerek kemiyet, gerek keyfiyet ve gerekse imkanların azlığı ve yetersizliği açısından mukavemet gösterilemez, iş başlamadan sona ermiş olur. Çünkü İslam düşmanları İslam davasına ve davetçilere fırsat vermezler.

Bu nedenle; İslam davetçilerinin işin başında, İslam düşmanlarına karşı mukavemet gösterebilecek kemiyet ve keyfiyete ulaşıncaya kadar işi gizli tutmaları, Rasulullah’ın (sav) İslam’a davet metoduna muvafıktır. Böylelikle dava ve davetçiler daha işin başında hedef olmaktan ve darbe yemekten korunmuş olurlar.

İşin gizli tutulması, İslam tebliğ vazifesine önce en yakınlardan ve en güvenilir, sır saklayabilen bireylerden başlanması ve zarar verecek olan kimselere karşı aleni yapılmaması demektir. Tebliği kabul edenler arasında İslam kardeşliğinin tesis edilmesi ve bu kardeşlerin İslam ilmi, akidesi, ahlakı, ibadeti, kültürü ve yaşam tarzı ile ilgili eğitilmesi ve yetiştirilmesi, tebliğin ana hedeflerindendir. Nitekim Rasulullah’ın (sav) tevhid mücadelesindeki ilk dönemde bunlar en güzel şekliyle pratize edilmiştir.

Bu bakımdan biz bu dönemi özellikleri itibariyle maddeler halinde sıralarsak şu sonuçlar ortaya çıkar.

1-Tam gizlilik içinde hareket edilmiştir.

2-Tebliğ, çalışmaların esasını oluşturmuştur.

3-Tebliğe; güvenilen, sır saklayabilen yakınlardan ve yakın çevreden başlanmıştır.

4-İman edenler arasında, İslam kardeşliğine dayalı bir cemaat oluşturulmuştur.

5-Cemaat üyeleri, vakit geçirilmeden gerekli eğitime tabi tutulmuştur.

Ekleme Tarihi: 29.08.2008 - 10:23
kiyam_mesalesi üyenin diğer mesajları kiyam_mesalesi`in Profili kiyam_mesalesi Özel Mesaj Gönder Sayfanın başına dön
Konu: İBRET ALMAK MÜMİNİN SERMAYESİDİR
kiyam_mesalesi su an offline kiyam_mesalesi  
İBRET ALMAK MÜMİNİN SERMAYESİDİR
14 Mesaj -
Mümin kullar her hadiseden, her olaydan kendini Allah’a yaklaştıracak ibretler çıkarmasını ve bunları Allah namına pratiğe dökmesini bilen kişilerdir. İşte bunlardan bir tanesi öykü bu ya anlatılır;

4 MAHALLELİ KASABA



Küçük bir kasabanın dört ayrı mahallesi varmış. Birinci mahallede Evetama'lar yaşıyormuş. Evetama'lar ne yapılması gerektiğini bildiklerini düşünürlermiş. Yapma zamanı geldiğinde ise "evet, ama" diye yanıtlarlarmış. Yanıtları hep yanlış olurmuş. Suçu başkalarına atmakta da ustaymışlar.

İkinci mahallede Yapıcam'lar yaşarmış. Ne yapacaklarını bilirlermiş. Kendilerini yapacakları şeye adım adım hazırlarlarmış, ama yapacakları sırada şanslarını kaçırdıklarının farkına varırlarmış. Bu mahallede insanların dizleri dövülmekten yara bere içindeymiş. Yaşamı ertelememek için verdikleri kararı bile ertelerlermiş.

Üçüncü mahallede yaşayan Keşkeci'lerin, hayatı algılama güçleri mükemmelmiş. Neyin yapılması gerektiğini daima en isabetli şekilde bilirlermiş ama, her şey olup bittikten sonra. Keşke'cilerin de başları hep kanarmış, duvarlara vurmaktan.

Kasabanın en yeşil bölgesinde, en güzel evlerin olduğu mahallede ise iyikiyaptım'lar otururmuş. Keşkeci'ler bu mahallede yürüyüşe çıkar, etrafa hayranlıkla bakarlarmış. Yapıcam'lar Keşkeci'lerle birlikte bu mahallede yürüyüşe çıkmak ister ama bir türlü fırsat bulamazlarmış. Evetama'lar ise mahallenin güzelliğini görmek yerine, ağaçların gölgelerinin yeterince geniş olmadığından, güneşin daha erken saatte doğması gerektiğinden şikayet ederlermiş. İyikiyaptım mahallesindeki insanların kusuru da, beyinlerinde mazeret üretme merkezlerinin olmayışıymış.

Bu öykü son zamanlarda İslam Cemaatini karalamaya çalışanların ruh halini yansıtmaktadır. İslama ve Müslümanlara hizmet namına bir şey yapamayanların yapacağı tek şey elbetteki hizmet edenleri karalamadır. Bu Hz. Adem’den günümüze kadar devam edegelmiş bir nefs-i emmare ürünüdür. Ama Elhamdulillah Müslüman halkımızın göstermiş olduğu basiretli tutum ve olgunca tavır, şer güçlerinin oynadıkların oyunları başlarına geçirmiştir. Bu tip kötü karakter oyuncularının memleket evlatları olmadıklarını gördük. Üstlendikleri çirkin oyunları dahi iyi oynayamadıklarını ve kaçarak ecnebi ellerinde Hahamlık yaptıklarına şahit olduk.

Bu bilinen bir gerçektir ki; tüm hareketlerde kazanımlar olduğu gibi kayıplarda olagelmiştir. Bununla birlikte yapılar, hareketler kazanımlarını halklarıyla paylaştıkları gibi kayıplarının da izalesine giderler, o eksikliklerini gidermenin çaresini düşünürler, ama bu hiçbir zaman Evetamacılar veya Yapıcamcılar ve Keşkeciler’in göstermiş olduğu tür ve davranışlar olmamalıdır.

İslami Camia içinde en acıklı durum ve duruş şudur ki; Bana karışmayan yılan bin yıl yaşasın görüşünün hala zinde oluşudur. Öyleyse ellerimizi açalım ve Rabbimizden dileyelim; Ey Rabbimiz! Bizlere hakkı hak olarak tanıt ve hakkı yaşamayı nasip eyle, batılı batıl olarak tanıt ve bizi ondan uzat tut.

Genelde İslam Ümmetinin, özelde İslami Cemaatlerin bugün içine düştüğü içler acısı durum yukarda anlatılan öykünün somutlaşmış bir hali görünümündedir. Her Müslümanın bundan çıkarması gereken ibretleri en güzel şekilde çıkarması dileğiyle



HAYAT VE HÜRRİYETİN GERÇEK SAHİPLERİNE SELAM OLSUN.




Bu mesaj 1 kez ve en son kiyam_mesalesi tarafından 29.08.2008 - 10:13 tarihinde değiştirilmiştir.
Ekleme Tarihi: 29.08.2008 - 10:12
kiyam_mesalesi üyenin diğer mesajları kiyam_mesalesi`in Profili kiyam_mesalesi Özel Mesaj Gönder Sayfanın başına dön
Konu: HİCABIN TOPLUMSAL ETKİLERİ
kiyam_mesalesi su an offline kiyam_mesalesi  
HİCABIN TOPLUMSAL ETKİLERİ
14 Mesaj -
Hicap, Müslüman kadınlar için dini ve şer’i bir emir olmakla birlikte aynı zamanda insanoğlunun toplumsal ihtiyaçlarından biridir. Hicap sağlıklı bir toplumun oluşumunda derin ve kapsamlı bir etki oluşturabilmekte, hicapsızlık ise, toplumsal kültürde oluşturacağı bozuk etkilerin yanı sıra, ekonomi ve siyasette de önemli oranda zararlara yol açar. Kadın, hicabına sahip çıkmakla, sağlıklı toplumsal irtibatlarda, insani ve manevi değerleri korumada güçlü bir etkiye sahip olabilir. Bundan dolayı hicap, Müslüman kadının kimliğinin en açık ve belirgin göstergesidir.

Sömürgecilerin istilasına uğradıktan sonra hicabın ortadan kalkması veya zayıf bir hal almasıyla İslam ülkelerinin içler acısı durumu ve hicapsızlığın toplumda yol açtığı zararları açıkça görmekteyiz. Bu yazıda hicabın etkilerinden bazılarına değineceğiz:


[red]1- Aile Temellerinin Sağlamlaştırılması


Toplumda hicaba riayet etmenin ilk etkileri, toplumun en küçük birimi ve en önemli temeli olan ailenin muhkem ve sağlam temellere dayanmasına yol açar. Evin dışında hicaba ve örtüye kamil şekilde riayet etmekle, kadın ve kocasının herimi (kutsal olan, korunan yer) korunduğu gibi aile köklü bir zemine oturur.

Allah Teala Nur suresinde konuyla ilgili şunları buyurmaktadır: İnanan kadınlara da söyle: "Bazı bakışlarını kıssınlar, ırzlarını korusunlar. Süslerini göstermesinler. Ancak kendiliğinden görünenler hariç. Baş örtülerini (göğüs) yırtmaçlarının üstüne koysunlar…” (Nur, 31)

Kuran-ı Kerim, kadınların ellerinin dirseklerinden parmaklarına kadar olan bölümü ile yüzleri hariç bütün bedenlerini örtmelerini emretmektedir. Bu emir, kadın ile kocasının arasında samimi bağların kurulmasına sebep olup cinsi lezzetleri evin ortamıyla ve evlilik sınırlarıyla çevrelemektedir. Sonuçta kadın ve kocası arasındaki bağların sağlamlaşmasına, bunların neticesinde ailenin sağlam temeller üzerinde oturmasına sebep olur.

Toplum içinde kadınların süslenip uygun bir şekilde örtünmemeleriyle oluşturdukları cinsi cazibelik, ailesel hayatlarını ve toplumun diğer fertlerinin hayatını tehlikeye atmaktadır. Bu durum ailelerde derin ihtilafların oluşmasına zemin hazırlamaktadır. Hicaba riayet etme veya etmemede ilk fayda veya zarar şahsın kendisine dönmektedir. “Kim hayra yönelik bir iş yaparsa kendi lehinedir. Kötülük yapan da kendi aleyhine yapmış olur. (Casiye, 15)

Hicapsızlığın ve çıplaklığın artması, laubaliliğe ve boşanmalarda önemli artışa yol açmakta, bunun karşılığında evliliklerde düşme olduğu gibi ailelerdeki sağlıklı irtibatlar gittikçe zayıflamaya başlamaktadır. Hicapsız kadınların ölçüsüz hareket ve irtibatları, toplum içerisinde süslerini ortaya çıkarmalarıyla, sorumluluklar, sınırlamalar ve ağır mesuliyet olan evlilik çok pahalı bir iş olarak ortaya çıkmakta, evliliklere duyulan alaka önemli ölçüde azalmaktadır.

Neticede, gençlerin evliliğe ilgi duymamalarıyla toplumun ahlaki sağlığı tehlikeye girmekte ve fesat gittikçe yaygınlaşmaktadır. Bu fesat dalgası eski-yeni pek çok aileyi önüne alıp sona doğru götürmektedir. Evlilikleri birbirlerine karşı besledikleri aşkla başlayan kadın ve erkekler, toplumu saran laubalilik ve cezp edicilik karşısında yeni ve değişik şeylerin peşine takılmakta, zaman geçtikçe kendi ailelerinde heyecan ve cazibe bulamamaktadırlar.

Hicapsızlıkla toplumun yapısını bozmaya çalışanların karşısında Kuran’ın ipine sarılan ve İslami ahlakla donanmış insanlar kendilerini rahatlıkla muhafaza edebilirler. “(Resulüm!) Mümin erkeklere, gözlerini (harama) dikmemelerini, ırzlarını da korumalarını söyle. Çünkü bu, kendileri için daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarından haberdardır.” (Nur 30)

2- Psikolojik (Ruhi) Rahatlık (Sükunet):

Hicap ve iffetin toplumdaki ikinci etkisi, ruhi rahatlamaya yol açıp içsel alevlenmeyi engellemesidir. Kadınların örtünmemeleri ve erkeklerle ölçüsüz irtibatları cinsi alevlenme ve heyecanlanmaları arttırdığı gibi, bu felakete kapılma durumunda insanlarda oluşan büyük huzursuzluk ruhta oluşan bir hastalık gibi insanı her gün daha çok başkaldıran ve isyan eden bir şekle dönüştürmektedir. Bu meyil sadece cinsi alanlarla sınırlı kalmamakta, aynı zamanda sınırsız ruhi bir bunalıma yol açtığından beden buna ayak uydurmaya güç yetirememekte. Neticede mahrumiyet hissi ve ruhsal kompleksler şahsın ruhi dengesini altüst etmektedir. Yeni yapılan bazı araştırmalar; cinsi güdüler tahrik edildiğinde onların sükunete ulaşmaları için uygun meşru ortamdan yoksun olunursa, şahsın büyük ruhi bunalımlara girdiğini ortaya koymaktadır. Bu esnada sıkıntı veren zehirli hormonlar kana sızmaya başlar. İrtibat kanallarıyla bütün bedene bağlı olan beyin, hipofiz bezlerinin yardımı ve hipotalamus merkezinin emriyle söz konusu zehir, bir ile on saniye içerisinde bütün bedene yayılır.[1]
3- Kadının Asaletinin Korunması

Kadının şahsiyetinin ve asaletinin korunması hicap ve örtü vasıtasıyla gerçekleşebilir. Kadınların büyük çoğunluğu, kendilerine cinsi açıdan yönelecek bakışlardan ve bedensel dış güzelliklerinin görünmesinden çok, faziletleriyle ve istidatlarıyla tanınmak isterler. Dış güzelliklerinden dolayı kendilerine değer verilmekten ve cezp edecek dış güzelliklerinin altında kaybolacak pek çok faziletlerinden çok, İnsani şahsiyetlerinden dolayı toplumda bir konumlarının olmasını isterler.

İslam, bugünkü dünyanın bakış açısıyla kadının mal gibi kullanılmasını, farklı ticari malları pazarlamak için müşteriyi cezbeden kadınımsı bir rabıta aracı olmasını kabul etmemektedir. Bunlardan dolayı kadının gerçek kimliğinin sadece İslami hicapla korunabileceğini ileri sürmektedir. Tabii olarak ahlak, ilim, bilim, basiret ve asaletle tanınmak isteyen kadınlar hiçbir şekilde kendilerini hevesperestlerin, sömürgecilerin, siyasetçilerin ve ekonomistlerin oyuncağı haline getirmedikleri gibi, gösterişe ve süslenmeye de ihtiyaç duymazlar. Buna karşılık insani kimliklerinden faydalanmayan, manevi ve ahlaki sermayeleri bulunmayanlar, bu eksikliklerini düş görüntülerini teşhir ederek gidermeye çalışırlar. Bunlar insan olarak değil, sadece kadın olarak anılırlar. İstidat ve kabiliyetleri olsa da asla meyve veremezler.

Hz. Ali (ra) konumuzla ilgili şöyle buyurmaktadır: “İnsani şahsiyet ve asaletle olgunlaşamamış kişileri hıyanet ve anlamsız hayat terbiye eder”

Kuran-ı Kerim hicabı, kadının asaleti ve hürmetinin korunma sebebi olarak sayıp bu konuda şöyle buyurmaktadır: Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve müminlerin kadınlarına, dışarı çıkarken üstlerine örtü almalarını söyle; bu, onların hür ve namuslu bilinmelerini ve bundan dolayı incitilmemelerini daha iyi sağlar. Allah bağışlar ve merhamet eder. (Ahzab, 59)

İslam’a göre hicap, sadece vücudu örtme manasını içermemektedir. Kuran-ı Kerim hoş bir beyanla buna açıklık getirmektedir. “Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler, iffetlerini korusunlar...” “Yahfizne” tabiriyle hedef korumaktır. Örtme olmadan korumanın manası yoktur. Yani kendini örtebilir, fakat bakışlardan ve tehlikelerden korunamayabilir. İnsanlar, hicapsız kendilerini koruyabileceklerini iddia edemeyecekleri gibi, her asılan örtünün de koruyacağını iddia edemezler.

Hicap Felsefesi

Kuran-ı Kerim, hicabın sebep ve felsefesini şu ifadelerle beyan eder: “...bu, onların hür ve namuslu bilinmelerini ve bundan dolayı incitilmemelerini daha iyi sağlar...” (Ahzab 59) Çünkü onlar toplumda, iffet ve asaletin timsalidirler. Bu ayetle ilgili şu tefsire yer verilmektedir: Bütün bedenin örtülmesiyle kadınlar, hicap, iyilik, temizlik ve iffete daha çok yakınlaşmaktadırlar. Neticede, bu unvanla tanındıkları zaman kendilerine eziyet edilmez. Yani fasıklar onlara ilişmez.[2]

Kuran-ı Kerim’in hicapla ilgili beyan ettiği bu felsefi yaklaşımı günümüz beşeri toplumlarında gözlemek mümkündür. Batı ülkelerinin eğitim kurumlarında, fabrikalarında, mağazalarında ve daha başka yerlerde kadınların tecavüze uğradığı ve haraç ödediklerine çok fazla tanık olunmaktadır. Birçok kadın çalıştığı iş yerinde işçiler veya idarecilere haraç ödeme, cinsi saldırılara maruz kalma, korku ve tehditle karşılaşmaktadır. Yapılan araştırmalar, sanayisi gelişmiş ülkelerde kadınların cinsi eziyet ve saldırılardan dolayı her on kadından birinin işini terk etmek zorunda kaldığını ortaya koymaktadır. İşverenler tarafından cinsi saldırılara uğrayan kadınların genelde ruhi bunalım yaşadıkları müşahede edilmiştir. 23 ülkede yapılan araştırmalar üzerine hazırlanan Birleşmiş Milletler raporu; bu tür rahatsız etmelerin gittikçe artmakta olduğunu belirtmektedir. Cinsi saldırılara uğrayan çalışan kadınların % 60’ı, kendi izzetlerini korumak için bu tür rahatsızlıkları şikayetten kaçınmaktadırlar.

Bütün bunlardan öte, hicap, kadının kendi kendine değer kazanmasına ve mevkiinin yükselmesine yol açar. Hicap, zariflik ve tazeliği korumak için kullanıldığından toplumun temiz olmayan gözlerinin önünde solmaya terk edilmemektedir. Kuran-ı Kerim, cennetin büyük nimetlerinden biri saydığı cennetin kadınlarını hicap vasfıyla zikretmekte ve hiç kimsenin elinin onlara deymediğini beyan etmektedir: “Sedefte saklı inciler gibi” (Vakıa 22) “Orada, bakışlarını yalnız eşlerine çevirmiş, daha önce ne insan ve ne de cinlerin dokunmuş olduğu eşler vardır.” (Rahman 56)

4- Kadınların Sağlıklarının Korunması

Toplumda hicaba riayet etmenin önemli etkilerinden biri de farlı hastalıkların önüne geçmek ve sağlığın korunmasıdır. Kadınların uygun şekilde örtünmemeleriyle meydana gelen cinsi başıboşlukların doğurduğu ruhi etkilerle cinsi problemleri beraberinde getirmekte. Bu problemlerin ve hastalıkların faili bizzat insanın kendisidir. Örneğin, insanlığın başıboşluğunun eseri olan Aids hastalığının önüne geçmek için her yıl milyarlarca dolar para harcanmaktadır. Ahlaki kıstaslara riayet etmeyen ve dinden mesafe alan toplumlarda bu hastalığın müptelaları oldukça fazladır. Ahlakın yerleşik, hicabın da yaygın olduğu ülkelerde bu hastalığa yakalanmış insanlar oldukça azdır. Batı kültürü, çıplaklık ve başıboşluğun yaygınlaştığı yerlerde bu hastalığın da aşırı derecede arttığı görülmektedir. Bütün bunlar asrımızın cahiliyesi insanlarının eliyle oluşmaktadır.
5- Dış Güçlerin Nüfuzuna Karşılık İslam Toplumunun Sağlamlaştırılması:

Bugün bir hastalık gibi yaygılaşan çıplaklıktan kurtulma ve hicabın en önemli etkisi, toplumun korunması ve muhkem hale getirilmesindeki tesiridir. İslam ülkelerinde hicapsızlık ve artan çıplaklık, dış güçlerin bu ülkelerdeki tasallutunun en önemli sebeplerinden birini oluşturmaktadır.

İslam ülkelerindeki büyük insani kaynakları ve ekonomiyi istismar etmek isteyen sömürgeciler, öncelikle bunları içten hazırlamaya başladılar. İlk olarak dini kimliklerinin yok edilmesi gerekiyordu. Hicap, onun değerli ve güçlü işaretlerinden biriydi. Bu nüfuzun gerçekleşmesi için kadınlar en iyi seçimdi. Zira kadınlar, erkeklerden daha çok dünyanın zahiri görüntüsüne tutunmuş olup duygusal yönleri daha kuvvetlidir: “Yoksa onlar, süs ve ziynet içerisinde yetiştirilip de mücadelede erkek gibi kendisini savunmaya açık olmayan kızları mı O'na isnat ediyorlar?” (Zuhruf 18)

Kuran-ı Kerim, genelde kadınlarda görünen ve onların duygusallığından kaynaklanan iki özelliği ortaya koymaktadır. Bunlardan birincisi onların ziynet ve süse duydukları şiddetli ilgi, ikincisi ise çekişme ve mücadelede maksatlarını ispat için yeterli güce sahip olamamaları. (Delil getirme güçlerinin zayıflığı)

İslam ülkelerinde faaliyet yürüten sömürgecilerin seçkin casusları, Müslüman toplumların yaşadığı ülkelerde hakim olan kültürü tanıyarak, onların İslami kültürlerine önemli ölçüde sızmanın ve nüfuzun bu yolla olabileceği teşhisinde bulunmuşlar. İngiltere’nin eski casusu Hamfer, hatıratında bu konuyu şu sözlerle dile getirmektedir: “Müslüman kadınların hicaptan sıyrılmaları ve gönüllüce giydikleri çarşaflarını terk etmeleri için bu alanda olağanüstü çalışma sergilemeliyiz. Tarihi dayanakların tanıklık ettiğini ileri sürüp, bunun kesinlikle İslami bir giysi olmadığını, kadınların Abbasiler devrinde örtünmeye başladığını anlatmalıyız. Çarşafın, İslam’dan önceki İran’ın eski bir giysisi olduğunu, abanın da Abbasi halifelerinin Müslüman kadınlar için geliştirdiği bir gelenek olduğunu dile getirmeliyiz. Kadınları çarşaf ve abadan sıyırdıktan sonra gençleri, onların arkalarına takılmaları için tahrik etmeli, böylece Müslümanların arasında fesadın artmasının yolunu açmalıyız. Bu planların daha iyi işlemesi için öncelikle Müslüman olmayan kadınları hicaptan arındırmalıyız ki Müslüman kadınlar hicapsızlığı onlardan öğrensinler”[3]

Batı dünyasının bu ülkelerdeki hakim kültürü tanımasıyla, hicap ve iffet bilincinin karşısında durup insanları siyasi ve toplumsal olaylar karşısında duyarsızlaştırmayı, kadınların cinselliklerinden istifade ederek ve hicapsızlığı yaygınlaştırarak değerlerin önüne geçilmesine yol açarak mahrum milletlere nüfuz edip onları rahatlıkla sömürmeyi hedefliyorlardı. Bütün faaliyetlerini kadınların hicaptan uzaklaştırılması üzerine yoğunlaştırıp, kadınların özgürlüğü, katılımları ve gelişmeleri sloganlarıyla onları iffet ve namus gibi İslami geleneklerden uzaklaştırmaya çalıştılar. Bu durum toplumun farklı kesimleri arasında iffetsizlik ve laubaliliğin artmasına, tedrici olarak da insan şahsiyetinin ölmesine ve dini gayretin yok olmasına yol açtı.

Batı dünyasının, kadınların özgürlüğü, ilerlemeleri ve gelişmeleri sloganlarıyla hicabın yok edilmesi ve kadınların iffet sınırının dışına çıkarılmasıyla ilgili faaliyetleri sadece siyasi sebeplere dayanmamaktadır. Batı’nın kapitalist sisteminin ürettiği malların pazarlanması, bu malları kullanan tüketicilerin artması için sürekli kadınlar üzerinde çalışılmakta, hicap ve iffetin ortadan kalkması ve kültürlerinin değişime uğramasıyla kapitalistlerin tüketim pazarları ısınmakta, uluslararası şirketlerin ceplerine daha çok para akmaktadır. Bu sebeplerden ötürü kapitalistlerin en önemli muhatabı kadın topluluklarıdır. Çünkü onlardaki süslenme ruhu ve güzelliğe olan düşkünlük erkeklerden daha fazladır. Onların çoğu, parıldayarak baş döndüren zahiri güzelliklerden çabuk etkilenebilirler. Bunlarla birlikte hicap, kapitalist güçlerin yolunun üzerindeki en büyük engellerdendir. Müslüman bir kadın eşinin ya da sadece kadınların bulunduğu ortamın dışında hicabına bürünürse, Batılı kapitalistler için uygun bir tüketici olamayacağı gibi, toplumun ahlaki çöküşüne ve insanların günaha girmesine sebep olmayacağından, bu durumu, toplumu dönüştürmek ve çökertmek isteyen sömürgecilerin menfaatine olmayacaktır.

Hicabın yok oluşuyla hayat, daha çok tüketime ihtiyaç duyar. Hicabın hakim olduğu toplumda kadınlar, süslenerek evin dışına çıkma gibi bir arzuyu taşımayacaklar. Hicapsız kadınların büyük bölümü, moda fırtınasından geri kalmama uğruna, kendisi, ailesi ve toplumu için hiçbir faaliyeti ve mesuliyeti olmayan kişiler gibi yeni ayakkabı ve yeni elbiseyle sokak ve caddelere inip boy göstermeye, yeni çanta, ayakkabı, elbise… gibi eşyalarda başkalarıyla rekabete girip her geçen gün renklenen bu rekabetin kazancının kapitalistlerin ve Batılı üreticilerin cebine girmesine yol açacaklar. Bunların çoğu, her gün artan ve doyuma ulaşamayan ruhi susamışlık gibi, akılsızca yapılan tüketimler, israf ve boş süslerden ibarettir.


Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve müminlerin kadınlarına, dışarı çıkarken üstlerine örtü almalarını söyle; bu, onların hür ve namuslu bilinmelerini ve bundan dolayı incitilmemelerini daha iyi sağlar. Allah bağışlar ve merhamet eder. (Ahzab, 59)


Bu mesaj 1 kez ve en son kiyam_mesalesi tarafından 29.08.2008 - 10:02 tarihinde değiştirilmiştir.
Ekleme Tarihi: 29.08.2008 - 10:01
kiyam_mesalesi üyenin diğer mesajları kiyam_mesalesi`in Profili kiyam_mesalesi Özel Mesaj Gönder Sayfanın başına dön
Sayfa (1): (1)
İmzalar göster - Konuları göster

Kategori Seç:  
Sitemizde şu an Yok üye ve 891 Misafir mevcut. En son üyemiz: Didem_


Admin   Moderator   Vip   Üye ]

Hayırlı ömürler dileriz.    Bu üyelerimizin doğum günlerini tebrik eder, sıhhat ve afiyet dolu bir ömür dileriz:
ibrahim45 (46), ebabil54 (51), _EM!NE_ (36), talat (55), nerfa (58), yakupbozseki (59), NeWBaHaR (37), Akbulut (52), vahdet_ahmet (44), saripapatyam (50), bilo78 (46), gurbetten_silay.. (39), Rabbia (52), akaya20 (38), El- Metin (43), rapidhack (42), muazbinismail (40), SANDOKAN (56), SANKOCINK (56), efuli2 (50), hollanda (46), braskim (45), benreceb (42), ergin32 (55), Ozlem (42), suheyla cabuk (52), selman77 (47), kenankara (39), bilalxx (40), iskenderpasa (46), mstfakin (42)
24 Saatin Aktif Konuları
0

Copyright © ((( RAVDA.net )))  *  İrtibat   *   RAVDA Reklam Servisi   *   Tüm hakları saklıdır, izinsiz alıntı yapılamaz.
Sitemizde yayınlanan imzalı yazıların içeriğinden yazarları, forum ve yorumlardan ekleyen şahıslar sorumlu olup, kesinlikle sitemiz sorumlu değildir.
© by ((( RAVDA.net )))

Sayfa 0.58416 saniyede açıldı