generique rhinocortbudesonide colchicine generique luvox fluvoxamine prograf propecia proscar protonix protopic provas comp provas maxx provas provera pyridium ranimed ranisifar rebetol red viagra regepar reglan remeron reminyl renagel renova requip resochine retin a retrovir revatio revia rheumatrex rhinocort rhinovent risperdal rivodarone robaxin rocaltrol rogaine rudopram rulid rulide salazopyrin saroten selecim septicol
     

0
Start Giriş Üye Ol üyeler ((( RAVDATe@m))) Arama
Toplam Kategori: 69 *** Toplam Konu: 30100 *** Toplam Mesaj: 148193
Forum Anasayfa » Arama Sonuçları

30 Sonuç - Yeni Arama
Sayfa (2): (1) 2 Devam >
Ekleyen Mesaj
Konu: KULLUK VE ŞİRK
buharii su an offline buharii  
KULLUK VE ŞİRK
47 Mesaj -
KULLUK VE ŞİRK
Ebu Katâde el-Filistinî

Kur’anî beyana göre bütün peygamberlerin hareketindeki ortak nokta, ubudiyet ve ibadetin yalnızca Allah’a tahsis edilmesidir. Ancak ibadet kelimesi birçok manaya geldiğinden burada sınırlandırmak zorundayız.
Tarih boyunca insanların mübtela oldukları en büyük felaket şirktir. Şirk, dünya hayatındaki en büyük zulümdür. Allahu Teala şöyle buyurur:
“Şüphesiz şirk büyük bir zulümdür.” (31 Lokman/13)
Bu nedenle peygamberlerin mücadelesindeki temel amaç, bu zulmü ortadan kaldırıp, herkesi doğru yola yani Tevhid’e sevketmektir. Zira yeryüzünde vuku bulan ictimai, iktisadi ve siyasi zulümlerin kaynağı bu zulme dayanmaktadır. Dolayısıyla yeryüzünün ıslahı, ancak şirkin yok edilmesi ve Tevhid’in gerçekleştirilmesi ile mümkündür. Tevhid, Allahu Teala’nın, kulları üzerindeki hakkıdır. Bundan uzaklaşmak, Müslümanı, davette peygamberleri temsil edenlerin üzerinde olmaları gereken kulluktan uzaklaştırır. Şunu da belirtmek gerekir ki, Müslümanın, bozulan ictimai, iktisadi ve siyasi düzeni ıslah etmek isteyen bir ıslahatçı sıfatıyla ortaya çıktığı zaman, Kur’an-ı Kerim’de zikredilen peygamberlerin hareketlerini incelemesi gerekir. Bununla birlikte, kendilerini İslami Cemaat olarak takdim edenlerin İslam’a yakınlık veya uzaklıklarını da ancak Kur’an’da geçen peygamberlerin bu hareketlerine yakınlık ve uzaklıklarına göre değerlendirebiliriz. Bir defa daha hatırlamak istiyorum ki, peygamberlerin halklarına karşı verdikleri savaş, Tevhid’in şirke karşı verdiği savaştır. Yani bu savaş, Tevhid bayrağı altında verilen bir savaştır.
Bazen bu konuyu anlatmak, dar görüşlü bazı grupları şu soruyu sormaya sevketmektedir: “İslami Cemaatlerin bugünkü Müslüman halklarıyla olan problemleri, şirke ve küfre karşılık iman ve Tevhid problemi midir?” Bazen de bu soru daha açık olarak şöyle sorulur: “İslam ümmeti şirke ve küfre düşmüş müdür?” İlk akla gelen Tevhid ehlinin, dinden çıkan Harici ve benzeri aşırı cemaatleri taklit etmeleridir. Ancak doğrusunu söylemek gerekirse, İslam ümmeti de, geçmiş müşrik ve kafir milletlerin saptıkları yola sapmaktadır. İslam ümmetinin şirkten uzak olduğunu savunanlar, Tevhid’in sadece adını bilmektedirler. Yoksa Tevhid’in mahiyetini bilmemektedirler. Konunun önemine binaen, Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ümmetinden bazı grupların müşrik ve kafirlere katılacaklarına delalet eden bazı hadisleri zikretmemiz gerekmektedir. Şöyle ki: İbn-i Mace ve Ebu Davud, sahih bir senedle Rasulullah’ın azadlı kölesi Sevban’dan, Rasulullah’ın şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir: “Ümmetim hakkında korktuğum hususlardan biri de, sapık imamlar(ın idaresi altına girmeleri)dir. Ümmetimden bazı kabileler putlara tapacaklar bazıları da müşriklere katılacaklardır.”
Bu hadis, çok faydalı bir hadistir. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) kısa ifadelerle de bir çok mana ifade edecek bir özelliğe (cevamiu’l kelim) sahip olmasına rağmen, bu hadiste şirkin iki kısmını (ki bunlar şirkin en büyükleridir) birbirinden ayırarak birini: “Ümmetimden bazı kabileler putlara ibadet edecekler” sözü ile, diğerini de: “Ümmetimden bazı kabileler de müşriklere katılacaklar” ifadesi ile açıklamıştır. Bu ikisinin sonucu aynı, yani şirk ve küfür olmakla birlikte, bu sonuca götüren yollar farklı olduğu için, bunların iki ayrı cümlede zikredilmesi abes değildir. İsterseniz, bu iki husus arasındaki farkı anlamak için birlikte kısa bir gezintiye çıkalım. Zira bunların arasındaki farkı anlamakta son derece önemli faydalar olduğu gibi, Müslüman için, yaşadığı asrın kafir gruplarını anlaması bakımından da son derece önemlidir:
Birinci Şirk: Yani putlara ibadet. Hadisin metninde geçen “Evsân” kelimesi, “Sanem” kelimesi ile aynı manadadır ve her iki kelime de put anlamına gelmektedir. Mücahid şöyle der: “Sanem, herhangi bir şekli temsilen yontulmuş putlara, vesen ise bunun dışındaki putlara denir.”
Putlara ibadet, günümüzde, Sufilik ve türbecilik gibi batıl dinlere sempati duyup sevgi bağlayanların yaptığı bir iştir. Şeytan, bunları oyuna getirip yoldan çıkarmak için çeşit çeşit şirkler ihdas etmiştir. Bu sebeple bir çok kişinin bu put ve mabedlerden dolayı şirke düştüğü görülmektedir. Hatta Şeyhu’l-İslam Muhammed bin Abdulvehhab’ın, bu putlardan temizlemesi için cihad ettiği Arap Yarımadası bile, yeniden eski müşrik haline dönmüştür. Orada bulunan sözde devlet ise, Şeyhu’l-İslam’ın davetini söndürmek için, tasavvufi tarikatlara ve tasavvuf grupları tarafından Mekke ve Medine’de düzenlenen şirk toplantılarına göz yummaktan başka daha iyi bir alternatif bulamamıştır.
“Kurratu’l-Muvahhidin” isimli eserin yazarı şöyle der: “Fazilet asırlarından sonra bu ümmetin zeki insanları bile şirke düşerek putlar edindiler ve bütün çeşitleriyle onlara ibadet ederek, kendileri için bunu din olarak benimsediler.”
Ne ilginçtir ki, büyük bir İslami cemaat olan İhvan-ı Müslimin’in lideri olan Avukat Ömer Et-Tilmisânî, kabirlere ibadet etmeyi, onlara sığınmayı, onlara adak adamayı ve etrafını tavaf etmeyi, kişilerin anlayışları ile ilgili bir mesele olarak görmektedir. Onun, peygamberlerin yeniden canlandırmak için gönderildikleri Tevhid hakkındaki anlayışı ancak bu kadardır. Yine resmî müsteşâr olan Sâlim El-Behnesâvî, “Çağdaş İslamî Düşüncenin Etrafındaki Şüpheler” isimli kitabında, Tevhid’in, Müslümanların zihninde gün ortasındaki güneşin aydınlığından daha açık ve net olduğunu söyleyerek, Müslümanların Tevhid’i ve Tevhid’in gereklerini bilmediklerini savunanları yerden yere vurmakta ve onları şiddetle kınamaktadır. Halbuki eğer biz, insanların Tevhid’den habersiz olduklarını söyleyen eski ve yeni muteber alimlerin söylediklerini biraraya getirmeye çalışırsak, ciltler dolusu kitaplar bile buna yetersiz kalacaktır. Bu nedenle biz, imam Abdurrahman bin Hasan bin Muhammed bin Abdulvehhab’ın şu ifadelerini kaydetmekle yetineceğiz: “Şirke düşme ihtimali kesin olanlar, şirki ve şirkten kurtulmanın yolunu bilmeyenlerdir.”
İkinci Şirk: Müşriklere katılmaktır. Şirkin bu kısmının müteaddit (değişik) şekilleri bulunmakta ve daima yenilenip, dönemin şirkine uyum sağlamaktadır. Günümüzde müşriklerin temayüz ettikleri şirk (ki İslam’a mensup olan birçok grup da bu şirke girmiş bulunmaktadır), hukuk ve yargı şirkidir. Şüphesiz İslam’a mensup bir çok kimse, Hristiyan veya Yahudi olması hasebiyle batıya iltihak etmiş değildir. Peki, bugünkü grupların içine düştükleri şirk nedir? Şüphesiz bu şirk, putperest anayasa ve kanunlar şirkidir.
Müslümanlardan bazı gruplar da bu şirk ve küfre bağlanmış ve hatta boğazlarına kadar bunun içine girmişlerdir. Ayrca bu, günümüzde en yaygın olan şirktir. Dindarlığa heveslenenlerin şirki mutasavvıfların, türbecilerin ve hurafecilerin yaptıkları gibi putlara tapmak iken, dindarlık ve ibadetten hoşlanmayanların şirki ise, müşriklerin kanun ve nizamlarını benimseyip bu konuda onlarla beraber hareket etmektir. Mesela Komünizm, Laiklik, Baas taraftarlığı, Nasyonalizm, Milliyetçilik ve benzeri büyük şirk ve küfür dinlerini benimsemek bu kabildendir. Günümüzde şirkin bu çeşitleri, diğerlerinden daha daha yaygın durumdadır. Şüphesiz şirkin bu çeşidi, yaygınlığı ile birlikte, yenidir. Bu nedenle önceki dönemlerde yaşamış olan Müslümanlar, onu bu yaygınlık ve netlikte görmemişlerdi. Günümüzde ise, bir çok insan şirkin çeşitlerini ve insan hayatında nasıl faal hale geldiğini araştırıp ortaya koyma gereğini duymadığı için, sadece kabir ibadetleri gibi ilk dönem Müslümanlarının, kendisine karşı mücadele ettikleri şirk çeşitleri ile mücadele etmektedir. Allahu Teala’dan başkasına itaat ve yine hüküm koyma yetkisini, Allahu Teala’dan başkasına verme gibi yeni icad edilen şirk çeşitleri ise, bu insanlar tarafından önemsenmemekte ve ihmal edilmektedir.
Kabirlere ibadet etmenin şirk olduğunu keşfetmeyip, üyelerinden bazılarının bu nedenle şirke düştüğü İslami cemaatler olduğuna göre, Saray şirkini keşfetmeyip, üyelerinden bazılarının bu nedenle şirke düştüğü cemaatler de olacaktır. Hatta bu cemaatlerden bazılarının, müşriklere katılmaları da olacaktır. Bu nedenle sadece, önceki dönem alimlerin üzerinde durdukları şirk çeşitleri ile uğraşan ve sadece bu tür şirk ile oturup kalkan sözde selefi birine, “Müşriklere ait olan kafir teşkilatlarda ne işiniz var?” diye sorulduğunda, cevap konusunda çıkmaza girerek ne söyleyeceğini bilememektedir. Tevhid’e mensup olan bu kimselerin zaman zaman tağutları desteklemeleri ve bazen de onlara müsteşar olup kafirlere katılmaları için herhangi bir mazeretleri olamaz.
Bu gibileri, kabir şirkine eleştiri üstüne eleştiri yöneltir, ama şirk kanunları ve anayasalarını hiç de önemsemez. Bu da gösteriyor ki, peygamberlerin, canlandırmak için gönderildikleri Tevhid, bugün Müslümanların zihninde birçok bozukluğa uğramıştır.
Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan şu sonuca varmaktayız:
1- Geçmiş ümmetlerin içine düştükleri şirk ve küfre, Muhammed’in (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ümmeti de düşmektedir. Ancak şu kadarı var ki, bu ümmetin topyekün İslam’ı terkedip, şirke ve küfre girmeleri imkansızdır.
2- Zamanımızdaki şirkin iki şekli vardır.
Birincisi: Kabir şirkidir ki, bir grup sözde abid, bu şirke düşmüştür.
İkincisi: Saray şirkidir ki, dine hiçbir önem vermeyen laikler bu şirke düşmüşlerdir.
3- Doğru yolda olan cemaat, şirkin bu iki kısmından da uzak olan cemaattır. Yoksa birinden uzak olup da diğerine düşen değil.
4- Doğru yoldaki cemaatin mücadelesi, Tevhid’in küfre, imanın şirke karşı verdiği mücadeledir. Yoksa bu savaş iktisadi, siyasi veya ictimai bir savaş olmadığı gibi, Hanbeli’nin Hanefi’ye veya Şafii’nin Maliki’ye veya fıkhi bir görüşün başka bir fıkhi görüşe galip gelmesi için yapılan bir mücadele de değildir.
Ekleme Tarihi: 25.07.2007 - 23:50
buharii üyenin diğer mesajları buharii`in Profili buharii Özel Mesaj Gönder Sayfanın başına dön
Konu: bır kere bak ve allaha sukret onlarada dua ?
buharii su an offline buharii  
bır kere bak ve allaha sukret onlarada dua ?
47 Mesaj -

Ekleme Tarihi: 16.04.2007 - 10:43
buharii üyenin diğer mesajları buharii`in Profili buharii Özel Mesaj Gönder Sayfanın başına dön
Konu: tagutların partılerıne oy vermek ?
buharii su an offline buharii  
tagutların partılerıne oy vermek ?
47 Mesaj -
Acaba Parlamento nedir? Parlamentoya girme noktasında ya da orada idareci olma noktasında İslam’ın hükmü nedir? Bu şekilde bir idarede oy kullanmanın, yeni vekiller tayin etmenin İslam’a göre hükmü nedir?
Konuya öncelikle parlamentodan başlamakta yarar vardır. Bugün T.C parlamentosu “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” temel ilkesine dayanan, insanların Allah’ın indirdiklerinden gayrı kanun ve yasa vaaz ettikleri bir kurumdur. Aynı yapıya büyük benzerlik arz eden diğer bir kurum ise bundan yaklaşık 1400 yıl önce risaletle şereflendirilen Rasulullah (sav)’in Mekke’sinde karşımıza çıkmaktadır. O halde yazımıza öncelikle Dar’un Nedve ismi verilen bu yapı hakkında kısa bir bilgi vererek başlamakta fayda vardır.
Halebi siyerinde Dar’un Nedve’yi şöyle tarif eder: “Dar’un Nedve; şu anda hanefi makamının yanında kapısı mescid tarafına bakan, toplanmak için yapılmış bir yerdir. Kureyşliler tüm kararlarını orada alırlardı. Oraya ancak Kureyş kabilesine mensup insanlar girerlerdi. Onların da 40 yaşını doldurma şartı vardı. 40 yaşını doldurmayan kimseler Dar’un Nedve’ye giremezlerdi.”
Muhammed El’Hudayri ise Nur’ul Yakın isimli kitabında, Dar’un Nedve hakkında şunları söylemektedir: “Dar’un Nedve Kusay b. Kilab’ın evidir. Kureyşli müşrikler, tüm işlerini Dar’un Nedve’de görüşürler, orada karar alınmayan hiçbir işi icra etmezlerdi.”
Elmalılı Hamdi Yazır ise tefsirinde Alak suresinin 17. ayetinde şöyle demektedir: “İslam’dan önce Mekke’de kurulan, Kureyşlilerin toplandığı parlamento binasına Dar’un Nedve denir. Nadi, o gibi yerlerde toplanan heyetin ismidir ki bizim meclis, mahfil, kongre, parlamento tabirleri gibidir.”
Bu tanımlar ortaya koymaktadır ki; Dar’un Nedve Kureyş’li müşriklerin “Hakimiyet ve kanun koyma hakkı parlamenterlerin değil, kayıtsız şartsız Allah’ındır” ilkesine karşı kurulan bir karargahtır. Dar’un Nedve Allah’ın şeriatının bir kenara atılıp heva ve hevese dayanan kanunların çıkarıldığı bir parlamentodur. Başka bir deyişle Dar’un Nedve “hakimiyet ancak milletindir” temel ilkesini şiar tutup, küfür hükümlerinin icra edildiği bir merkezdir. Binaenaleyh şu anda Allah’ın vahyine dayanmayıp, beşeri ideolojilere dayanan her devletin idare merkezi tıpkı Mekke’li müşriklerin Dar’un Nedvesi gibidir.
Bundan 1400 yıl önce Mekke Cumhuriyeti’nde varlığını sürdüren Dar’un Nedve’nin idare biçimi de demokrasi idi. Zira oraya ancak 40 yaşını doldurmuş kabile reisleri girebiliyordu. Bu kabile reisleri kendi kabilelerinin onayını alıyorlar, bu onay ile kabile temsilcisi olarak Dar’un Nedve’de yer alıyorlardı. Bu haliyle 1400 yıl önce varlığını sürdüren Dar’un Nedve bugünkü beşeri sistemlerin parlamentosu ile büyük benzerlik arzetmektedir.
Bugünkü parlamentolarla Dar’un Nedve arasındaki bir büyük benzerlik ise şudur: Mekkeli müşrikler Dar’un Nedve’de aldıkları kararlarla müslümanlara karşı büyük bir savaş açmışlar, onlarla amansız bir mücadele vermişlerdir. Aynı şekilde bugünde tüm dünyada bulunan çağdaş Dar’un Nedvelerde müslümanlara karşı büyük bir mücadele örneği sergilenmekte, insanlar sırf “Rabb’imiz Allah’tır” dedikleri için eziyet görmektedirler.
Kesinlikle bilmek gerekir ki; bundan 1400 yıl önce varlığını sürdüren Dar’un Nedve ile şu anki parlamentolar arasında hiçbir fark yoktur. Zira Dar’un Nedve’de kabile reisleri kendi isteklerine dayanan kanun ve hüküm çıkarıyorlar, bunlarla insanların idaresini yapıyorlar ve bu kanunları toplumlarının hayatlarına icra ediyorlardı. Zaten çağdaş parlamentolarda aynı minval üzere çalışmaktadır.
Mustafa Çelik bu konuda “Dar’ul Erkam Dar’un Nedve” çarpışması isimli eserinde şunları söylemektedir: “Bugün Dar’un Nedve çağdaş parlamento türünden devam etmektedir. Her müslüman bilmelidir ki; Dar’un Nedve insanların hayatını cüce ilahların iradesine bağlayan parlamentodur. Kısaca Dar’un Nedve insanların iradesinin Allah’ın iradesine tercih edildiği çağdaş müşriklerin bir parlamentosudur.”
Bu noktada şunu da belirtmekte fayda vardır. Rasulullah (sav) hayatının ne risalet öncesi döneminde ne de risaletten sonraki döneminde kesinlikle bu Dar’un Nedve’ye girmemiş, onların hiçbir ilke ve maddelerini kabul etmemiştir. Dar’un Nedve’nin isteklerine karşı asla taviz vermemiş, onların isteklerini “Sizin dininiz size, benim dinim banadır” temel ilkesiyle karşılamıştır. Burada şöyle bir soru akla gelmektedir: Bugün müslüman geçinen, kendilerini müslüman olarak isimlendiren, çağdaş Dar’un Nedve konumunda olan parlamentolara girip onların ilkelerini kabul edenlerin bu müslümanlık iddiaları ne kadar tutarlıdır? Bu konuda İslam’ın hükmü nedir?
Şimdi kısaca, yukarıda Dar’un Nedve hakkında bilgi verdikten sonra, çağdaş Dar’un Nedve konumundaki parlamentolarda milletvekili ya da bakan olarak görev almanın hükmü hakkında bilgi vermekte fayda vardır.
Bilinmesi gerekir ki, insanın yaratıldığı ilk günden bugüne kadar tevhid taraftarları ile şeytanın yandaşları arasında süregelen bir savaş mevcuttur ve bu savaşın temelini hakimiyet meselesi oluşturmaktadır. Bu savaşta şeytan ve yandaşları her daim hakimiyeti, idareyi ve yetkiyi ellerinde tutmak istemişlerdir. Nitekim aşağıda zikredeceğimiz ayetlerde bu gerçek çok açık bir şekilde görülmektedir:
“Firavun: -Ey ileri gelenler! Sizin için benden başka bir ilâh tanımıyorum. Ey Hâmân, haydi benim için çamur üzerine ateş yak (ve tugla imal et), bana bir kule yap ki, Musa’nın ilâhına çıkayım; ama sanıyorum, o mutlaka yalan söyleyenlerdendir.- dedi.” (Kasas Suresi 28/38)
“Firavun: -Benden başkasını ilâh (otorite) tutarsan, andolsun ki seni zindana kapatılmışlardan ederim- dedi.” (Şuara Suresi, 26/29)
Aynı şekilde risaletle gönderilen Muhammed (sav)’e Mekke ileri gelenlerinin son derece amansızca savaş açmalarının altında yatan en büyük etken, bu yeni dinin otoriteyi ve yetkiyi ellerinden alacağı ve sadece yüce Allah’a tahsis edeceği olmasıdır. Nitekim La İlahe İllallah çağrısını duyan bir bedevi bu gerçeği, şu şekilde dile getirmiştir:
“Vallahi Bu kelimeye karşı bütün ileri gelenler toplanacaktır.”
Buna karşılık tevhid dini olan İslam’ın asıl gayesi de hakimiyeti, otoriteyi, yönetme hakkını kulların elinden alıp sadece yüce Allah’a tahsis etmek olmuştur. Böylece kullar kendileri gibi kullara kulluk yapmaktan kurtulacaklar, sadece yerlerin ve göklerin Rabb’i olan Allah’a kulluk edeceklerdir.
Allahü Teala kitabında kendisini hakim sıfatı ile sıfatlandırmış, hükmün, otoritenin, insanları yönetme hakkının sadece kendisine ait olduğunu açık bir şekilde bildirmiştir. Aynı şekilde kendi hükmünün dışındaki hükümleri “cahili hükümler” olarak sıfatlandırmış, kendi hükmü ile hükmetmeyenleri de kafir, zalim ve fasık olarak isimlendirmiştir.
"Sizin Allah’ı bırakıp da o taptıklarınız, sizin ve atalarınızın uydurduğu bir takım isimlerden başka bir şey değildir. Bunlara tapmanız için Allah hiçbir delil indirmiş değildir. Hüküm ancak Allah'a aittir: O, size, kendisinden başkasına tapmamanızı emretti. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler." (Yusuf Suresi, 12/40)
“...Göklerin ve yerin gaybı O'na aittir. O ne güzel görendir! O ne mükemmel işitendir! Onların, O'ndan başka bir yardımcısı yoktur. O, kendi hükümranlığına kimseyi ortak etmez.” (Kehf Suresi, 18/26)
“Kim Allah'ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin, zalimlerin, fasıkların ta kendileridir.” (Maide Suresi, 5/44,45,47)
Aslen hakimiyet ile uluhiyet (ilahlık) arasında sıkı bir ilişki vardır. Hakimiyet ilahlığın temel özelliklerindendir. Hakim olan ilah olandır. Hakimiyet yetkisi kimin elinde ise ya da kime verilmiş ise ilah olarak belirlenen de odur. Bakınız bu konuda büyük İslam şehidi Seyyid Kutub şöyle demektedir:
“Hakimiyet; insanları kul edinme hakkı ve onlara kanunlar koyma yetkisi... İşte bunlar ilahlığın temel özelliklerindendir. Allah’a inanmış birisi bunları kendisi için iddia edemeyeceği gibi, başkasının iddiasını da doğrulayamaz. Hakimiyet hakkı, insanları kendisinin koyacağı kanuna boyun eğdirme hakkıdır. Burada söz sahibi olduğunu iddia edenler ilahlık iddia etmektedirler.”
Bu meselenin daha iyi anlaşılabilmesi adına burada yaklaşık aynı anlamı içeren iki ayetin tefsiri üzerinde durmakta fayda vardır:
“Firavun: -Ey ileri gelenler! Sizin için benden başka bir ilâh tanımıyorum (dedi)...” (Kasas Suresi 28/)
“ (Firavun) Derhal (adamlarını) topladı ve (onlara) bağırdı: Ben, sizin en yüce Rabb’inizim! dedi. “ (Naziat Suresi 79/23-24)
Bu iki ayette Firavun'un uluhiyet(ilahlık) ve rububiyet (rabb’lik) iddia ettiği açık bir şekilde belirtilmiştir. Acaba Firavun'un bu ilahlık ve rabb’lik iddiasının mahiyeti nedir? Bakınız büyük müfessir Fahreddin Er'Razi Firavun'un bu iddiasının, kendisinin göklerin, yerin, dağların, bitkilerin, hayvanların ve insanların yaratıcısı anlamına gelmediğini, böyle bir iddianın ancak kendisinde delilik bulunan bir insandan sadır olabileceğini belirttikten sonra, Firavun'un bu ilahlık iddiasını şu şekilde yorumlamaktadır:
"Hiç kimse üzerinde benden başkasına ait bir emir ve yasak koyma hakkı yoktur."
Aynı ayetin tefsirinde Alusi ise şöyle demektedir: "Firavun topladığı kalabalığının içinde kalkıp hitap etmek suretiyle bir nutuk çekerek o büyük lafı etmiş, böylece kendisini halkı yönetenlerin hepsinden üstün tutmuştur."
Ebu’l Ala El’Mevdudi firavun’un bu iddiasını “Bu Mısır ülkesinin sahibi benim. Tüm emir ve yasakların çıkış kaynağı ben kabul edilebilirim. Benden başka hiç kimse emir vermede yetkili değildir.” şeklinde tefsir ettikten sonra şunları eklemektedir:
“Firavun’un durumu peygamberler tarafından getirilen ilahi kanundan bağımsız olarak siyasi ve hukuki olarak ister bir kralı görsünler, isterse millet iradesini... Ülkenin Allah’ın koyup Peygamberin tebliğ ettiği kanunla değil de kendi koymuş oldukları kanunlarla yönetilmesi durumunda Firavun’un durumu ile kendi durumları arasında hiçbir fark kalmaz.”
Elmalılı Hamdi Yazır ise ayette geçen bu ilahlık ve rablik iddiasını şu şekilde tefsir etmektedir:
“Böylece Firavun hukuk ve hukuk koyuculuğu kendi yaparmış, ne isterse o olurmuş, hükmünü ve idaresini bozacak bir üst makam yokmuş gibi gösteriyor. Bu sebepten insanlar onun idaresine boyun eğmekten başka bir şey tanımasınlar.”
Yukarıda yazdığımız ayetlerden ve bu ayetlere ilişkin müfessirlerin yorumundan da açıkça anlaşılmaktadır ki “kim kendi hevasına göre yasama veya kanun koyma yetkisine sahip olduğunu iddia ederse, ancak ilahlık iddiasında bulunmuştur. Her ne kadar dili ile böyle bir iddia da bulunmasa da fiili olarak ilahlık yetkisine yeltenmiş olur. Bilinmelidir ki; hakimiyet yetkisini kendi üzerinde görerek ilahlık iddiasında bulunanlar ister halktan bir tabaka, ister halkın hepsi, ister bir parti ya da partiyi organize eden bir grup, isterse de bir kurul veya tek bir fert olsun değişmez. Bu iddia (kanun ve yasa çıkarma iddiasının parlamenterlerin elinde olduğu iddiası) Allah’ın kanun koyma yetkisine yeltenmektir ve şirktir. Sahibini dinden çıkarır ve tağut hükmüne sokar.”
Malum olduğu üzere parlamento kanunların çıkarıldığı, yeni yeni hükümlerin ihdas edildiği bir kurumdur. Halk tarafından seçilen vekiller parlamento da Allah’ın indirdiklerini söz konusu dahi etmeden kendi görüşlerine göre yasa ve kanun çıkarırlar. İşte böyle parlamentolarda vekil ya da bakan olarak bulunmak İslam itikadını iptal eden bir tutumdur. Bundan ziyade böyle bir tavır açık bir şekilde rabb’lik ve ilahlık iddiasında bulunmaktan başka bir şey değildir. Her ne kadar bu kimseler dilleri ilerabb’lik iddiasında bulunmasalar da fiilleri apaçık bir şekilde rabb’lik iddiasıdır. Nitekim Elmalılı Hamdi Yazır tefsirinde Tevbe Suresi’nin 31. ayetini açıklarken yahudi ve hrıstiyanlarda rabblik meselesini anlattıktan sonra aynen şöyle demektedir:
“Daha sonra bu rabb’lik imtiyazı, yahudi din adamlarının elinden çıkmış parlamenterlere geçmiştir.”
Fıkıh usulü üzerine güzel ve önemli çalışmaları olan Abdülkerim Zeydan hüküm koyma ve kanun çıkarma noktasında şunları söylemektedir:
“Tüm müslümanlar icma etmişler ki; kanun koyucu tek Allah’tır. Allahü Teala En’am Suresinin 57. ayetinde idare ve hükmün ancak kendisine ait olduğunu belirtmektedir. Bu esasa dayanarak diyoruz ki; Allah’ın şeriatından hariç yasama yapmak küfürdür. Çünkü Allah’tan hariç hiç kimsenin kanun koyma yetkisi yoktur.”
Bu noktada Allahü Teala şöyle buyurmaktadır:
“Yoksa onlar cahiliye hükmünümü istiyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, hükümranlığı Allah'tan daha güzel kim vardır?” (Maide Suresi 5/50)
Bu ayetin tefsirine geçmeden önce bir konu hakkında kısaca bilgi vermekte fayda vardır.
“Cengiz Han Tatarların kralı Onkhan’ı yendikten sonra doğu ülkelerinde bir devlet kurdu ve bu devleti için kanunlar yaptı. Bu kanunları ise “yasa” veya “yes’ak” ismini verdiği bir kitapta topladı. Daha sonra ise bu kanunları çelik levhalara işleterek onları kavminin uyacağı bir şeriat haline getirdi. Kavmi de bunlara uydu. Cengiz Han hiçbir dine bağlı değildi.” (Demek ki Cengiz Han’da Laik imiş.)
Cengiz Han’ın bu kitabı hakkında El’Kal Kaşandi, Alaaddin El’Cuveyni’den şunları nakleder:
“Cengiz Han’ın ve kendisinden sonra çocuklarının bağlandığı din, Cengiz Han’ın koyduğu Yes’ak kanunlarıdır. Yes’ak ise, Cengiz Han’ın kendi kafasından uydurduğu kanunlardır. Bu Yes’ak içerisinde bir takım hükümler ve cezalar vardır. Bu hükümlerin çoğu İslam şeriatına muhalif idi. Ancak çok az bir kısmı Muhammed (sav)’in şeriatına uygundu. Cengiz Han koymuş olduğu bu kanunları “büyük yasa” olarak isimlendirdi ve bu kanunları bir kitapta topladı. Bu kanunları kendisinden sonra gelecek olan nesiller için miras olsun ve böylece her aile onları gerek kendileri öğrensin gerekse çocuklarına öğretsin diye kendisine ait bir kasada saklanmasını emretti”
Cengiz Han’ın Yes’ak ismini verdiği anayasasındaki bazı hükümler şöyledir:
* İster evli olsun ister bekar olsun zina eden öldürülür.
* Lutiliğin (erkeğin erkekle ilişkisi) cezası ölümdür.
* Bilerek yalan söyleyen, sihir yapan, insanların gizli hallerini araştıran öldürülür.
* Ticaret yapsın diye kendisine mal verilen kimse üç kere zarar ederse öldürülür.
Bu kısa açıklamalardan sonra Maide suresinin 50. ayetinin tefsirine geçelim. Bu ayetin tefsiri hususunda büyük müfessir İbn-i Kesir şöyle demektedir:
“Allahü Teala, her hayrı kapsayıcı, her şerri yasaklayıcı olan hükümlerinden yüz çevirip, bunun yerine cahiliyede olduğu gibi kişilerin görüşlerine, dalalet ve sapıklığı ihtiva eden değer yargılarına ya da çeşitli dinlerin karışımı ve beşeri görüşlerden meydana gelen Cengiz Han’ın vaaz ettiği yes’ak gibi İslam dışı hükümlere yönelenin imanını kabul etmiyor. Yes’ak; Cengiz Han’ın Kur’an, Tevrat, İncil ve kendi görüşlerine dayanarak ortaya koymuş olduğu kanunları ihtiva eden bir kitaptır. Cengiz Han öldükten sonra yerine geçen çocukları İslam’a girdikleri halde bu kitabı anayasa kitabı olarak görmeye devam ettiler. Allah’ın kitabı ve Rasulullah’ın sünnetini bir kenara atarak bu kitaptaki hükümlerle tatarlara hükmettiler. İşte böyle davranan kimseler kafirdir. Bunlarla büyük küçük her meselede yalnız Allah’ın hükmüne dönünceye kadar savaşmak farzdır.”
İbn-i Kesir’in bu açıklaması üzerine Said Havva şöyle demektedir:
“Allame İbn-i Kesir’in söylediği bu fetvaya karşı çıkan hiçbir alim tasavvur etmem. Biz aslen şunu açıkça söyleriz. Bir parti İslam nizamını terk ederse ya da kendi tüzüğüne küfür maddelerini katarsa veya hangi hükümet La İlahe İllallah kelimesine ters kanun ve dustur vaaz ederse biz onlara kafir deriz. Aynı şekilde kim de böyle hükümete yardım edip onları kollarsa biz ona da kafir deriz.”
Ahmed b. Ali b. Atik en’Necdi bu ayetin tefsiri hakkında şunları şunları söylemektedir:
“Bunların misali, bugün bedeviler arasında aşiret meclisi dedikleri geleneksel, lanetlenmiş bir yasayı Allah’ın kitabına ve rasulünün sünnetine tercih edenler gibidir. Bunların hepsiyle, Allah’ın şeriatına dönüp onunla hükmedinceye kadar cihad etmek zaruridir.”
Aynı ayetin yorumu üzerine Seyyid Kutub ise şöyle demektedir:
“İnsanlar ya Allah’ın şeriatı ile hükmederler. Onu kabul edip kendilerini ona teslim ederler ve Allah’ın dinine girerler. Veya kul yapısı bir sistemi tatbik ederler ve cahiliyet bataklığına düşerler. İnsanlar, kimin hükmünü tatbik ediyorlarsa, onun dinindendirler. Allah’ın değil… Cahiliyet hükmünün arandığı yerde Allah aranmaz… İlahi şeriatın terk edildiği yerde cahiliyet prensibi bulunur, yaşanan hayatta cahiliyet hayatı olur.”
Seyyid Kutub Yusuf Suresi’nin 40. ayetine yaptığı tefsirde ise şöyle demektedir:
“Bir kimsenin Allah’ın şeriatını hükümsüz hale getirmesi, başka bir kaynağın hükümlerini tatbikata koyması, yahut Allah’tan başka herhangi bir kimseye hakimiyet hakkı tanıyarak onun bu konuda söz sahibi olduğunu kabul etmesi... Evet sadece bu kadarı dahi bir kimsenin kafir olması için yeterli bir fiildir. Bir kere daha tekrarlamış olalım. Hakimiyet yetkisini kendi üzerinde gören bir kimse bu hareketinden dolayı Allah'ın dininden çıkmış olur. Aynı şekilde hakimiyet vasfına sahip olduğunu iddia eden kimsenin bu iddiasını kabul edenler de küfre girmişlerdir."
Yine seyyid Kutub İbrahim Suresi’nin sonunda “Put ve Purçuluk” başlıklı yazısında şöyle demektedir:
“Herhangi bir yerde ve herhangi bir zamanda bir takım idareciler ve din adamları, Allah’ın izin vermediği alanlarda kendi uydurdukları semboller adına yasalar, kanunlar, değer yargıları ve hareket biçimleri vaaz ediyorlarsa… İşte bunların hepsi içeriği ve görevi itibarı ile birer putturlar.”
Beşeri sistemlerin icra edildiği parlamentolarda görev alma hususunda üstad Muhammed Kutub şöyle söylemektedir:
“Böyle parlamentolara girmek bazı kaymalara sebep olur. Davaya karşı büyük tehlike ifade eder. Öncelikle böyle parlamentolara girmek akideyi bozar. Bir müslümanın dini ona “Allah’ın şeriatı dışındaki tüm kanun ve yasaları reddet. Beşeri sistemlerin hepsi cahili sistemlerdir. Bu beşeri sistemleri kabul etme ve bunlara rıza gösterme” der. Buna rağmen bir müslüman, Allah’ın şeriatını reddeden kendi istekleri doğrultusunda kanun vaaz eden parlamentoda nasıl olurda onlarla oturur? Nasıl onlarla birlikte hükümet kurar? Bir müslüman nasıl onların ilkelerini kabul ettiğine dair söz verir ve yemin eder? Halbuki Allahü Teala kitabında şöyle buyurmaktadır:
“O (Allah), Kitap'ta size şöyle indirmiştir ki: Allah'ın âyetlerinin inkâr edildiğini yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncaya (konuya geçinceye) kadar kâfirlerle beraber oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz. Elbette Allah, münafıkları ve kâfirleri cehennemde bir araya getirecektir.” (Nisa Suresi 4/140)
Bunların konuşması daima Allah’ın şeriatına muhaliftir. Zaten ondan başka konuşmaları ve çalışmaları yoktur. Ta ki kişi başka bir konuşmayı beklesin. Buna rağmen nasıl onlarla oturulur. Bazıları şöyle kendini kurtarmaya çalışırlar. “Biz oraya gideriz. İslam’ın sesini yüceltmek için, onları Allah’ın şeriatına göre hüküm vermeye çağırırız.” Kesinlikle bilinmelidir ki; bu gibi şeyler İslam akidesine apaçık terstir.”
Aynı konu üzerine Abd’ul Mun’im Mustafa Halime ise şöyle söylemektedir:
“Asıl tehlike parlamentoya girmek değil, asıl tehlike bazı kaymalar ki bunlar İslam’ın kabul etmediği akideyi bozan şeylerdir.
Birincisi: Parlamentoya giren milletvekili gayri islami sistemi kuracağına söz verir ve yemin eder. Bu apaçık akideyi bozan bir konudur. Zira zorlama olmadan küfür maddelerini kabul etmek imanı bozar. Bu kişilerin suçu hayatını tanzim etmek için tağutların mahkemesine başvuranlardan daha kötüdür.
İkincisi: Parlamentoya giren kişi Allah’ın dinine düşmanlık eden parti ve şahısların meşruluğunu itiraf etmeye mecbur kalır. Hangi parti oy çokluğuna sahip olursa memleketi o idare eder. Tüzük ve düşünceleri ne olursa olsun fark etmez. O partinin meşruluğunu kabul etmeye mecbur kalır. Malum bu kabuller imanı bozar ve yok eder.
Üçüncüsü: Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyen kafir hakimlere itaat etmektir ki, bu da vela ve bera akidesi ile resmen çelişmektedir.
Dördüncüsü: Tüm yapılan kanunlar çoğunluğa bağlıdır. Yani çoğunluk ne derse o olur. Çoğunluk helali haram, haramı da helal kabul ederse çoğunluğun dediği haktır. Bu da apaçık bir şekilde İslam akidesine terstir. Zira bu atmosferde şeriatın hükümleri ile tağutun hükümleri aynı konuma girerler. Çoğunluğun dediği olur deyip de Allah’ın hükmünden yüz çevirmek açıkça insanları iman dairesinden çıkarır. Velev ki bu suçu işleyen insanlar dilleriyle defalarca “ben müslümanım” dese de fark etmez.”
Yukarıda da belirttiğimiz gibi hakimiyet ile uluhiyet (ilahlık) arasında sıkı bir bağ vardır. İlah, hüküm koyan, yasa vaaz eden, haram (yasak) ve helal (serbest bırakma) sınırlarını belirleyendir. Allahü Teala kendisinden başka hak ilahın olmadığı yegane ilahtır. Hüküm koyma, yasa vaaz etme, helal (serbest bırakma) ve haram (yasaklama) yetkisi tamamen O’na aittir.
Ne yazık ki günümüzde bu yetki tamamen Allah’ın elinden gasbedilmiş, insanlara tahsis edilmiştir. Bu yetkiye sahib olduğunu iddia eden bu batıl ilahlar, çıkardıkları yasalarla Allah’ın yasaklarını serbest bırakmışlar, yine Allah’ın emirlerini de yasaklamışlardır. Allahü Teala’nın şeytanın ameli olarak isimlendirdiği faiz bunların anayasalarına göre serbesttir ve ekonomilerinin temelini oluşturmaktadır. Yine Allahü Teala’nın haram kıldığı içki, kumar, fal okları, zina gibi tüm fiiller bu parlamenterlerin elleriyle serbest bırakılmıştır. Allahü Teala’nın kat’i bir emri olan tesettür ise aynı şekilde bunların elleriyle yasaklanmış, haram kılınmıştır. İşin üzücü tarafı ise, tüm bu cinayetleri işleyenlerin büyük bir kısmı kendilerini müslüman olarak isimlendirmektelerdir. Hatta kendilerini müslüman zanneden cahil halk yığınlarının reylerini alabilme adına her daim İslam’dan dem vurmaktalardır.
Aslında mesele gayet açık ve barizdir. Ancak saptırıcıların saptırmalarına bir nebze engel olabilme adına bu konu hakkında İslam alimlerinin görüşlerinden bazılarını yorumsuz olarak aktarmakta fayda vardır. Dileyenin Rabbine giden bir yol tutması niyetiyle...
“Din ile devlet işlerinin ayrılmasını yaygınlaştırmak isteyen devlet adamlarının ve yazarların bu düşüncesi, Kur’an ve sünnette açıklana hükümlerin Allah tarafından gönderildiğine iman ile bağdaşmaz. Aslında din ile devlet işlerini birbirinden ayırmak, dini ortadan kaldırma planından başka bir şey değildir. Batıdan gelen veya batı bağlılarının ortaya attıkları bid’atlerin hepsi İslam’ı yıkmak, dini ortadan kaldırmak, müslümanları İslam’dan uzaklaştırmak içindir. Bu amaçla ortaya attıkları şeylerin en korkuncu ise din ile devlet işlerini birbirinden ayırmak anlamına gelen laikliktir.
Laiklik hükümet tarafından halkın dinine indirilmiş bir darbedir. Oysa devrimler adet üzere halktan iktidara yöneliktir. Burada hükümetlerin halka rağmen, halkın aleyhinde devrim yaptığnı görüyoruz.
Laiklik ilkesini kabul eden bir siyasi rejim İslam hükümlerine başkaldırmış demektir. Dolayısı ile öncelikle bu hükümet irtidad etmiş, sonra da bu idareye itaat edenler tek tek mürtedleşmişlerdir. Siyasi idarede görev alanlar tek tek mürted hükmünü aldıkları (İslam dininden çıktıkları) gibi bu hükümete itaat eden kitlelerde irtidada düşmüş olurlar. Bu kestirmeden toplu küfre giriş kadar daha korkunç bir olay tasavvur edilemez.
Birimiz fert olarak İslam’ın her hangi bir hükmünü kabul etmediğimiz, dinin sultasını reddettiğimiz, helal ve haramdan, emir ve nehiyden birini inkar ettiğimiz takdirde küfre girmiş oluruz. Peki toptan Allah’ın sultasını, emir ve nehiylerini, helal ve harama ilişkin ölçülerini reddeden ve dolayısı ile kafir olduğu şüphe götürmeyen bir idarenin üyeleri hakkındaki hükmünüz ne olacaktır? Cevap… Yalnızca mürted ve kafir olmak değil midir? ”
“Allah’ın indirdikleri ile hükmetmeyen, Allah’ın şeriatına ve Rasulullah’ın sünnetine taban tabana zıt kanun koyan, o kanunu uygun gören, destekleyip imzalayan kimseler kesinlikle kafir olurlar ve İslam milletinden çıkarlar. Allah’ın indirdikleri dışında kanun yapmak insanı kesinlikle dinden çıkarır. İslam’a zıt sadece tek bir kanunu dahi desteklemek, doğrulamak, imzalamak, parlamentonun hakkı değildir. Kim ki İslam’a zıt sadece tek bir kanunu dahi uygun görürse –erkek ve kadın eşittir gibi- İslam milletinden çıkar”
“Kim insanların kanun ve yasaları Allah’ın kanun ve yasalarından daha üstün veya denktir derse o kafir olur. Kim Allah’ın hükümlerini terk edip yerine insanların kanun ve yasalarını tatbik ederse buna rağmen “Allah’ın hükümleri daha üstündür” dese bile küfürden kurtulamaz. Kafir olur.”
“Bu beşeri sistemlerin konumu güneş gibi açıktır. Küfrü nettir. Bunda kesinlikle hiçbir şüphe yoktur.”
“Allah’ın şeriatına ters kanun koyanların küfründe zerre kadar şüphe yoktur.”
“Çağımızda İslam şeriatını değil de, onun yerine insanların koymuş oldukları kanunları uygulamak, bugün küfrün en bariz örneklerindendir”
Bu alıntılardan da açıkça anlaşılmaktadır ki bugünün çağdaş Dar’un Nedveleri olan parlamentolara girmek, orada görev almak, apaçık bir küfürdür. Bundan ancak Allah’ın kalplerini mühürlediği, basiretlerini kapattığı kimseler şüphe ederler. Peki Allah’ın indirdiği hükümlerin bir kenara atıldığı böyle parlamentolara vekil seçmenin, her 3-5 yılda bir sandık başlarına giderek rey vermek suretiyle onlara destekçi olmanın ve itaat etmenin İslam dinine göre hükmü nedir?
Öncelikle belirtmek lazım ki bilindiği üzere İslam La İlahe İllallah kelime-i tevhid cümlesine şahitlik etmekle başlamaktadır. Bu şahitliğin gereği ise; “Tek başına Allah’ın bu kainatı yaratanı ve hakimi olduğunu kabullenmeyi ifade eder. Hayatın bütün meselelerinde her türlü kulluk ve ibadet şekillerine hakim olan sadece O’dur. Kulların hayatına hükümler vaaz eden, insanların hayatla ilgili meselelerinde hükmüne boyun eğdikleri yegane rabb Allahü Teala’dır.” İşte bu şekilde tevhid kelimesine şahitlik eden bir ferdin yetki ve otoriteyi kesinlikle Allah’tan gayrısına vermesi söz konusu bile olamaz. Aksi bir hareket ise sahibini İslam dininden çıkarıp şirk dinene dahil edecektir. Bakınız bu konuda Said Havva şöyle demektedir:
“Yasama yetkisini Allah’tan başkalarına vermek şehadeti bozar. Yani kanun yapma yetkisini Allah’tan alıp insanlara veren kimseler dilleri ile ne kadar La İlahe İllallah deseler de boştur. Bu kimseler bu harekeleriyle dinden çıkmış olurlar.”
Bununla birlikte bu beşeri sistemlere ve sahiplerine itaat etmek de aynı şekilde Allah’ın kitabında şirk bir fiil olarak tanımlanmakta, böyle bir suça iştirak edenler ise müşrik olarak isimlendirilmektedir. Bilindiği üzere bu beşeri sistemlerin sahiplerine oy vermek onlara itaat edileceğine dair peşinen söz vermekten başka bir şey değildir. Bakınız bu konuda Allahü Teala şöyle buyurmaktadır:
“Üzerine Allah'ın adı anılmadan kesilen hayvanlardan yemeyin. Kuşkusuz bu büyük günahtır. Gerçekten şeytanlar dostlarına, sizinle mücadele etmeleri için telkinde bulunurlar. Eğer onlara itaat ederseniz şüphesiz siz de Allah'a ortak koşanlardan (müşriklerden) olursunuz.” (En’am suresi 6/121)
Bu ayetin tefsiri üzerine Seyyid Kutub şöyle demektedir:
“...Eğer onlara uyarsanız şüphesiz siz de Allah'a ortak koşanlar olursunuz.”
“Yani siz, Allahü Teala’nın size emrettiği hususlardan yüz çevirip, şeriatını terkedip, başkasının sözüne uyarsanız, Allah’ın hükmünün yerine başkasının hükmüne koşarsanız... İşte bu yaptığınız şirk olur. Her kim bir insanın kendisinden uydurduğu hükümlere itaat ederse, bu hüküm çok küçük bir mesele de dahi olsa o şüphesiz müşriklerdendir. Müslüman olup ta böyle bir fiil yapan kimse İslam’dan çıkıp doğrudan doğruya şirke girmiş demektir. Ne kadar kelime-i şehadet getirirse getirsin, ne kadar dili ile “ben müslümanım” desin fark etmez. Madem ki o Allah’tan başkasının hükmüne uymakta, Allah’tan başkasının hükmüne itaat etmektedir, dili ile “ben müslümanım” demesi onun durumunu değiştirmez. Bu kesin hükmün ışığı altında bugün yeryüzündeki cemiyetlere baktığımız zaman tamamen şirk ve cahiliyyeden başka bir şey göremeyiz. Allah’ın koruduğu kitlelerden başka yığınlarca insanın şirk ve cahiliyyet bataklığı içerisinde yüzdüğüne şahit oluruz. Allah’ın muhafaza ettiği insanlar yeryüzünde ilahlık taslayan zalim putlara karşı gelir, zorlama dışında kalan hiçbir konuda onların hüküm ve şeriatına itaat etmezler.”
Bu ayetin tefsiri hususunda Kadı Ebu Bekir İbn’ül Arabi ise şöyle demektedir:
“Mü’min bir kimse itikadı ilgilendiren hususlarda müşrik bir kimseye itaat edecek olursa bu itaati sebebiyle o da müşrik olur.”
Mevdudi ise bu ayete yaptığı tefsir de şöyle demektedir:
“Allah’ın ilahlığını kabul etmekle birlikte, Allah’ın dininden yüz çevirenlerin hükümlerini ve buyruklarını izlemek de şirktir. Allah’ın birliğini kabul etmek, hayatın tüm alanında Allah’a itaat etmektir. Allah ile birlikte bir başkasına da itaat edilmesi gerektiğine inanan kimse inanç açısından şirke düşmüştür. Haram ve helal koyma yetkisini kendi üzerinde gören böyle kişilere, Allah’ın yol göstericiliğini hiçe sayarak itaat eden bir kimse de ameli açıdan şirke girmiştir.”
İbn-i Kesir Tarihinde bu konu hakkında şöyle söylemektedir:
“Kim kaldırılmış şeriatlara muhakeme olup, Muhammed b. Abdullah’a nazil olan şeriatı terkederse muhakkak kafir olur. Acaba bu Yes’ak kanunlarına muhakeme olanın hükmü nice olur? Tüm müslümanların icması ile bunun küfründe şüphe yoktur.”
İbn-i Kesir’in bu yorumu üzerine Abdullah Azzam şöyle demektedir:
“Alimler bu konu üzerinde açık hüküm vermişlerdir. Hatta bazı alimler -Yes’ak kitabını eline alıp bu kitap ile hüküm verenler ve bu kitaba muhakeme olanlar muhakkak ki kafir olurlar- demişlerdir. Müslümanların Yes’ak mahkemesine gidenlerin küfrü hakkında şüpheleri yoktur.”
Seyyid Kutub Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen idareleri ve bunların kanunlarını birer out olarak isimlendirdikten sonra bu konu üzerine şunları söylemektedir:
“Dilleri ile Allah’tan başka ilah olmadığını ve Muhammed’in (s.a.v) Allah’ın kulu ve rasulü olduğunu söyleyip bireysel davranışlarda, arınma, evlenme, boşanma ve miras gibi konularda Allah’ın vahyine tabii oldukları için kendilerini müslüman diye isimlendirenler, bununla beraber bunun dışındaki konularda Allah’ın kitabına göre şekillenmemiş kanun ve nizamlara itaat edenler… Allah kitabında izin vermediği halde Allah’ın kitabına muhalif olan yasalara ve kanunlara itaat edenler… İsteyerek veya istemeyerek bu çağdaş putlarının kendilerinden istedikleri görevleri yerine getirme noktasında tüm değerlerini feda edenler…. Bu kutsal değerleri ile çağdaş tağutların istekleri çeliştiği zaman Allah’ın emirlerini kulak arkası yapıp bu çağdaş tağutların emirlerini yerine getirenler… Evet, kendilerini müslüman ve Allah’ın dinine mensup zannedip de tüm bu fiilleri yapanlar, kafalarını yastıklarından kaldırıp bir an önce uyanmak ve ne kadar büyük bir şirk bataklığının içinde olduklarını görmek zorundadırlar.
Şirk ve müşriklik, rabb’lik noktasında Allah’tan başka bir rabb’in yaratan, rızık veren, öldüren vb. varlığına inanmakla ortaya çıkmaz. Allah ile beraber veya Allah’ın dışında başka rabb’lerin hakimiyetine inanmak da şirkin en bariz örneklerindendir.
O halde yeryüzünün doğusunda ve batısında yaşayan tüm insanlar, yaşantılarında yetkiyi kime verdiklerine, kime uyduklarına, kime itaat edip kime boyun eğdiklerine, kimin emrine uyup sözünü dinlediklerine bir baksınlar… Şayet tüm bu konularda sadece Allah’a itaat ediyorlarsa Allah’ın kendisinden razı olduğu dine, İslam’a mensupturlar. Yok şayet bu konularda Allah’tan başkasına tabii oluyorlarsa Allah korusun onlar tabii oldukları tağutların dinine mensupturlar.”
Allahü Teala başka bir ayette ise şöyle buyurmaktadır:
“Şüphesiz ki, kendilerine doğru yol belli olduktan sonra, arkalarına dönenleri, şeytan sürüklemiş ve kendilerine ümit vermiştir. Bunun sebebi; onların, Allah'ın indirdiğinden hoşlanmayanlara; -bazı hususlarda size ileride itaat edeceğiz- demeleridir. Oysa Allah, onların gizlediklerini biliyor.” (Muhammed Suresi 47/25-26)
İşte bu ayet günümüzde bu parlamenterlere rey verenlerin durumunu ne güzel ortaya koymaktadır. Zira bu ayette Allahü Teala dinden çıkıp mürted olanların dinden çıkışlarının sebebini onların Allah’ın indirdiğini hoş karşılamayan kimselere “bazı hususlarda size ileride itaat edeceğiz” demelerine bağlamıştır.
Evet… Allahü Teala bu ayetinde günümüzde, seçimlerde sandık başına giderek Allah’ın hakimiyet yetkisini gasb eden kimselere oy atmak suretiyle onlara yetki verenlerin durumunu ne kadar güzel bir şekilde ortaya koymuştur. Bu ayette dikkat edilmesi gereken iki husus vardır:
1-Allahü Teala bu ayette bu kimselerin mürted oluş sebebini yukarıda da belirttiğimiz gibi “... size ileride itaat edeceğiz” demelerine bağlamıştır. Yani onları mürted yapan etken Allah’ın indirdiğini hoş karşılamayan kimselere bizzat itaat etmeleri değil sadece, ileride itaat edeceğiz” demeleridir. Allah’ın indirdiğini hoş karşılamayan kimselere sadece itaat sözü vermek sahibini mürted ve kafir yaptığına göre onlara her konu da bizzat itaat eden kimselerin hali ne olur acaba?
2- Yine bu ayette bu dinden çıkış bu kimselerin “bazı hususlarda itaat edeceğiz” demelerine bağlanmıştır. Yani yüce Allah’ın indirdiğini hoş karşılamayanlara sadece bazı hususlarda itaat sözü vermek dahi kişiyi İslam milletinden çıkarmaktadır. Aynı şekilde Allah’ın indirdiğini hoş karşılamayan kimselere hayatlarının bütün alanlarında itaat edenlerin hali ne olur acaba?
Bakınız bu ayetin tefsirinde Şeyh Muhammed Emin Şankıti ne demektedir:
“Bu ayetler Allah’ın indirdiklerinden nefret edenlere itaat edip onların batıl düşüncelerine destekçi olanların kafir olduklarını ifade etmektedir. Çağımızda bu ayetlerin ihtiva ettiği mana ve tehditleri bütün müslümanların düşünmesi zorunludur. Zira kendini müslüman zannedenlerin çoğu bu ayetlerin kapsamına girmektedirler. Çünkü doğudaki ve batıdaki tüm kafirler Allah’ın, Muhammed (sav)’e indirdiği kitabtan nefret etmektedirler. Kim bu kafirlere ayetin ifade ettiği gibi “bazı konularda size itaat ederim” derse bu ayetlerin tehdidinin altına girecektir. Tabi ki her konuda onlara itaat edenler daha çok bu ayetlerin mefhumuna girerler. Şu andaki beşeri sistemlere itaat edenler şüphesiz bu ayetin kapsamı altına girmektedirler. Dikkat! Dikkat! Bazı konularda size itaat ederim diyenlerden olma.”
Şeyh Muhammed Emin Şankıti Kehf Suresi’nin 26. ayetine yaptığı tefsirde ise şöyle demektedir:
“Kur’an’ı Kerim’in naslarından açıkça anlaşılmaktadır ki, şeytanın dostları vasıtası ile koydurduğu, İslam şeriatına muhalif beşeri kanunlara tabi olanların kafir ve müşrik olduklarından ancak onlar gibi Allah’ın basiretlerini kör ettiği, vahyin nurundan kör olan kafir ve müşrik kimseler şüphe ederler.”
Yine Şeyh Muhammed Emin Şankıti İsra Suresi’nin 9. ayetine yaptığı tefsirde ise şöyle demektedir:
“Rasulllah’ın getirdiği din ve şeriattan başkasına tabii olan kişi, kendisini İslam milletinden çıkaran apaçık bir küfür işlemiştir. İşte bu hüküm Kur’an’ın doğru yola ileten hükümlerindendir.”
Sonuç olarak mesele gayet açık bir şekilde ortaya konulmuştur. Her kim Allah’ın indirdiğini bir kenara bırakarak ne amaçla ve ne niyetle olursa olsun hevasından yasa ve kanun vaaz ederse apaçık bir şekilde ilahlık iddia etmiştir. İslam milletinden çıkıp şeytan ve dostlarının safını almıştır. Ve yine her kim ne amaçla ve ne niyetle olursa olsun bu batıl ilahlara zerre kadar meyleder, onlara tek bir konuda dahi itaat eder ya da itaat etme sözü anlamına gelen fiillerde bulunursa apaçık bir şekilde kâfir ve müşrik ismini alacaktır.
Hiç şüphesiz başında ve sonunda hamd alemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.


Bu mesaj 1 kez ve en son buharii tarafından 03.05.2007 - 18:54 tarihinde değiştirilmiştir.
Ekleme Tarihi: 16.04.2007 - 10:24
buharii üyenin diğer mesajları buharii`in Profili buharii Özel Mesaj Gönder Sayfanın başına dön
Konu: "Tağuti sistemlerde Askerlik Görevi ve İkrah" ...
buharii su an offline buharii  
"Tağuti sistemlerde Askerlik Görevi ve İkrah" ...
47 Mesaj -
Beşeri sistemlerin, tağuti düzenlerin askerliğini yapmak, böyle kurumların askerliğinde bulunmak sizinde belirttiğiniz gibi kişiyi İslam milletinden çıkaran amellerdendir. Bu üzerinde zerre kadar dahi ihtilafın olmadığı bir husustur. Burada aslen böyle bir fiilin küfür olmadığı bilakis içerisinde mevcut küfür fiillerinden dolayı küfür olduğu, askerlik ve benzeri kurumlarda küfre düşülmediği sürece kişinin kafir olmayacağı görüşü ise kesinlikle itibara alınacak bir görüş değildir. Tağuti düzenlerde askerlik yapmanın küfür olduğu hususunda deliller pek çoktur. Sizin sorunuz aslen bu yönde olmadığı için biz burada uzun uzadıya bunun delillerini zikretmeyi gereksiz görüyoruz. Ancak konuya dair pek yakında çıkacak kitaplarımızdan detaylı bilgi edinilebilir.

Burada asıl mesele ise tağuti sistemlerin bu hususta fertlere yapmış oldukları baskıların muteber ikrah sınırlarına girip girmemesidir. Ve anladığımız kadarıyla sizin de sorunuz bu yöndedir. Acaba şu an beşeri sistemlerin askerlik konusunda yaptıkları baskı ve zorlama İslam Hukukuna göre muteber bir zorlamamıdır?

Konuya dair fıkıh kitaplarına baktığımızda çok farklı görüşleri bulmak mümkündür. Alimlerin bir kısmı ikrah halinde verilen ruhsatın ancak söz ile olacağını ameli tasarruflarda ise ikrah halinde kesinlikle bir ruhsatın olmayacağını söylemişlerdir. Hasan el’Basir, Evzai ve Maliki alimlerinden Suhnun’un görüşü bu yöndedir. Bu durumda ikrah halinde, bir kişinin putlara secde etmesine kesinlikle ruhsat verilmemiştir. (Kurtubi, 10/280) İkrahı sadece söz ile sınırlı tutun alimler bu hususta kendi aralarında ihtilaf etmişler, kinaye ve tevriye yolu açık olan sözlerde ikrahın muteber olacağını ancak kinayeli bir ifade kullanmak mümkün değilse ikrahın muteber olmayacağını söylemişlerdir. İkrah halinde ameli tasarrufların yapılmasına ruhsat veren alimler de burada iki farklı görüş zikretmişlerdir. Şayet yanıltma durumu varsa ikrahın muteber olacağını ancak yanıltma durumu yoksa ikrahın muteber olmayacağını söylemişlerdir. Buna göre bir kısım alimler kıbleye doğru bir puta secde etmenin ruhsat hükmü içerisine gireceğini ancak puta secde eden kimsenin secde esnasında kıbleye yönelme durumu yoksa bunun ruhsat kapsamına girmeyeceğini söylemişlerdir. Bu Muhammed b. Hasen’in görüşüdür. (Kurtubi, 10/281) Kadı Ebu Bekir İbn’ul Arabi, Kurtubi gibi Maliki alimlerinin ve bununla beraber daha bir çok alimin görüşü ise ikrah halinde verilen ruhsatın söz ya da amel olarak ayrılamayacağını yine kinaye ya da tevriye yolu ile yapılıp yapılmamasının arasında bir fark olmayacağıdır. Bu aynı zamanda Ömer İbn’ul Hattab ve Mekhul’ün görüşüdür. (Kurtubi, 10/289, Hazin Tefsiri 4/117) Şevkani, Nahl Suresi’nin tefsirinde Kurtubi’den bu konuda nakilleri getirdikten sonra ayetin nuzul sebebinin hususi olmasının itibara alınmayacağını bilakis lafzın umumi hükmünün itibara alınacağını söyleyerek ikrah halinde verilen ruhsatın hem kavli hem de ameli olabileceğini belirtmiştir. (Fethul kadir 3/248)

İmam Şafi ise “Kişi öyle bir kimsenin eline düşer ki artık ondan yakasını kurtaramaz.” (Kitab’ul Umm 4/221) diyerek ikrah halini oldukça geniş tutmuştur. İkrah kavramını bu şekilde geniş tutan şafiler korkunun hasıl olmasıyla ikrah halinin de başladığını belirtmişlerdir.

Mükreh’in (zorlanan kimsenin) ikrah halinde ruhsat sahibi olduğu fiiller noktasında yukarıda aktardığımız ihtilaflar zorlamanın mahiyeti noktasında da mevcuttur. Hanefiler bu hususta sınırları oldukça dar tutarak zorlamanın ancak kişinin üzerinde ya da etrafında tahakkuk etmesi halinde ruhsatın olabileceğini (Feydu’l Bari Şerhi Sahihi Buhari, Keşmiri 8/135), birkaç günlük hapis ve bağlama türünden, ya da birkaç kırbaç ile dövmenin bir ruhsatı gerektirmeyeceğini, bunun insanların durumuna göre değişeceğini bazı kimselerin uzun süre dövülmedikçe hiçbir zarar görmeyeceğini söylemişlerdir. (Fetavayı Hindiyye, 10/272) Ölümle tehdit edilmesi halinde ise, ruhsat halini kişinin zannı galibine bırakmışlardır. (Fetavayı Hindiyye, 10/281) Yine İmam Ebu Hanife ikrahın ancak sultan eliyle olursa muteber olacağını akse halde ikrah halinde kişi için bir ruhsatın olmayacağını söylerken İmam Ebu Yusuf, İmam Muhammed ve diğer hanefi alimlerine göre ikrahın sultan eliyle ya da başka bir güç tarafından yapılması arasında fark yoktur.

Burada diğer alimler ve özellikle de şafiler zorlanmanın mahiyetini biraz daha geniş tutarak korkunun hasıl olmasını, mükrihin azminin açığa çıkmasını ruhsat için yeterli görmüşler, ölüm tehdidi ya da aşırı darp ve malın telef edilmesi gibi sınırlı şartlar getirmemişler bilakis her türlü baskı ve zorlamanın sahibi için bir ruhsat olacağını belirtmişlerdir. Özellikle şafiler sahabeden gelen kavillere dayanarak şerefli bir kimsenin halk arasında istihfaf edilmesini dahi ikrah hali olarak değerlendirmişlerdir. (Kitab’ul Umm, 4/222, Büyük Şafi Fıkhı, 4/70)
İbn-i Hazm bütün bu ihtilafları hiç itibara almamış ikrah halinde verilen ruhsatın hem sözlü hem de ameli olabileceğini, bir iki kırbaç ile vurmanın ya da çok daha şiddetli bir darbın arasında hiçbir fark olmadığını, yine bir gün hapis ile uzun süreli hapis arasında bir fark olmadığını, zorlayanın ister sultan olsun isterse bir başkası olsun fark etmeyeceğini belirttikten sonra bu şekilde yapılan taksimlerin fasid olduğunu ve Kur’an ve Sünnet’te hiçbir nassa dayanmadığını belirtmiştir. (Muhalla 7/212)

Diğer bir noktada ise Şafiler ikrahın anlık olması gerektiğini yapılan tehdidin gelecek bir zamanda vuku bulması halinde ikrahın muteber olmayacağını söylerlerken (Şafi Fıkhı 4/71) İbn-i Hacer bunu mükrihin azmetmesi, bunu adet edinmesi ya da sürenin azlığı ile kayıtlandırmıştır. (Feth’ul Bari: 14/322) Yani İbn-i Hacer “zorlayan kimse devamlı surette bir başkalarını bir fiile zorluyor ve de tehdidini gerçekleştiriyorsa ve mükrehe verdiği süre çok az ise bu durumda ikrahın acil olma şartı yoktur” demektedir.

Görüleceği üzere konu üzerinde ihtilaflar oldukça geniş ve de uzundur. Burada görüşlerin bu şekilde muhtelif olmasının sebebi kanaatimizce konuya dair Kur’an ve sünnetten gelen nassların umum ifade etmesi ve bu durumu tahsis edecek başka bir karinenin de bulunmamasıdır. Zira Kur’ana baktığımızda konu hakkında gelen naslar “...ancak baskı altında kalanlar hariç...” (Nahl Suresi: 106), “Ancak çare ve yol bulamayan güçsüzler...” (Nisa Suresi:9 şeklinde tamamen umumi bir ifade taşımaktadırlar. Yine Rasulullah’ın “Ümmetimden işlemek üzere zorlandıkları şeyin sorumluluğu kaldırılmıştır.” (İbn-i Mace, Talak 16) hadisi de konu hakkında detaylı bir bilgi vermemektedir. Alimlerin konu üzerindeki muhtelif görüşleri ise, kesinlikle nass esaslı olmayıp tamamen fıkıh usulünün maslahat, seddü-z zerai ya da mekasıdü-ş şeria gibi temel ilkelerinden çıkartılmıştır.

Burada anlatmak istediğimiz şudur: Yukarıda yer verdiğimiz muhtelif görüşlerin hiç biri aslen bir nass hükmünde değildir. Bundan dolayı da umumi olarak fertleri bağlayıcı nitelik taşıyamazlar. Hiç kimsenin bu görüşlerden bir kısmını tercih ederek “kesinlikle ikrahın sınırları bunlardır, bunun haricinde ortaya atılan bütün şartlar fasittir” deme ve karşıt görüşte bulunan müslümanları tekfir etme hakkı yoktur. Zira böyle bir iddia da bulunan kimse kendi kabul ettiği ikrah şartlarını dahi Kur’an ve Sünnetten kesin naslara dayandıramaz. Bu sebepledir ki, ilim sahibi herkesin genel naslardan anladığ esas gayeye uygun gördüğü görüşü tercih etme hakkı vardır. Bu kadar geniş çaplı ihtilafların bulunduğu bir konuda muhalif görüş sahiplerinin birbirilerini tekfir etmeleri dinin apaçık bir şekilde haram kıldığı bir husustur.

Bu açıklamalardan sonra günümüzdeki duruma gelecek olursak yazımızın hemen başında da belirttiğimiz gibi tağuti sistemlerin askerlik hizmetinde bulunmak kesinlikle kendisinde zerre kadar dahi şüphenin bulunmadığı bir küfür amelidir. Ancak tağuti sistemlerin bu hususta bir zorlamalarının olduğu da aşikârdır. Acaba tağuti sistemlerin ve özellikle de üzerinde yaşadığımız T.C’nin bu husustaki baskıları muteber bir ikrah mıdır ve bu hususta bir ruhsat var mıdır? Bu durumu üç aşamada incelemek mümkündür:

1- İlk başlangıç itibarı ile sistemin vatandaşlarını askerlikle zorunlu tutması kesinlikle muteber bir ikrah nevinden değildir. İlk aşamada askerlik çağına gelmiş ancak yoklama kaçağı konumunda bulunan kimselere yönelik sistem tarafından ne bir zorlama ne de bir tehdit vardır. Böyle bir fiil sistemin kendi kanunlarında dahi cezai bir müeyyide uygulanması gereken bir suç olarak tarif edilmemektedir. Zorlamanın ve tehdidin olmadığı yerde ikrah halinden ve ruhsattan bahsetmek ise ancak şeytanın zayıf nefisleri kandırmasından başka bir şey değildir.

2- Yoklama kaçağı durumundaki kişi şayet yakalanır ve askerlik yapacağı yere kadar mükrih (zorlayan ki bugün polis ya da askerdir) tarafından götürülüyorsa ve birliğine teslim olduktan sonra da kaçma durumu mümkün değilse bu kimse esir hükmündedir. Herhangi bir tercihi söz konusu değildir. Bu kimse üzerinde ikrah halleri bütünüyle tahakkuk etmiştir.

3- Yukarıda bahsi geçen bu kimse kaçma imkanı bulduğu zaman (örneğin çarşı izni gibi bir durumda) ne yapmalıdır? Acaba hala ikrah altında mıdır, değil midir? İşte günümüzde en çok ihtilaf bu noktada yaşanmaktadır.

Alimlerin ekserisine göre böyle bir kimse ikrah altındadır. Zira böyle bir durumda kaçan kimse askeri ceza kanununa göre yedi gün içinde yakalanırsa 3 aya kadar, yedi ile 3 ay içerisinde yakalanırsa dört aydan bir buçuk yıla kadar, üç aydan sonra yakalanırsa altı aydan üç yıla kadar tecili olmayan ağır hapse çarptırılmaktadır. Mükrih bu tehdidini yerine getirmeye muktedirdir ve azmetmiştir. Böyle bir durumda şafilerin şart olarak öne getirdikleri ikrahın anlık olması durumu da kendiliğinden kalkmıştır. İkrah altında yapılması istenilen şeyin zamanla kayıt altına alınması diye bir şart ise hiçbir alim tarafından getirilmemiştir.

Bununla beraber hanefi alimlerine göre, böyle bir durumda kesinlikle ikrah halleri mevcut değildir. Zira hanefi alimleri tehdidi ve zorlamayı bir ikrah hali olarak kabul görmemişler, bilakis bunun bizaat mükreh (zorlanan) üzerinde tahakkuk etmesi şartını öne sürmüşlerdir. İmam Ahmed b. Hanbel’in iki görüşünden biriside bu şekildedir.

Bizim kanaatimize göre de kişi böyle bir durumda ruhsat sahibi değildir. Bizi bu kanaate iten en önemli husus ise Allah Tealâ’nın şu ayetidir:

“Melekler, kendilerine zulmettikleri bir durumda bulunurken canlarını aldıkları kimselere: "Siz ne iş yapmaktaydınız?" diyecekler. Onlar: "Biz yer yüzünde zayıf ve güçsüzdük" diye cevap verecekler. Melekler: "Allah'ın arzı geniş değil miydi, oraya hicret etseydiniz ya!" diyecekler. İşte bunların barınakları cehennemdir. Ona gidiş de ne kötü şeydir!” (Nisa Suresi: 97)

Görüleceği üzere bu ayette Allahu Tealâ hicret etmeye imkan ve güçleri olduğu halde bundan geri kalıp daha sonra müşriklerin eline esir düşen kimselerin kendi nefislerine zulmeden kimseler olarak isimlendirmekte ve içinde bulundukları mustazaflık durumunu hesaba almamaktadır. Ve şu anda da durum aynıdır. Kişiler kendi acziyetleri yüzünden hicret ederek mücahidlerin safına katılmamaları sebebiyle kendi nefislerine zulmetmekte ve daha sonra da kafirlerin eline esir düşmektedirler. Ve her an bu esaretten kurtulup, kaçma imkanları da mevcuttur.

Bugün dünya küreselleşmiş, ordular İslam ordusu ve küfür ordusu olmak üzere ikiye ayrılmışlardır. Bir tarafta Allah’ın dininin ikamesi için savaş veren mücahidler diğer tarafta ise müslümanlarla tek bir millet halinde savaşan şeytanın orduları... Bugün kafirlerin orduları top yekun olarak Afganistan’da, Irak’ta Müslümanlara karşı büyük bir savaş vermektedirler. Kişilerin her türlü güç ve imkana sahip iken Allah yolunda hicret ederek mücahidlerin safına katılmayıp, kendi zaafiyetleri sebebiyle kafirlerin ellerine esir düşmeleri, daha sonra kaçma imkanları olduğu halde ileride vuku bulabilecek bir takım tehditleri bahane olarak ileri sürerek kafirlerin orduları arasında kalmaları ve bunu da ruhsat olarak görmeleri (Allah en doğrusunu bilir) geçerli bir mazeret değildir. Bizim bu hususta tavsiyemiz, böyle bir durumla karşı karşıya kalan kimselerin baskı ya da zorlama altında dahi olsa ruhsatlara sarılarak tağuti sistemlere destekçi olmamaları, hicret ederek kendi hür iradeleriyle Allah’ın davasına ve mücahidlere yardım etmeleridir. Böyle bir tutum sergileyen kimse hem ihtilaflar dolu bir fıkhın getirmiş olduğu ruhsatlara sarılmamış olur, hem azimetle amel etmiş olur hem de zafer ya da şehadet gibi iki büyük mükafattan birisini kesin olarak elde etmiş olur. Hiç şüphesiz ki hamd alemlerin rabbi olan Allah’a mahsustur.
Ekleme Tarihi: 16.04.2007 - 10:21
buharii üyenin diğer mesajları buharii`in Profili buharii Özel Mesaj Gönder Sayfanın başına dön
Konu: putların Önüne cocuklarımızı gondermek?
buharii su an offline buharii  
putların Önüne cocuklarımızı gondermek?
47 Mesaj -
selamun aleykum ve rahmetullahi

Sevgili kardeşlerim! Benim size sorum okul meselesi hakkında olacaktır. bugün tc de bu küfür ve şirk yuvalarına çocuklarını gönderen bir müslümanın işlediği ffiil hangi boyuttadır. Küfürmüdür yoksa sadece günah mıdır? bu konu hakkında ayrıntılı bir açıklama yaparsanız iyi olur Allah için. çünkü bu konu şu an bir cok ihtilafa sebep olan bir konudur. Allah yardımcınız olsun ......

Selam’un Aleykum ve Rahmetullahi ve Berakatuhu

Sevgili Kardeşim! Günümüzde tekfire dair en çok tartışılan konulardan bir tanesi de, fesad medreselerine çocukları teslim etme konusudur. Acaba bu fesad medreselerinde her türlü şirk ve küfür amellerini işleyerek, şeytanın emelleri doğrultusunda yetişen bir çocuk işlediği fiillerden sorumlu mudur? Bu çocuğun velayetine sahip babasının çocuğunu fesad medreselerine teslim etmesinin hükmü nedir? Böyle bir baba yapmış olduğu fiili sebebiyle kafir olur mu? Fesad medreselerine çocukları teslim etmenin küfür olmadığını, böyle bir babanında kafir olmayacağını söyleyen bir kimse de bu küfürden nasibini alır mı?

Öncelikle belirtmekte fayda vardır ki, günümüzün fesad medrelerine fıtrat üzere doğmuş, zihni berrak, kalbi saf bir yavrucağı teslim etmek apaçık olarak Allahu Teala’nın “Ey İman Edenler! Nefsinizi ve ehlinizi ateşten koruyun…” (Tahrim/6) ayetine muhalif bir hareket sergilemektir. Bundan dolayı böyle bir fiil içerisinde olan kimse ihtilafsız büyük bir haramın içindedir. Ve ayete yönelik muhalefetini bir kere ya da iki kere değil yıllarca sürdürmektedir

Bilinmelidir ki, İslam’da çocuk eğitimi en önemli hususlardan bir tanesidir. Zira sağlıklı, ihlas üzere hareket eden bir İslam toplumunun oluşması ancak İslam üzere bir eğitim ve öğretim metodu ile mümkündür. Çocuk terbiyesi ve eğitimi, hiçbir önem arzetmeyen boş işlerden değildir. Özellikle çocuğun gerektiği şekilde eğitilmesi anne ve babası üzerine vaciptir. Nitekim Allahu Tealâ şöyle buyurmaktadır:
“Ey inananlar! Kendinizi ve ailenizi bir ateşten koruyun ki onun yakıtı insanlar ve taşlardır.” (66, Tahrim/6)

Bu ayetin tefsirinde İbn-i Kesir şunları nakletmektedir: Hz. Ali, “kendinizi ve ailenizi bir ateşten koruyun…” ayeti ile onları eğitmek, terbiye etmek gerektiği belirtilmiştir, demektedir. İbn-i Abbas ise bu ayet hakkında şu tefsiri yapmıştır: “Onları Allah’a itaat için çalıştırın, Allah’a isyandan koruyun ve ailenize zikri öğretin ki, Allah onları cehennemden kurtarsın.” (İbn-i Kesir Tefsiri)

İbn-i Kayyim (rahimehullah) kıyamet gününde çocuğun, anne ve babasından önce sorguya çekilmesinden önce anne ve babanın, çocuğundan dolayı sorguya çekileceğini söylemektedir.
Şunu diyebiliriz ki, çocuğa gerekli bir eğitim vermek ve onu terbiye etmek cennettir. Bunu ihmal etmek ise ateş ve cehennemdir. Bundan dolayı çocuk eğitimi asla göz ardı edilecek işlerden değildir. Kişinin çocuklarına nebevi bir eğitim vermesi mutlak surette temel görevlerindendir.

Uygun bir metot üzerine terbiye ve eğitim, ailenin çocuğuna verebileceği en iyi hediye ve en büyük güzelliktir. Bu, dünya ve içinde bulunan her şeyden daha hayırlıdır. Bu ümmetin ıslahı ancak çocuklarımızı uygun bir metot üzerine eğitim ve terbiye ile mümkündür. Ancak böyle ciddi bir çalışma ile Resulullah’ın (s) yetiştirdiği sahabe topluluğuna benzer bir ümmet çıkabilir.

Muhakkak ki, çocuk eğitimi bütün anne ve babanın üzerine vacip bir görevdir. Baba çocuğundan sorumludur ve çocuğu babasının üzerine bir emanettir. Kıyamet gününde kendisine mutlak surette emanete nasıl muamele ettiği sorulacaktır.

Malum olduğu üzere bugün beşeri sistemlerin gölgesi altında eğitim ve öğretim vermeye çalışan kurumlar bütünüyle putperest bir eğitim ve öğretim anlayışına sahiptir. Çocukların daha küçücük yaşlarına rağmen putperstlik inancı adeta beyinleri kazılmaktadır. Bununla beraber çocuklar bu fesad medreselerinde her türlü itikadi, ameli ve kavli küfre bulaşmaktadırlar. Yine çocukların eğitimcileri konumunda olan öğretmenler aslen sahih bir itkada sahip olmamaları neticesinde çocukların eğitimi ile daha ilk başta mes’ul olma görevlerini yerine getirememektedirler.

Bilindiği üzere çocuklar eğitimcilerinden oldukça etkilenmektedirler. Selef alimleri çocuklarını teslim edecekleri eğitimcileri özenle seçerler, onların İslamî birikimlerine, ihlaslarına dikkat ederler ve hatta çocukları için bu nitelikte bir eğitimci bulamadıkları takdirde hicret ederlerdi. Bugün ise kendilerini İslamî hareketin mensupları ve davetçiler olarak niteleyen kimileri çocuklarını, kafir, mürted eğitimcilere hiç çekinmeden teslim edebilmektedirler. İşin daha da üzücü tarafı bu yaptıkları habis fiillere kendilerince mazeretler bulmalarıdır.

Sonuç olarak girişte de belirttiğimiz gibi günümüzün fesad medreselerine çocukların teslim edilmesi apaçık olarak Allah’ın delaleti kat’i emrine muhalefettir ve haramdır. Ve bu kişi böyle bir haramı yıllarca işlemektedir.

Konunun iman ve küfür boyutuna gelince; öncelikle genel olarak kabul edilen görüş çocuğun kafir olmayacağıdır. Zira Resulullah’tan sabit olduğu üzere çocuktan kalem kaldırılmıştır.

Çocuğun velisi durumunda olan babaya gelince, işte konunun en ihtilaflı tarafı burasıdır. Acaba babanın bu fiili küfre rıza kapsamında değerlendirilebilir mi? Bir kimse velayeti altındaki kimselerin küfre girmesine rıza göstermesi sebebiyle kafir olur mu?

İlim ehli arasında bu konu oldukça ihtilaflıdır. Ulemanın ekserisi kişinin bizzat kendisine yönelik küfre rızasını küfür kabul etmekle birlikte, bir başkasının küfrüne rıza göstermesinde ise ihtilaf etmişlerdir. Alimlerin ekserisi bunu küfür kabul ederlerken, bir kısmı ise bir başkasının küfrüne rıza göstermenin küfür olmayacağını söylemişlerdir. Özellikle Hanefi alimleri bir amirin, emri altındakilere küfürle emretmesini dahi küfür olmayacağını söylemişlerdir.

Bununla beraber, bir başkasının küfrüne rıza göstermenin tezahüründe sadece amel yeterli midir? Yoksa kavli bir beyan da şart mıdır? İşte asıl ihtilaf edilen husus bu noktadadır. Alimlerin bir kısmı, kişinin sadece amelinin küfre rıza gösterdiğine dair yeterli bir delil olduğunu söylerlerken alimlerin bir kısmı ise, rızanın kalbin ameli olduğunu, kalbin amelinin ise ancak kavli bir beyanla sabit olabileceğini, bu sebepten dolayı kişinin küfre rızasının amel ile değil söz ile sabit olacağını söylemişlerdir. Bu görüşte olan alimlere göre, çocuğunu fesad medreselerine teslim eden bir babanın bu ameli onun küfre rıza gösterdiğine delalet etmemektedir. Bilakis sözlü olarak çocuğunun bu fiillerinden razı olduğunu beyan etmesi gerekir.

Bizim burada ihtilafları zikretmekte amacımız bir tercih yapmak değil, bilakis konu üzerinde ihtilaf olduğunu açığa çıkarmamızdır. Zira tekfir hükmü ancak muttefekun aleyh bir şekilde sabit olur. İhtilafın olduğu yer de tekfirden bahsetmek mümkün değildir.

Bu ihtilaflara binaen çocuğunu fesad medreselerine teslim eden bir babanın amelinin, kat’i suretle haram olmasına karşılık bu kişinin küfründen bahsetmek, kafir olacağını söylemek kanaatimce hatalı bir görüştür. Zira dediğim gibi konu üzerinde eskiden beri çok ciddi ihtilaflar mevcuttur. Ancak her ne kadar böyle bir fiil küfür olmasa bile bu fiilin sahibi küfürle müttehemdir. Yani alimlerin cumhuruna göre küfür ithamı altındadır.

Alimlerin görüşlerinden küfre rızanın her halükarda küfür olduğu, ve rızanın amelle sabit olacağı, sözlü bir beyana ihtiyaç olmayacağı görüşü Kur’an ve Sünnete çok daha yakın görünmektedir. Buna göre çocukları fesad medreselerine teslim etme ameli, çocuğun küfrüne rıza göstermek olup babanın ameli de bu rızanın bir göstergesi durumundadır. Bundan dolayı her ne kadar böyle bir fiili küfür olarak isimlendirmek mümkünse de, sahibini mutlak olarak tekfir etmek mümkün değildir. Zira konu oldukça ihtilaflıdır. Tekfir de ise asıl şart, meselenin mutlak olarak ihtilafsız olmasıdır.

Bu açıklamalardan sonra çocuğunu fesad medreselerine gönderen bir babayı tekfir etmeyenlerin ve böyle bir ameli küfür görmeyenlerin de kafir olacağını söylemeye gelince; bu oldukça hatalı bir davranış olup tekfirde aşırı gitmektir. Bu hususta; çocuklarını fesad medreselerine gönderen bir kimseyi muayyen olarak tekfir etmeyen bir müslümanı tekfir etmek oldukça tehlikeli bir husus olup, büyük günahlardan daha büyük günah olan ameli bir küfürdür.

Sonuç olarak sevgili Kardeşim!

* Çocuklarını fesad medreselerine gönderen bir kimse apaçık haram içerisindedir ve Allahu Teala’nın “Kendinizi ve ailenizi bir ateşten koruyun” emrine muhalefet etmektedir.

* Çocuklarını fesad medreselerine gönderme eylemi alimlerin ekserisine göre mutlak olarak küfürdür.

* Çocuklarını fesad medreselerine gönderen bir baba alimlerin ekserisine göre küfür ithamı altındadır.

* Çocuklarını fesad medreselerine gönderen bir müslümanı muayyen olarak tekfir etmek konunun ihtilafından dolayı hatalı bir tutumdur.

* Çocuklarını fesad medreselerine gönderen bir müslümanı tekfir etmeyeni ya da böyle bir eylemi küfür görmeyen bir müslümanı tekfir etmek ise ameli küfürdür.

Sonuç olarak bu benim görüşümdür. Doğrularım Allah’tan, hatalarım ise nefsimdendir.

Selamun Aleykum ve Rahmetullahi ve Berakatuhu
Ekleme Tarihi: 16.04.2007 - 10:19
buharii üyenin diğer mesajları buharii`in Profili buharii Özel Mesaj Gönder Sayfanın başına dön
Konu: ALLAH TAN BAŞKASINI KANUN KOYUCU OLARAK KABUL ETMEK
buharii su an offline buharii  
RE:
47 Mesaj -
selamu aleykum ve rahmetullahı ve berakat.

sevgılı guzel kardesım...ınsaallah bu gun bu konunun sonucunu yazacagım....senınle konusdukdan sonra mesajımı degıstırdım....bısmıllahırrahmenırrahım....bız dune kadar bu hukmu alan kardesın tagut oldugunu soyluyordukkı haklıydık ıslam zahıre bakar....bıze kımse bır delıl soyleyemıyordu...bundan dolayı bızde bu konu hakkında acık ayetler ve acık hadısler oldugundan dolayı hıc bır delıllerı olmadan boyle bır karar alması o kısıyı tagut konumuna dusurdu...dıye hem arastırdık hemde ılmı yuksek kardeslerımıze sorduk....ve bıze bır ılmı delıl getırememelerınden dolayı bu hukmu soyluyorduk....ama dun allahın ıznıyle sen bızlere ılk defa bır kac delıl soyledın ...buda demekkı o kardesın kararı alırken tevıl ettıgı delıller oldugunu allahın ıznıyle anladık...ve allah cc ıcın ben yıne arastırmaya basladım....bızler muslumanız....allaha hamdolsunkı her zaman hakka boyun eymek zorundayız....ve eyerız ınsaallah....bu konuda sımdı gun yuzune cıkmıs oldu....soylekı onceden delıllerınızın olmayısından dolayı bızler zahıre gore hukum verıyorduk...ne zamankı sen bızlere bır kac rıvayet getırdın ...bundan dolayı bu kararı aldık dedın....allaha hamdolsunkı rabbım bızı sımdı son noktaya ılettı ınsaallah....bızım arastırmalarımız sonucu ve ılmıne guvendıgımız kardeslerımız bıze dedılerkı....(senın bıze verdıgın delıllerı ben dun aksam demokrası bır dındır adlı kıtabın yazarına da sordum) bıze dedılerkı.... artık .....tagut demeyın ....cunku bu kardesler bazı rıvayetlerı tevıl ettıklerınden dolayı tagut sınıfına gırmezler...artık tagut demeyın...dedıler...ama bu yaptıkları yanlıs bır tevıldır...harama dusmuslerdır...ehlı sunnet de kaıdedır kı...acık naslar olan bır konu hakkında kımse kıyasa gıdemez bu hakdan sapmakdır...ıkıncısı...acık ayet ve hadıs olan konularda dıkkat et buraya ınsaallah ....acık ayet ve hadısler olan hukumlerde...ayet ve hadısı bırakıp sahabenın sozu yada fııllerı delıl olarak alınmaz...dedıler allaha hamdolsun.....sımdı bundan sonra her turlu herkes benım kardesımdır...herkese ınsaallah selam verırım ...ıns...sızden de aynı karsılıgı gormesemde artık verırım ınsaallah ....sunu da unutmayın ınsaallah en kısa zamanda bu fıtneyı ınsaallah ortadan kaldırırsınız cunku sızler harama dustunuz...gunah ıslıyorsunuz....yanlıs tevıllerınız sızı hakdan ayırdı.....rabbım hepımıze hakkı gormeyı ve amel etmeyı nasıb etsın ınsaallah....rabbım bızlere ılım versın ıns.....allaha emanet ol guzel kardesım....butun kardeslerıme de selam soyle ....selamu aleykum ve rahmetullahı ve berakat
Ekleme Tarihi: 10.03.2007 - 07:56
buharii üyenin diğer mesajları buharii`in Profili buharii Özel Mesaj Gönder Sayfanın başına dön
Konu: alimlerin dilinden tagutt ???
buharii su an offline buharii  
alimlerin dilinden tagutt ???
47 Mesaj -
4 - TAGUT


Alimlerin Tagut Hakkındaki Sözleri


İbni Cerir Taberi şöyle dedi:

"Bana göre taguta verilecek en doğru mana; Allah-u Teâlâ'ya karşı haddini aşan ve Allah-u Teâlâ'dan başka kendisine zorla veya gönüllü itaat edip bağlanılarak ibadet edilendir. Kendisine ibadet edilen bu varlık bir insan olabileceği gibi şeytan, put veya herhangi bir şey de olabilir." (Taberi Tefsiri)


İmam Kurtubi şöyle dedi:

"Tagut; kahin, şeytan ve sapıklıkta öncü olan kimselerdir." (Kurtubi Tefsiri c: 3 s: 282)

Kurtubi bir başka yerde şöyle dedi:

"Tagutu reddedin", demek; "şeytan, kahin, put ve bunlar gibi Allah-u Teâlâ'dan başka ibadet edilen ve sapıklığa çağıran her şeyi terkedin" demektir." (Kurtubi tefsiri c: 9 s: 10)


İbni Teymiye şöyle dedi:

"Tagut Fa’lut kalıbında olup tugyandan türemiştir. Tugyan ise haddi aşmaktır. Bu ise zulüm ve haksızlıktır. Allah-u Teâlâ'dan başka kendisine ibadet edilen kişi, eğer buna razıysa tagut olmuştur.

(Tagutun tarifiyle ilgili burada sınır konulmasının sebebi Allah-u Teâlâ'dan başka kendilerine ibadet edilen nebi ve salih kişileri istisna etmek içindir. Zira onlar, hiç bir şekilde kendilerine ibadet edilmesine razı değildirler. Bu sebeble onlar tagut olarak isimlendirilmezler. Fakat bu kimselere ibadet eden kimseler reddedilir ve tekfir edilirler.)

Bu sebeble Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem, putları tagutlar olarak isimlendirmiştir. Sahih bir hadiste Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle dedi:

"Tagutlara ibadet edenler (ahiret gününde) tagutların peşine düşerler."

- Allah-u Teâlâ'ya isyan konusunda,

- Hidayet ve hak dinin dışında,

- Kitab ve sünnete muhalif olarak; kendisine itaat edilip, bağlanılan her yol taguttur.

Bu sebeble Allah-u Teâlâ'nın kitabı dışında hüküm veren ve kendisine muhakeme olunan kişiye tagut ismi verilmiştir. Firavun’a da işte bu sebeble tagut denilmiştir." (Fetvalar c: 28 s: 200)


İbni Kayyım şöyle dedi:

"Tagut; kendisine ibadet edilme, bağlanılma ve itaat edilme konusunda haddini aşan kul demektir.

İnsanların tagutu; Allah-u Teâlâ ve rasulünün kanunlarıyla hükmetmeyen, Allah-u Teâlâ'dan başka kendisine muhakeme olunan, ibadet edilen ve Allah-u Teâlâ'nın emrine dayanmaksızın ve Allah-u Teâlâ'ya itaat etmeksizin zatı için tabi olunanlardır. İşte alemlerin tagutu bunlardır.

Bunları düşünür ve insanların durumuna bakarsan, insanların çoğunun Allah-u Teâlâ'ya değil, tagutlara ibadet ettiğini, Allah-u Teâlâ ve rasulünün hükümlerine değil tagutların hükümlerine muhakeme olduğunu, Allah-u Teâlâ ve rasulüne değil, taguta itaat edip tabi olduklarını görürsün." (A’lamu’l Muvakkiin c: 1 s: 50)


Burada şunu ifade etmeden geçmeyeceğim:

İbni Kayyım’ın, zamanındaki yani 700 sene önceki insanların çoğu hakkındaki görüşü böyleyse, bizim zamanımızın insanlarını görseydi acaba onlar hakkındaki görüşü nasıl olurdu?


İmam Şankıtiy şöyle dedi:

"Özet olarak; Allah-u Teâlâ'dan başka ibadet edilen her şey taguttur ve bu konuda en büyük payı şeytan alır. Allah-u Teâlâ'nın şu ayette buyurduğu gibi:

"Ey Adem oğlu! Ben size, şeytana ibadet etmeyin diye bildirmedim mi?" (Yasin: 60) (Edva’ul Beyan c:1 s: 228)


İmam Abdurrahman el Batin şöyle dedi:

"Tagut; Allah-u Teâlâ'dan başka ibadet edilenlerin, sapıklıkta öncü olanların, batıla çağıran ve onu iyi gösterenlerin hepsidir.

Allah-u Teâlâ ve rasulüne zıd olan hükümlerle insanlar arasında hüküm verenler, kahin ve sihirbazlar, sapık ve yalan hikayeler uydurarak insanları mezarlara ibadet etmeye çağıran mezar bekçileri, hizmetçileri ve koruyucuları aynı şekilde birer taguttur.

Bu tagutların aslı ve en büyüğü ise şeytandır. Şeytan en büyük taguttur. Allah-u Teâlâ daha iyi bilir." (Ed-Durerus Seniye c: 2 s: 103)


Şeyh Muhammed Hamid el Fıkhi şöyle dedi:

"Selef alimlerinin tagut hakkındaki sözlerinden şu anlaşılır:

Tagut; Allah-u Teâlâ'ya ibadet etmeyi, dinde ihlaslı olmayı, Allah-u Teâlâ ve rasulüne itaat etmeyi engelleyerek başka yönlere sevk edendir. Bu, cin ve insanlardan şeytanlar olabileceği gibi, ağaç, taş ve başka şeyler de olabilir.

İslam şeriatine muhalif kanunlarla hükmetmek, insanın kan, mal ve ırzları konusunda hüküm vermek için konulan bütün kanunlar, Allah-u Teâlâ'nın şeriati olan hadleri kaldıran, faizin, zinanın ve içkinin haramlığını iptal eden bütün beşeri kanunlar tagut kavramına girerler. Zaten böyle kanunların her biri başlı başına birer taguttur.

Aynı şekilde yazan kişinin niyeti ne olursa olsun, ister bilerek yazsın isterse bilmeden yazsın, haktan ve Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’İn getirdiği şeriatten yüz çevirmek için yazılan her kitap da birer taguttur." (Fethül Mecid kitabında dipnot s: 282, Dar’el Kutubil İlmiyye)


Süleyman b. Sehman tagut hakkında şöyle dedi:

"Tagut;

- hüküm tagutu,

- ibadet tagutu ve

- itaat ve tabi olma tagutu olmak üzere üç türlüdür.." (Ed-Durerus Seniye c: 8 s: 272 mürtedin hükmü bölümü)

(Süleyman b. Mısli b. Sehman b. Hamdan b. Malik b. Amir El Hat’ami: Hat’am kabilesindendir. Essekka köyünde doğmuştur. Sekka Ebhe’ye bağlı bir köydür. Suudi Arabistan’ın güneyinde bulunan Asir vilayetine bağlıdır. Hicri 1266 yılında doğdu. Meşhur olan hocaları; Abdurrahman b. Hasen, Abdullatif b. Abdurrahman, Hamed b. Atik, Abdullah b. Abdullatif. Hicri 1331’de kör oldu ve 1349’da vefat etti.)


Yazılanların özeti olarak şöyle diyorum:

"Tagut; ibadetle ilgili en basit meselelerde bile olsa, Allah-u Teâlâ dışında rızası sebebiyle kendisine ibadet edilendir.

Sevgi, dostluk, düşmanlık, itaat, bağlanma, muhakeme olma, dua, korku, adak, namaz ve uluhiyyetle alakalı herhangi bir konuda kendisine ibadet edilen Allah-u Teâlâ dışındaki her varlık taguttur.

Allah-u Teâlâ'nın şeriatine muhalif olan bütün kanun ve şeriatlerin her biri birer taguttur.

Küfür, fesat ve sapıklıkta öncü olan herkes birer taguttur."
Ekleme Tarihi: 07.03.2007 - 00:18
buharii üyenin diğer mesajları buharii`in Profili buharii Özel Mesaj Gönder Sayfanın başına dön
Konu: tevhid (Allahı birleme)???
buharii su an offline buharii  
47 Mesaj -
MÜ'MİNLERLE MÜŞRİKLER ARASINDAKİ FARKI BELİRLEYEN DÖRT FAKTÖR


Bir ibadetin, ibadet adını alabilmesi için, mutlaka Tevhidle birlikte olması gerekir. Tevhidsiz ibadet olamaz.

Nitekim bir namaza da namaz denilebilmesi için nasıl temizlik (abdestli olmak) aranıyor, maddi ve manevi temizlik isteniyorsa, ibadette de tevhid aranır. Kişinin şirke girmesiyle tevhid bozulur.Tıpkı abdesti bozulanın namazının olamayacağı gibi tevhidi bozulanın da ibadeti geçerli olmaz.

Allah (c.c) şöyle buyuruyor:

"Allah'a ortak koşanlar kendilerinin kafirliğine bizzat kendileri şahitlik ederlerken, Allah'ın mescitlerini imar etme selahiyetleri yoktur. Çünkü onların bütün işleri boşa gitmiştir. Ve onlar ateşte ebedi kalacaklardır." (Tevbe: 9/17)

Şirk insanın ebedi olarak cehennemde kalmasına sebep olur. Şirkten kurtulabilmenin yolu da, yüce Allah'ın, Kitabı Kur'an-ı Kerim'de zikrettiği şu dört kuralı bilmektir. Şimdi bu dört kuralı zikredelim:



1 - Rasulullah (s.a.v)'in savaştığı kafirler, Rububiyet tevhidi açısından yüce Allah'ın varlığını kabul ediyorlardı. Allah'ın yaratıcı, rızık verici olduğuna, öldüren ve diriltenin O olduğuna, tüm varlıkların işlerini düzene koyduğuna şahitlik ediyor, bu noktada Allah'ın birliğini kabul ediyorlardı. Fakat bu inanış onları İslama sokmuyor ve müslüman olmaları için yeterli olmuyordu.

Allah (cc) şöyle buyuruyor:

"De ki: Size gökten ve yerden rızık veren kimdir? Ya da o kulak ve gözleri bahşeden, ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkaran kimdir? Yaratma işini düzene koyan kimdir?" "Allah'tır", diyecekler. De ki: O halde korkmuyor musunuz?" (Yunus: 10/31)



2 - Rasulullah (s.a.v)'in savaştığı kafirler, taptıkları putların Allah katında kendilerine şafaat edeceklerine ve yardımcı olacaklarına inanıyorlardı.

Müşrikler yaptıklarının şirk olmadığını iddia ederek şöyle diyorlar:

"Biliyoruz ki fayda verecek olan sadece Allah'tır. Biz istediğimizi Allah'tan istiyoruz. Fakat bunlar Allah'a yakın kimselerdir. Biz onların vasıtasıyla Allah'a yaklaşıyoruz. Allah'ın rızasını kazanmak için onların şefaatine sığınıyoruz."

Allah (c.c) şöyle buyuruyor:

"İyi bilinmelidir ki halis din Allah'ındır. Allah'tan başka veliler edinenler: "Biz bunlara sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz" derler. Şüphesiz ki Allah, aralarında ayrılığa düştükleri şeyde hükmünü verecektir. Muhakkak ki Allah, yalancı ve kafir olan kimseyi hidayete erdirmez." (Zümer: 39/3)

"Onlar Allah'ı bırakıp kendilerine fayda da, zarar da veremeyen şeylere taparlar ve: "Bunlar Allah katında şefaatçılarımızdır!" derler. De ki: "Göklerde ve yerde Allah'ın bilmediği birşeyi mi O'na haber veriyorsunuz?" Allah, onların koştukları ortaklardan beri ve yücedir." (Yunus: 10/18)



3 - Allah (c.c) Rasulullah (s.a.v)'i yeryüzüne rasul olarak gönderdiği sırada, insanlar farklı farklı din ve inançlara sahiptiler. Bu nedenle muhtelif şekillerde ibadette bulunuyorlardı. İnsanlardan kimi meleklere ibadet ederken, kimileri de nebilere ve salih kimselere, kimisi de taşlara ve ağaçlara ibadet ediyorlardı. Rasulullah (s.a.v) bunlarla savaşırken birini ötekinden ayırmamış, farklı bir muamelede bulunmamıştır.

Allah (c.c) şöyle buyuruyor :

"Fitne (şirk) ortadan kalkıp din tamamen Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın." (Enfal: 8/39)

a - Güneşe ve aya ibadet edenler hakkında Allah (c.c) şöyle buyuruyor:

"Gece ile gündüz güneş ile ay O'nun ayetlerindendir. Güneşe ve aya secde etmeyin. Eğer yalnız Allah'a ibadet etmek istiyorsanız, bunları yaratana secde edin." (Fussilet: 41/37)

b - Meleklere ibadet edenler hakkında Allah (c.c) şöyle buyuruyor:

"O gün, onların hepsini mahşere toplar, sonra meleklere: "Bunlar size mi ibadet ediyorlardı?" deriz. Melekler derler ki: Sen yücesin, bizim velimiz (koruyucumuz) onlar değil, Sensin. Hayır, onlar cinlere ibadet ediyorlardı. Çoğu onlara inanmıştı." (Sebe: 32/ 40-41)

c - Rasullere ibadet edenler hakkında Allah (c.c) şöyle buyuruyor:

"Allah: "Ey Meryemoğlu İsa! İnsanlara, Allah'ı bırakıp beni ve annemi iki ilah edinin, diye sen mi söyledin?" dediğinde: "Seni tenzih ederim, hakkım olmayan bir sözü söylemek bana yakışmaz. Eğer öyle söylemişsem, Sen onu bilirsin. Sen bende olanı bilirsin, ama ben Sende olanı bilmem. Gerçekten, gaybleri bilen Sensin Sen. Ben onlara Senin bana emrettiklerinin dışında hiçbir şey söylemedim: "Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a ibadet edin" dedim. Aralarında kaldığım sürece onların üzerinde ben şahiddim. Benim hayatıma son verdiğinde üzerlerindeki gözetleyici Sendin. Sen her şeye şahidsin. Eğer onları azablandırırsan, şüphesiz onlar senin kullarındır, eğer bağışlarsan, şüphesiz Sen Azizsin, Hakimsin." (Maide: 5/116-118)

d - Salih kimselere tapanlar hakkında Allah (c.c) şöyle buyuruyor:

"De ki: O'ndan başka ilah olduğunu sandığınız şeyleri çağırın. Onlar ne sizden sıkıntıyı kaldırabilirler ne de onu başka bir yana çevirebilirler. O yalvardıkları da Rabblerine yaklaşmak için vesile ararlar; O'nun rahmetini umar, azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı, cidden korkunçtur. (Böyle iken onlar, nasıl Allah ile kendileri arasında aracı olabilirler?)" (İsra: 17/56-57)

e - Taş ve ağaçlara ibadet edenler hakkında Allah (c.c) şöyle buyuruyor:

"Gördünüz mü o Lat ve Uzza'yi ve üçüncü put olan Menat'ı? (Herhangi bir güçleri var mı?)" (Necm: 53/19-20)

Ebu Vakıd El-Leysi şöyle diyor:

"Rasulullah (s.a.s) ile birlikte Huneyn'e çıktık. Biz henüz küfürden yeni dönmüştük. Müşriklerin, dibinde gölgelenip, silahlarını da bunun dallarına astıkları bir ağaçları vardı. Buna "Zatı Envat" denilirdi. İşte biz de bu ağacın olduğu yere geldik. Burada Rasulullah (s.a.s)'e:

"Bize müşriklerin bu zatı Envatları gibi bir yer tayin et (biz de burada gölgelenip silahlarımızı onun dalına asalım)" dedik. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.s) şöyle buyurdu:

"Allahu Ekber! Varlığım elinde olan Allah'a yemin ederim ki, şu sözünü ettiğiniz adetler tıpkı, İsrailoğullarının Musa (as)'a: "Ey Musa! Onların ilahları gibi, bize bir ilah yap!" demelerine benziyor. Musa: "Gerçekten siz cahil bir toplumsunuz. Şüphesiz bunların içinde oldukları din yıkılmıştır ve tapmakta oldukları da batıldır. Allah sizi alemlere üstün kılmışken, ben, size Allah'tan başka bir ilah mı arayayım?" dedi." (Araf: 7/138-140) (Ahmed: 5/218, Tirmizi, Fiten: 2181 Bu, şahitleriyle sahih olan bir hadistir.)



4 - Rasulullah (s.a.v)'in savaştığı kafirler, şiddet ve sıkıntıya düşüp, başları sıkıştığında dinde samimi oluyorlar, ancak refaha çıktıklarındaysa tekrar Allah'a şirk koşuyorlardı. İşte bu konuda Allah (c.c) şöyle buyuruyor:

"Onlar, gemiye bindikleri (tehlikelerle yüz yüze kaldıkları) zaman, dini yalnızca O'na halis kılarak gönülden bağlanırlar, Allah onları (karaya çıkarıp) kurtarınca da, hemen O'na şirk koşarlar." (Ankebut: 29/65)

Günümüz insanlarıysa, ister başları sıkışsın, ister bolluk ve huzurda olsun, her halükarda şirk içindedirler. Gerçi yine de en iyisini bilen Allah'tır.

(Bunu, kabir ve türbelere karşı yapılan aşırılıklarda görebiliriz. Halk şirk ve sapıklıklarına, Allah'a daha çok yaklaştıracağına inandıkları için devam ediyorlar. Sapıklıkta öncülük eden bilginler ve bidat çığırtkanlarıysa, gerçekleri amacından saptırıyorlar. Bugün en büyük şirki; tevessül ve itaat konusunda görüyoruz. Bununla birlikte yalnızca Allah'a yaklaşmak için çalışan ve sadece Allah'a ibadeti esas kabul edenleri de sapık ilan ediyorlar. İbn Kayyım ne güzel söylemiş: "Allah'a kul olmak için yaratılmış oldukları halde bundan kaçınıyorlar. Nefse ve şeytana kul olmakta yarışıyorlar". Yine şöyle demiş: "Tevhidin ve imanın gereklerini yaptığımız için hasımlarımız bize kafir dedi."göz kırpma
Ekleme Tarihi: 07.03.2007 - 00:07
buharii üyenin diğer mesajları buharii`in Profili buharii Özel Mesaj Gönder Sayfanın başına dön
Konu: ALLAH TAN BAŞKASINI KANUN KOYUCU OLARAK KABUL ETMEK
buharii su an offline buharii  
47 Mesaj -
buram buram haricilik kokuyorsun. ali (ra) a "hüküm yalnızca ALLAH ındır" ayetini okuyup tekfir eden kendilerinden bi haber düz mantık sıfır algılamalı fıkıhsız bilgili olduklakarını sanan ama aslında ilimden nasipsiz hariciler .( alıntı)


omcelıkle allaha hamdeder rasullerıne de selat ve selam ederım...tum tevhıd ehlıne de selam ederım...allaha hamdolsun kı bızlere gercektende gocundurucu bır kıtap ındırmıstır....bır kere ben tevbe 31 ıncı ayetı yazdım ve taberıdekı tefsırını yazdım.....ve bu yazdıgım da senın yazdıgın konuyla alakalıdır....ama sen bu yara heralde sende de varkı gocundun ne hıkmetse....allaha hamdederımkı ınsanların kalplerınde sakladıkları gızısını zahıre cıkardı ve ınsanların kılıklarını bızlere tanıttı ...eger konusaksan kuran ve sunnet merkezlı konusda bırseyler ogrenelım ınsallah...ama bakıyorumkı...bır kac ders vermen senı bulundugun konumdan baska yerlere goturmus....allah cc senı affetsın...sunuda unutmakı kuran ve sunnet dıyen ınsanlar...kuran ve sunnete gore hareket etmeye calısırlar...tek taraflı dınleyıpte hukum vermeye calısan ınsanlar..ne kadar sunnetden haberdar dır onuda allah cc bılır...bakıyorumkı bu geldıgımız durumdan da memnunsun halınden yazdıklarından oyle gozukuyor...uzuluyor olmanı ısterdım...ama dedımya ...ınsanların gızedıklerını ortaya cıkaran allahacc hamdederım...bırde kalplerı bılen yalnız ca allah cc dır...zan hakdan bır sey ıfade etmez...bırde sunu hıc unutmakı ..allah cc rasulu buyuruyorkı...buyuklerıne saygı gostermeyen ...kucuklerınıde sevmeyen bızden degıldır....tırmızı( allahualem)...onun ıcın saygılı olculu olursan sevınırım eger olmayacaksan bır daha yazma ınsaallah....bır de yazacaksan ılmı olarak yazda bırseyler ogrenelım nefsınden yazma ınsaallah....aramızda ıhtılaf ettıgımız hususlarda allah cc hukmunu verecekdır....son sozumuz...rabbım bızlerı dogruya ıletsın ve hatalarımızdan vazgecmeyı bızlere nasıp etsın ınsaallah....allah cc hepımızı sıratıl mustakıme ıletsın ınsaallah....



beddua etmekden sana sıgınırım yarabbı ...sen bızlerı ısıtıp duransın sen aramızda adaletle hukmet..
Ekleme Tarihi: 06.03.2007 - 19:54
buharii üyenin diğer mesajları buharii`in Profili buharii Özel Mesaj Gönder Sayfanın başına dön
Konu: ALLAH TAN BAŞKASINI KANUN KOYUCU OLARAK KABUL ETMEK
buharii su an offline buharii  
47 Mesaj -
kişinin düşebileceği en acı ve komik durum kendi hatasını savunmak hatta doğru gibi göstermek çabasıdır. bunu farkında olmadan yapan biri mazur görülebilir belki ama bilerek yapan biri ile ilişkinizi kesiniz. çünkü ahlaki zaaflar bulaşıcıdır. ve o ilişki üretici ve yaralı bir ilşki olma özelliğini kaybetmiştir. ( alıntı)



evet burada haklısınız....eger kisi bu hatasında ( allahın hukmunu bırakıp...baskasının emrıne kım olursa olsun ıtaat edıyorsa) bız muslumanlar aynen dediğiniz gibi o kisilerle iliskımızı keserız.....buraya dikkat edin...boyle kısılerın arkasında namaz kılmayız.....selam verirlerse selamlarını almayız....biz muslumanlarda selam vermeyiz....kestıklerınden de yemeyiz...

konuyla alakalı bir ayet yazayım ınsaallah.....

YEVBE SURESİ 31 CI AYET......

Onlar, hahamlarını, papazlarım ve Mcryemoğlu İsa Mcsihi, Al­lah'tan başka rabler edindiler. Halbuki onlar, ancak bir olan ve kendisin­den başka ilah olmayan Allaha ibadet etmekle emrolunmuşlardi. Allah, on­ların koştukları ortaklardan münezzehtir........



BU AYETİN TABERİDE GECEN TEFSİRİ SOYLEDİR..( BAKINIZ TEVBE 31 )


Âyette zikredilen hahamlar'dan maksat, Yahudilerin din âlimleridir. Pa­pazlardan maksat ise, Hristiyanlann manastırlara çekilen ve dini hususlarda ieti-hadda bulunan âlimleridir. Allah teala bu âyet-i kerime'de Yahudi ve Hristiyan­lann din adamlarını rabler edindiklerini zikretmiştir. Bu ifadeden maksat onla­rın din adamlarını ilah edinerek onlara tapmaları değildir. Bundan maksat, Alla­hın emir ve yasaklarım bırakıp din adamlarının koydukları emir ve yasaklara uymalarıdır. Nitekim, Resulullah'tan rivayet edilen şu hadîs-i şerif ve birçok ta­biinden rivayet edilen şu görüşler, din adamlarını rabler edinmelerinden maksa­dın, onların emir ve yasaklarına uymak olduğunu göstermektedir.

Adiy b. Hatim diyor ki:

"Ben, Resulullahın yanına gittim. Boynumda altın'dan bir haç bulunuyor­du. Bana dedi ki: "Ey Adiy, bu putu çıkarıp at." Ben onun, Tevbe suresinin "Onlar, hahamlarını, papazlarını ve Meryemoğlu İsa Mesihi, Allah'tan başka rabler edindiler." âyetini okuduğunu işittim. (Dedim ki: "Ey Allahın Resulü biz onlara ibadet etmiyorduk ki,) Resulullah da buyurdu ki: "Dikkat edin, Yahudi ve Hristiyanlar, din adamlarına tapmıyorlardı. Fakat onlar, hahamlar ve papaz­lar kendilerine bir şeyi helal kılınca onu helal sayıyorlardı, bir şeyi haram kılın­ca da onu haram kabul ediyolardı. [40]

Huzeyfetül Yeman1 "Yahudi ve Hristiyanlar, Allahı bırakıp ta hahamlarım ve papazlarını rabler edindiler." buyuruluyor. Bunlar, haham ve papazlara ta­pıyorlar mıydı?" diye sorulunca o şu cevabı vermiştir: "Hayır Yahudi ve Hristi-yanîar,bunlara tapmıyorlardı. Fakat haham ve papazları, kendilerine bir şeyi he­lal yapınca onlar onu helal görüyorlar bir şeyi haram yapınca da onu haram sa­yıyorlardı."

Abdullah b. Abbas da demiştir ki: Hahamlar ve papazlar, Yahudi ve Hris-tiyanlara, kendilerine secde etmelerini emretmemişlerdir. Fakat onlar, Allahın emirlerine aykırı emirler vermişler, onlar da bu emirleri tutmuşlardır. Bu sebep­le Allah, hahamları ve papazları "Rabler" diye isimlendirmiştir."

Rebi' b. Enes diyor ki: "Ben, Ebul Âliye'den "Yahudiler ve Hristiyanlar, hahamlarını ve papazlarını rabler edindiler." âyetinin manasını sordum ve de­dim ki: "îsrailoğullarında bu rab edinme olayı nasıldı?" O dedi ki: "Hahamlar bize ne emrettiyse ona uyduk. Neyi de yasakladiysa, sözlerini dinledik. Halbuki bunların emrettikleri ve yasakladıkları şeylerin hükmü, Allahın kitabında mev­cuttu. İnsanlar din adamlarının telkilerini nasihat kabul edip aldılar ve Allahın kitabım arkalanna attılar. Böylece Allahi bırakıp din adamlarım rabler edinmiş oldular.

Âyet-i kerime'de "Halbuki onlar, ancak bir olan ve kendisinden başka iîah olmayan Alîaha ibadet etmekle emrolunmuşlardi." Duyurulmaktadır. Bunun izahı şöyledir: "Hahamlarını, papazlarını ve îsa Mesihi rabler edinen Yahudi ve Hristiyanlar, yalnızca tek bir ma'bud olan Allaha ibadet etmekle ve tek bir rabbe itaat etmekle emrolunmuşlardı ki o da her şeyin kendisine kulluk ettiği ve her yaratı|ın, kendisine itaat ettiği Allah'tır. Bütün yaratıklarının, birliğine ve rabli-ğine boyun eğmeleri gerekmektedir. Ondan başka hiçbir ilah yoktur. Allah, "Üzeyir, Allahın oğludur, İsa Mesih Allahın oğludur... diyen ve Allahi bırakıp ta hahamlarını ve papazlarını rab edinip onların koydukları nizamlara uyan müşriklerin söylediklerinden ve yaptıklarında uzaktır beridir."


ALEMLERİN RABBİNE HAMDOLSUN ...RASULU MUHAMMED SAV DE SELAT VE SELAM OLSUN...
Ekleme Tarihi: 04.03.2007 - 21:20
buharii üyenin diğer mesajları buharii`in Profili buharii Özel Mesaj Gönder Sayfanın başına dön
Konu: ALLAH TAN BAŞKASINI KANUN KOYUCU OLARAK KABUL ETMEK
buharii su an offline buharii  
RE:
47 Mesaj -
Alıntı
Orijınalı buharii

Onlar dilediklerini helal, dilediklerini de haram kılarlar. Onlar, Allah'ın izin vermediği ve onun şeriatına zıt olan yöntem ve düşünce koyarlar. Diğerleri de onların koydukları bu yasalara, sanki isyan edilmeyip itaat edilen bir ilahi yasa, bir semavî hüküm imiş gibi itaat ederler. (alıntı)


rabbım bu amellerden bızlerı korusun ...ınsaallah rabbım yazdıklarımızla amel etmeyı nasıp eder....
düsün


Ekleme Tarihi: 01.03.2007 - 22:58
buharii üyenin diğer mesajları buharii`in Profili buharii Özel Mesaj Gönder Sayfanın başına dön
Konu: akp domuz etını helallestırdı...?? buyrun bakalım
buharii su an offline buharii  
akp domuz etını helallestırdı...?? buyrun bakalım
47 Mesaj -
domuzeti



AB yolunda değerlerimizi bir bir ayaklar altına alan iktidar şaşkınlık içinde


AB’nin isteği üzerine Türk Gıda Kodeksi Tebliği’ni değiştirerek domuzu kasaplık et kapsamına alan hükümet şimdi de, Cumhuriyet tarihinde ilk kez üretimini teşvik etmek için domuz yetiştirecek olanlara kredi verecek.
AKP, sonunda bir ilke daha imza attı. Hükümet, domuz üretimini cazip hale getirmek için Cumhuriyet tarihinde ilk kez domuzu kredi kapsamına aldı. Tarım Bakanlığı’nın yayımladığı bir genelgeye göre kredilendirilecek hayvan kriterlerini değiştiren Ziraat Bankası, bundan böyle domuz üreticilerine de kredi verecek. Bankadan, 2 baş domuzu olanlar ihtiyaç amaçlı hayvancılık kredisi, bunun üzerindeki domuz üreticileri ise ticari amaçlı hayvancılık kredisi alabilecek.

HABERİN AYRINTILARI:
http://www.milligazete.com.tr/?action=show&type=news&id=37534
Ekleme Tarihi: 28.02.2007 - 00:12
buharii üyenin diğer mesajları buharii`in Profili buharii Özel Mesaj Gönder Sayfanın başına dön
Konu: işte yenı cıkan cd ( tevhid ve şirk) ??
buharii su an offline buharii  
47 Mesaj -
allah cc yapanlardan emegı gecenlerden razı olsun....cok guzel bır cd yapmıslar masdaallah tebarek allah cc
Ekleme Tarihi: 20.02.2007 - 12:16
buharii üyenin diğer mesajları buharii`in Profili buharii Özel Mesaj Gönder Sayfanın başına dön
Konu: İslam Dİnİ & Demokrasİ Dİnİ arasındakı farklar ?
buharii su an offline buharii  
47 Mesaj -
allah razı olsun kardesım rabbım bızlerı demokrası dınınden uzak tutsun.......



Ekleme Tarihi: 20.02.2007 - 12:14
buharii üyenin diğer mesajları buharii`in Profili buharii Özel Mesaj Gönder Sayfanın başına dön
Konu: Günde 17 Defa Rabbine Yalan Söyleyenler
buharii su an offline buharii  
47 Mesaj -
ınsaallah bızler bunun farkında olanlarızdır
Ekleme Tarihi: 13.02.2007 - 21:39
buharii üyenin diğer mesajları buharii`in Profili buharii Özel Mesaj Gönder Sayfanın başına dön
Konu: SAİD BİN CUBEYR İLE GARDİYAN ARASINDAKİ KONUŞMA
buharii su an offline buharii  
47 Mesaj -
ya ben ?
sen ha? sen zaten zalimin zalimin ta kendisisin . ALLAH ın kullarına zulmedilirken , bu zulme ortak olaktan başka ne yapıyorsun ? ALLAH , israiloğullarına zulmeden firavuna lanet ederken onun emirlerini uygulayan askerlerede lanet ediyor
düsün düsün düsün
Ekleme Tarihi: 13.02.2007 - 21:37
buharii üyenin diğer mesajları buharii`in Profili buharii Özel Mesaj Gönder Sayfanın başına dön
Konu: Themenicon saidi nursi hz leride zaman tasavvuf zamani degildir dedigini söylüyorlar
buharii su an offline buharii  
47 Mesaj -
arkadaslar bu kadar yazıyorsunuz ama hep delılsız yazıyorsunuz...tasavvuf ıslama hındıstandan gırmıstır....islamdan olmayan bır seyı ıslamdanmıs gıbı gostermeyın ıns
Ekleme Tarihi: 11.01.2007 - 11:37
buharii üyenin diğer mesajları buharii`in Profili buharii Özel Mesaj Gönder Sayfanın başına dön
Konu: işte yenı cıkan cd ( tevhid ve şirk) ??
buharii su an offline buharii  
47 Mesaj -
rabbım emegı gecenlerden yapanlardan bu cd yı hazırlayanlardan..ve ızleyenlerden razı olsun...
Ekleme Tarihi: 06.01.2007 - 22:00
buharii üyenin diğer mesajları buharii`in Profili buharii Özel Mesaj Gönder Sayfanın başına dön
Konu: vahdetı vucud kufru ?
buharii su an offline buharii  
47 Mesaj -
bence soyleyemez...düsün
Ekleme Tarihi: 06.01.2007 - 21:57
buharii üyenin diğer mesajları buharii`in Profili buharii Özel Mesaj Gönder Sayfanın başına dön
Konu: Tevhid gerçeği ??
buharii su an offline buharii  
47 Mesaj -
kardesım rabbım razı olsun senden ıns
Ekleme Tarihi: 26.12.2006 - 16:30
buharii üyenin diğer mesajları buharii`in Profili buharii Özel Mesaj Gönder Sayfanın başına dön
Sayfa (2): (1) 2 Devam >
İmzalar göster - Konuları göster

Kategori Seç:  
Sitemizde şu an Yok üye ve 892 Misafir mevcut. En son üyemiz: Didem_


Admin   Moderator   Vip   Üye ]

Hayırlı ömürler dileriz.    Bu üyelerimizin doğum günlerini tebrik eder, sıhhat ve afiyet dolu bir ömür dileriz:
Maksat kelam ol.. (54), betl_22 (37), erdogan955 (69), adaletli (55), erdoganisik (53), osman.d. (51), mehmetyz (44), yucelirfan (43), yazioba (53), °*°SiBeL°*° (32), haydem (45), ORGENERAL (43), yolcu_38 (44), karadað (51), cumali ak (43), adnanmuzaffer (70), MEMOLÝ2 (64), saara (31), plumbi (44), zeynebiye29 (43), mdemirbasci (50), muhammed_fatih (571), meslus (50), adnan65 (59), kýr&yacu.. (51), elisranur (40), ben_ölecem (44), asayan (49), yakamoz_38 (40)
24 Saatin Aktif Konuları
0

Copyright © ((( RAVDA.net )))  *  İrtibat   *   RAVDA Reklam Servisi   *   Tüm hakları saklıdır, izinsiz alıntı yapılamaz.
Sitemizde yayınlanan imzalı yazıların içeriğinden yazarları, forum ve yorumlardan ekleyen şahıslar sorumlu olup, kesinlikle sitemiz sorumlu değildir.
© by ((( RAVDA.net )))

Sayfa 0.58837 saniyede açıldı