0
Start Giriş Üye Ol üyeler ((( RAVDATe@m))) Arama
Toplam Kategori: 69 *** Toplam Konu: 30100 *** Toplam Mesaj: 148193
Forum Anasayfa » D İ N / İ S L A M » SİYER-İ NEBİ » HZ. MUHAMMED’İN HAYATINA BAKIŞ (nebevi hareket metodu)

önceki konu   sonraki konu
Bu konuda 6 mesaj mevcut
Sayfa (1): (1)
Ekleyen
Mesaj
kiyam_mesalesi su an offline kiyam_mesalesi  
HZ. MUHAMMED’İN HAYATINA BAKIŞ (nebevi hareket metodu)

14 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 13.07.2008
En Son On: 30.08.2008 - 18:59
Cinsiyeti: ----- 
Allah’ın adıyla !

Hamd, alemlerin Rabbına, salat ve selam O’nun Rasulüne, aline ve ashabına olsun.

Hz. Muhammed (sav); Allah’ın (cc) Rasulü olması hasebiyle ferdi, ailevi ve sosyal olarak hayatının her yönüyle Müslümanlar için örnektir. Çünkü Allah (cc) tarafından peygamber olarak seçilmiş ve insanlara İslam dinini tebliğ edip hayatlarında nasıl yaşayacaklarını öğretmek üzere görevlendirilmiştir.

Rasulullah (sav) bir beşer olmasına rağmen, İslam dinini tebliğ edip yaşayarak gösterdiği için, dinin emir ve yasaklarına beşeri herhangi bir şey katılmasın diye Allah (cc) onu her türlü hata ve yanlışlıktan muhafaza etmiştir. Böylece Rasulullah (sav), sözleri ve davranışlarıyla İslam dininin bir kaynağı ve Müslümanlar için uyulması gerekli örnek bir şahsiyet olmuştur.

Bu bakımdan Rasulullah’ın (sav) hayatının her yönüyle öğrenilmesi ve tatbik edilmesi, Müslümanlar için son derece önemlidir. Zira O’nun (sav) hayatı, Kur’an demek, İslam dininin insan hayatındaki pratiği demek, Müslümanların uymakla mükellef olduğu İslami yaşam biçimi demektir.

Rasulullah’ın (sav) hayatını her yönüyle ele alıp incelemek geniş ve uzun bir çalışmadır. Biz burada, O’nun (sav) hayatının bazı bölümlerini alıp özet halinde sunmaya çalışacağız.


Rasulullah’ın (sav) hayatını;

O’nun Ahlakı (Aile ve toplum içinde ortaya koyduğu örnek hayatı)

O’nun Mücadelesi (Tevhid mücadelesinde ortaya koyduğu örnek hayatı) şeklinde iki ana başlık halinde mütalaa edebiliriz.

Biz burada Rasulullah’ın (sav) hayatını Tevhid Mücadelesi açısından ele alıp değerlendirmeye çalışacağız inşaallah.

RASULULLAH’IN (SAV) TEVHİD MÜCADELESİ



Rasulullah (sav), Allah’ın (cc) emirlerini insanlara tebliğ etmekle ve yaşantısında gerek ibadi, gerek ahlaki ve gerekse siyasi açıdan pratize edip yol göstermekle vazifeli kılınmıştı. Dolayısıyla söz ve hareketleriyle bir bütün olarak Allah’ın (cc) murakabesinde bu ulvi vazifesini ifa ediyor, kendi heva ve hevesinden bir şey yapmıyordu.

“O, kendiliğinden konuşmamaktadır. Onun konuşması ancak, bildirilen bir vahy iledir.” (Necm 3,4)

Bu nedenle O’nunla (sav), kıyamete kadar gelecek olan bütün Müslümanlara örnek teşkil edecek bir hayat ortaya konmuş oluyordu. Müslümanlar, hayatlarını yaşarlarken O’nu örnek alacak ve O’nun yolunu sürdüreceklerdi.

“Ey iman edenler! And olsun ki, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok anan kimseler için Rasulullah en güzel örnektir.” (Ahzap 21)

Muhammed (sav), Allah’ın (cc) son peygamberidir. Ondan sonra artık bir peygamber gelmeyecektir. Vahiy kesilmiştir. O’nunla gönderilen Kur’an da son kitaptır ve ondan sonra artık bir kitap gelmeyecektir. Ancak Muhammed’in (sav) irtihalinden sonra hayat bir müddet daha devam edecek. O’nun ümmeti İslam dinini tatbik etmekle, iyiliği emir ve kötülüğü nehiy etmekle görevli kılınmıştır. Yani tevhid mücadelesini kıyamete kadar sürdürecektir. Dolayısıyla Allah (cc); tevhid mücadelesi açısından da Rasulullah’ın (sav) hayatında, kendisinden sonra gelecek olan Müslümanların örnek alıp uyacakları bir yol ve sünnet ortaya koymuştur.

Rasulullah’ın (sav) hayatına ve pratik uygulamasına tevhid mücadelesi ve hareket metodu açısından baktığımızda, özellikleri itibariyle altı döneme ayırmak mümkündür.


1. DÖNEM : TAM GİZLİLİK



Rasulullah (sav) risalet vazifesini aldığı zaman tebliğ ile işe başladı ve bunu gizli yaptı. Çünkü daha yalnızdı. Tebliğin önünün kesilmemesi için evvela güvendiği, sır saklayabilen yakınlarından ve yakın çevresinden işe başladı. Onlara da, işi gizli tutmalarını söyledi. Bu arada inananlar gizlice toplanıyor ve inen ayetler çerçevesinde Rasulullah’tan (sav) İslam’ı öğreniyorlardı.

Bir yandan da rengi, dili, kavmi, kabilesi ve konumu ne olursa olsun, imanı temel alan, kardeşlik esasına dayanan ve Rasulullah (sav) önderliğinde bir araya gelen yeni bir topluluk (cemaat) oluşuyordu. Bu cemaat, İslam toplumunun çekirdeğiydi ve büyüdükçe İslam toplumu şekillenecekti. Bu dönemde tebliğ de yapılanma da tamamen gizli idi. Yani bu dönem, TAM GİZLİLİK dönemi idi. Bu dönem, nübüvvetin 0-3 yıllarını kapsamaktadır. Yani, ilk üç yıllık dönemdir.

Bir gün Hz. Ali, Peygamberimiz (sav) ile Hz. Hatice'nin namaz kıldıklarını görünce, "Nedir bu?" diye sordu. Peygamberimiz (sav) : “Bu; Allah'ın kendisi için seçtiği, peygamberlerini onunla göndermiş olduğu dinidir. Ben seni bir ve tek olan Allah'a imana ve O'na ibadete; ne yarar, ne de zarar veremeyecek olan Lat ve Uzzayı inkara davet ediyorum” diye buyurdu.

Hz. Ali: “Ben bu dini bugüne kadar hiç işitmedim.” Ben babam Ebu Talib'e söylemedikçe ve ona danışmadıkça bir iş yapamam.” Dedi.

Peygamberimiz (sav) ; peygamberlik işinin, açıklanmasından önce yayılmasını istemediğinden: “Ey Ali! Sana söylediğimi yaparsan yap, yapmayacak, Müslüman olmayacaksan, sana söylediğim bu işi gizli tut, açığa vurma” buyurdu. (İbni İshak, İbni Esir, Beyhaki)

Bu dönemde gizlilik ve bireyin muhatap alınması dikkat çeken iki temel unsurdur.

Davet, ta başından beri alenen yapılsa ve toplum muhatap alınsa, gerek kemiyet, gerek keyfiyet ve gerekse imkanların azlığı ve yetersizliği açısından mukavemet gösterilemez, iş başlamadan sona ermiş olur. Çünkü İslam düşmanları İslam davasına ve davetçilere fırsat vermezler.

Bu nedenle; İslam davetçilerinin işin başında, İslam düşmanlarına karşı mukavemet gösterebilecek kemiyet ve keyfiyete ulaşıncaya kadar işi gizli tutmaları, Rasulullah’ın (sav) İslam’a davet metoduna muvafıktır. Böylelikle dava ve davetçiler daha işin başında hedef olmaktan ve darbe yemekten korunmuş olurlar.

İşin gizli tutulması, İslam tebliğ vazifesine önce en yakınlardan ve en güvenilir, sır saklayabilen bireylerden başlanması ve zarar verecek olan kimselere karşı aleni yapılmaması demektir. Tebliği kabul edenler arasında İslam kardeşliğinin tesis edilmesi ve bu kardeşlerin İslam ilmi, akidesi, ahlakı, ibadeti, kültürü ve yaşam tarzı ile ilgili eğitilmesi ve yetiştirilmesi, tebliğin ana hedeflerindendir. Nitekim Rasulullah’ın (sav) tevhid mücadelesindeki ilk dönemde bunlar en güzel şekliyle pratize edilmiştir.

Bu bakımdan biz bu dönemi özellikleri itibariyle maddeler halinde sıralarsak şu sonuçlar ortaya çıkar.

1-Tam gizlilik içinde hareket edilmiştir.

2-Tebliğ, çalışmaların esasını oluşturmuştur.

3-Tebliğe; güvenilen, sır saklayabilen yakınlardan ve yakın çevreden başlanmıştır.

4-İman edenler arasında, İslam kardeşliğine dayalı bir cemaat oluşturulmuştur.

5-Cemaat üyeleri, vakit geçirilmeden gerekli eğitime tabi tutulmuştur.

Ekleme Tarihi: 29.08.2008 - 09:23
Bu mesajı bildir   kiyam_mesalesi üyenin diğer mesajları kiyam_mesalesi`in Profili kiyam_mesalesi Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
kiyam_mesalesi su an offline kiyam_mesalesi  

14 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 13.07.2008
En Son On: 30.08.2008 - 18:59
Cinsiyeti: ----- 

2.DÖNEM : AÇIKTAN TEBLİĞ, GİZLİDEN YAPILANMA



Nübüvvetin 3. yılında Allah’tan (cc) gelen emir üzerine Rasulullah (sav) tebliği açıktan yapmaya başladı. Bu emir, Hicr suresinin 94. ve Şuara suresinin 214. ayetinde şu şekilde geçmektedir : “Artık buyurulanı açıkça ortaya koy, puta tapanlara aldırış etme.” (Hicr 94) “Önce en yakın hısımlarını uyar.” (Şuara 214)

Bu emir üzerine Rasulullah (sav) kendi akraba ve kavminden başlamak suretiyle ulaştığı her insana İslam’ı tebliğ etti.

Hz. Ali’nin (kv) bildirdiğine göre; Rasulullah’ın (sav), “Sen, ilkin en yakın hısımlarını inzar et, ahiret azabıyla korkut” (Şuara 214) ayetiyle Allah’tan aldığı emir üzerine bir gün kendisini çağırıp yemek hazırlamasını ve Kureyşlileri eve davet etmesini ister. Hz. Ali (kv) kendisine söyleneni yapar ve yaklaşık 40 kadar Kureyşli evde toplanır. Yemeklerini yedikten sonra Rasulullah (sav) söze başlamak istediği sırada Ebu Leheb söze karışır sonra da Rasulullah’a hitaben: 'Sen, dinden sapkınlığı bırak! İyi bil ki kavmin senin için bütün Arap topluluklarına karşı koymayı göze alacak değildir. Ey kardeşimin oğlu! atanın oğullarına, senin getirdiğin gibi şer ve kötülük getiren bir kimse daha görmedim!' der ve Rasulullah’ın konuşmasına imkan vermez. Ondan sonra da dağılırlar. Hz. Ali (kv) devamla şunları söyler:

“Ertesi günü sabahleyin Rasulullah (sav) beni çağırıp tekrar aynı şekilde onları toplamamı istedi. Yemeği yaptım ve onları topladım. Yemeklerini yedikten sonra Rasulullah (sav) onlara hitaben şöyle konuştu : 'Hamd, Allah'a mahsustur. Ben, O'na hamdederim. Yardımı da O'ndan dilerim. O'na inanır, O'na dayanırım. Şüphesiz bilir ve bildiririm ki Allah'tan başka ilah yoktur. O, birdir, O'nun eşi ve ortağı yoktur. Sizi Kendisine davet ettiğim Allah öyle bir Allah'tır ki, O'ndan başka hiçbir ilah yoktur. Vallahi, sizler uyur gibi öleceksiniz, uykudan uyanır gibi de dirilecek ve bütün yaptıklarınızdan hesaba çekileceksiniz. İyiliklerinizin mükafatını görecek, kötülüklerinizin de cezasını çekeceksiniz. Bunların sonucu ya temelli Cennette, yada temelli Cehennemde kalmaktır. İnsanlardan, ilk inzar ettiğim kimseler sizlersiniz. Ben sizi, dile kolay gelen, mizanda ağır basan iki kelimeye davet ediyorum ki, o da: Allah'tan başka hiçbir ilah olmadığına ve benim de Allah'ın kulu ve resulü olduğuma şehadet etmenizdir.Yüce Allah, sizi buna davet etmemi bana emir buyurdu. Ey Abdulmuttalib oğulları! Ben, özel olarak size, genel olarak da bütün insanlara peygamber gönderildim. Hanginiz bu yolda kardeşim ve sahibim olmak üzere bana bey'at eder?' buyurdu ve üç kere bu teklifini tekrarladı, hiç kimse ayağa kalkmadı, her üçünde de ben kalktım. Rasulullah bana otur dedi. Ya Rasulallah! Bunların yaşça en küçükleri olsam da sana ben kardeş ve yardımcı olurum dedim. Hepsi sustular. Sonra elini benim elimin üzerine koyup, içinizde bu benim kardeşim, vasim ve vekilimdir, onun sözlerini dinleyiniz ve kendisine itaat ediniz…dedi. Davetliler gülüşerek ayağa kalktılar ve Ebu Talib’e; ‘bak, sana oğlunu dinlemeni emrediyor. ona itaat et’ dediler…. “ (İbni İshak, İbni Esir)

"Sen, ilkin en yakın hısımlarını uyar" mealli ayet nazil olduğu zaman; Rasulullah (sav) bir gün Safa tepesine çıkıp yüksek sesle “Ey Kureyş cemaatı!” diye bağırarak Kureyşlileri oraya toplar. Kureyşliler toplandıktan sonra onlara kendisinin peygamber olarak gönderildiğini bildirir ve İslam’ı tebliğ eder. Her kabileye bizzat ismiyle seslenerek : “Yüce Allah; en yakın hısımlarımı azab ile korkutmamı bana emretti. Sizler La ilahe illallah=Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur demedikçe, ben size ne dünyada bir yarar, ne de ahirette bir nasip sağlayabilirim. Ey Kureyş cemaati! Kendinizi cehennem ateşinden kurtarınız” diye buyurdu. Ancak Ebu Leheb burada da Peygamberimize (sav) engel olmaya çalıştı ve O’na atmak için eline bir taş alıp “Yuh sana! Sen bugün bizi bunun için mi topladın?” diyerek bağırdı. (İbni Sa’d, Kurtubi tefsiri)

Rasulullah (sav) tebliği açıktan yapıyordu ancak yapılanma tamamen gizliydi. Nübüvvetin 3. yılından, 6. yılına kadar devam eden bu dönem AÇIKTAN TEBLİĞ, GİZLİDEN YAPILANMA dönemi idi. Yani hareket yarı açık idi. Bu yüzden inananların çoğu inançlarını gizliyorlardı. Buna rağmen inancını açığa vuran bazı sahabeler de vardı. Rasulullah (sav), bunlar da dahil, hepsine gizli kalmalarını söylediği halde kesin emir vermediği için bunlar inançlarını açığa vurmayı tercih etmişlerdi. Bu dönemde tebliğ, iki ana konuyu oluşturuyordu. İman ve Rasulullah’a (sav) bağlılık.

Rasulullah (sav) tebliği açıktan yapmakla birlikte, Müşriklerin tuttuğu yolun yanlışlığını açıkça ortaya koyuyor ve putlarını yeriyordu. Rasulullah’ın (sav) tebliği açıktan yaptığı ve inananlardan da bir kısmının kendilerini açığa vurdukları bu dönemde, inanmayanlar ve iktidarı ellerinde bulunduranlar, İslam’ın gelişmesini ve Müslümanların çoğalıp güçlenmesini engellemek için baskı ve şiddet yoluna baş vurdular. Başta Rasulullah (sav) olmak üzere tespit edilen Mü’minler her türlü baskı ve işkencelere maruz bırakılıyorlardı.


Bir gün Mekke’nin ileri gelenleri kendi aralarında toplanıp, Peygamberimizin amcası ve aynı zamanda O’nun hamiliğini yapan Ebu Talib’in yanına gittiler ve Peygamberimizin yaptıklarını ona şikayet ettiler. Peygamberimizin kendi dinlerini yermemelerini, putlarını kötülememelerini isteyip Ebu Talib’in O’nu engellemesini istediler.

Ebu Talib’in bu konuda bir şey yapmadığını gören Müşrik ileri gelenleri, bu sefer tekrar ona gidip; “Ey Ebu Talib! Sen aramızda yaşça, şeref ve mevkice bizden ileridesin! Biz senden kardeşinin oğlunu bizimle uğraşmaktan men etmeni istemiştik. Sen onu bizimle uğraşmaktan men etmedin! Biz, vallahi artık onun atalarımıza dil uzatmasına, akıllarımızı akılsızlık saymasına, ilahlarımızı yermesine katlanamayacağız! Sen ya onu bizimle uğraşmaktan vaz geçirirsin, yada iki taraftan birisi yok oluncaya kadar onunla da, seninle de çarpışırız” dedikten sonra dönüp gittiler.

Bu işten endişelenmeye başlayan Ebu Talib, Peygamberimizi çağırıp onunla konuştu. Kendisine : “Ey kardeşimin oğlu! Kavminin ileri gelenleri bana geldiler. Senden bana şikayetlendiler, beni çok üzdüler. Atalarına dil uzatmak, ilahlarını yermek. gibi onların hoşlanmayacakları şeylerden vazgeç. Hem bana, hem kendine acı. Güç yetiremeyeceğim, altından kalkamayacağım bir işi bana yükleme” dedi. Peygamberimiz (sav); Ebu Talib’in fikir değiştirdiğini ve artık kendisine yardım etmeyi bırakacağını sanarak: “Ey amca! Vallahi bu işi bırakmam için Güneşi sağ elime ve Ayı sol elime koysalar da, Allah onu üstün kılıncaya yada ben bu yolda ölüp gidinceye kadar bırakmam” dedi. (İbni İshak, İbni Hişam)

Bu arada Rasulullah’ın (sav) davetini kabul edip O’na katılan ve belli olan Müslümanlar, Mekkeli müşrikler tarafından çeşitli işkencelere tabi tutuluyorlardı. Kimi evlerde hapsediliyor, kimine her gün kaba dayak atılıyor, kimi ateşe atılıyor, kimi taşların altına alınıyordu. Rasulullah’ın (sav ) öldürülmesi için de ödül koymuşlardı. Hz. Hazma (ra), Rasulullah’a (sav) Kabe’nin yanında yapılan ağır hakaret üzerine Ebu Cehil’e vurmuş ve kendisinin de Müslüman olup Rasulullah ile birlikte olduğunu ilan etmişti. Hz. Ömer (ra) da, Rasulullah’ın (sav) canına kast etmek için O’nu (sav) ararken bacısının evine uğramış, kalbi yumuşamış ve Habbab b. Eret ile Rasulullah’a (sav) gidip Müslüman olmuştu.

Tüm bunlara rağmen, Mü’minlerin sayısının azlığı, yapının kamilen tamamlanmadığı ve güç dengesi oluşmadığı için savunmaya dahi izin verilmiyor ve sadece sabır tavsiye ediliyordu. Ancak tebliğden vazgeçilmiyor ve Rasulullah’a (sav) bağlılıktan ödün verilmiyordu. Bununla birlikte, iktidar sahibi müşriklerin memnuniyet yada kızgınlıkları dikkate alınmıyor, baskı ve işkenceler kalksın diye tebliğ edilen konularda tadilata veya ara verme yoluna gidilmiyordu. O dönem için söylenmesi gereken konular söyleniyordu ama her ne söyleniyorsa Kur’ani ifadelerle doğru söyleniyordu.

Biz bu dönemi özellikleri itibariyle maddeler halinde sıralarsak şu sonuçlar ortaya çıkar.

1-Yapı gizli tutulmuş, ancak tebliğ açıktan yapılmıştır.

2-Kararlı, dinamik ve istikrarlı olması için, yapının disiplini ve eğitimi üzerinde ciddiyetle durulurken, özellikle cemaatin güçlenmesi için çaba sarf edilmiştir.

3-Tebliğe ağırlık verilerek (bireyle birlikte) toplum muhatap alınmıştır.

4- Tebliğde;

a) Öncelikle iman esasları olmak üzere, İslam net olarak ifade edilmiştir.

b) Müşriklerin inançları açıkça reddedilmiş ve eleştirilmiştir. (Yerilmiştir)

c) İmana ve Rasulullah’a (sav) bağlılığa, aynı zamanda Rasulullah önderliğinde oluşan birliğe (yani cemaate) katılmaya davet edilmiştir.

5-Baskı ve işkencelere karşı sabır ön plana çıkarılmıştır.
Ekleme Tarihi: 29.08.2008 - 09:25
Bu mesajı bildir   kiyam_mesalesi üyenin diğer mesajları kiyam_mesalesi`in Profili kiyam_mesalesi Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
kiyam_mesalesi su an offline kiyam_mesalesi  

14 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 13.07.2008
En Son On: 30.08.2008 - 18:59
Cinsiyeti: ----- 

3.DÖNEM : KUVVETE BAŞ VURMADAN MÜCADELE




Risaletin 6. yılında Hz. Hazma (ra) ve ardından da Hz. Ömer’in (ra) iman etmesiyle, Müslümanlar (Mekke’deki mevcut yapı ve iktidar gücü açısından) ayakta kalabilecek belli bir kemiyet ve güce ulaşmış bulunuyorlardı. Çünkü Müslümanların sayısı yanında, Hz. Hazma ve Hz. Ömer, Mekke’de herkesin korkup çekindiği iki yiğit insandı. Hz. Ömer (ra) Müslüman olduktan sonra, bir karargah olarak kullandıkları Erkam’ın evinde bulunan Müslümanlar çıkıp saf tuttular. İlk safın bir başında Hz. Hazma, diğer başında Hz. Ömer olduğu halde topluca Kabe’ye kadar bir gösteri yürüyüşü yaparak kendilerini ve İslam davasını ilan ettiler. Bu ilandan sonra her ne kadar kendisini gizleyen ve imanını açığa vurmayanlar olsa da, çoğunluk itibariyle Müslümanlar kendilerini açığa vurmuş ve saflarını belli etmişlerdi.

Bu hal, müşrik iktidar sahiplerini çok etkilemiş ve korkuya sevk etmişti. Bunun üzerine baskı, şiddet ve işkencelerini ağırlaştırarak yaygınlaştırdılar

Bu dönemde, Müslümanlar çok ağır işkencelere maruz kalmıştır. Yasir ve hanımı Sümeyye, işkence altında canlarını vermiş ve şehit olmuşlardır. Üstelik, oğulları Ammar’ın yanında ve gözleri önünde. Ammar da, üzerine çelikten zırh giydirilir, güneşin sıcağına bırakılır ve kemiklerindeki iliklerin erimesi sağlanırdı. Defalarca bu işkence altında bayılır ve öylece bırakılırdı. Diğer bazı sahabeler de aynı işkence çeşidine uğruyorlardı.

Yine bu dönemde; Bilal-i Habeşi ve Habbab b. Eret gibi bazı sahabeler, öğle sıcağında Ramda denen kumluk yerde, kor haline getirilmiş ateş üzerine sırt üstü yatırılır ve vücut yağları ateşi söndürürdü. Çoğu kez kendilerinden geçerlerdi. Bazen de sırt üstü yatırılır ve karınları üzerine ağır taşlar bırakılırdı.

Bazı sahabeler de; her bir ayağı bir başka atın kuyruğuna bağlanarak, atlar taşlık yerde koşturulmak suretiyle işkence ediliyorlardı. Bu dönemde eziyet ve ağır işkence görmeyen Müslüman kalmamıştı. Bu yüzdendir ki Ebuzer gibi bazı Müslümanlar; iman ettikleri vakit, “bütün inananlar eziyet ve işkence görüyorlar, biz de görmeliyiz” deyip Kabe’nin yanında, Müşriklerin karşısında imanlarını haykırmış ve Kur’an okumuş, bunun üzerine dayaktan geçirilmişlerdi. (Bu konular için; Asım Köksal’ın İslam Tarihine ve İbni İshak-İbni Hişam siyerine müracaat edilebilir)

Bunlara rağmen tebliğden, davaya bağlılıktan ve tebliğ edilen konuların (müşriklerin hoşuna gitmez, kızgınlıklarını ve yaptıkları baskı ve işkenceleri artırsa bile) Kur’an’a uygun ve İslam’ın özü olmasından taviz verilmiyordu. Bununla birlikte bu safhada, kuvvete baş vurmadan ve uygulanan baskı ve şiddete sabrederek iktidar sahibi müşriklerle mücadele ediliyordu.

Hatta bir gün Rasulullah (sav) Kabe’nin yanında otururken, Habbab b. Eret gelip çektikleri ağır işkence ve eziyetlerden şikayetlenerek O’ndan dua etmesini ve Müşriklere karşı kendilerini savunmak için Allah’ın yardımını dilemişti. Bunun üzerine Rasulullah’ın (sav) benzi solmuş ve : “…Vallahi Allah bu işi mutlaka tamamlayacaktır. Öyle ki, bir kişi hayvanına binip San’a’dan Hadramevt’e kadar gidecek de Allah’tan başka kimseden korkmayacaktır. Ancak hayvanları hakkında Kurttan çekinecektir. Fakat siz acele ediyorsunuz.” demişti. (İbni Esir, Ahmet b. Hambel)

İslam’ın hakikatı net anlatılırken, müşriklerin her türlü çirkinlikleri teşhir ediliyordu. İster inançları, ister yaşam tarzları, ister iktidar yapıları ve isterse bireysel kimlikleri hakkında olsun, bütün kötülükleri deşifre edilip ortaya konuyordu.

Bu konuda Kur’an; Müşriklerin Darunnedve’de toplanıp Rasulullah’a (sav) takacakları lakap üzerine tartışmalarını (Müddessir suresi), Ebu Leheb’in Rasulullah’a (sav) karşı tavrını (Tebbet suresi), Rasulullah’a (sav) soyu kesik dediklerini (Kevser suresi), Müşriklerin ölümden sonra tekrar dirileceklerini inkar etmelerini (En’am 29, İsra 49, Mü’minun 37, Yasin 78, Saffat 16, Duhan 35, Vakıa 47, Kıyamet 3 ve başka ayetler), Rasulullah’tan (sav) sürekli mucize istemelerini (Bakara 118, Ra’d 7, 27, İsra 90-93, Furkan 7, 21 ve benzer ayetler gibi), getirdiği hakikatler konusunda O’nunla tartışmalarını (Necm suresi, Kıyamet suresi gibi)…..konu edinmiş ve bunları bir yandan deşifre etmiş, bir yandan da tartışma ve itirazlarına cevap vermiştir. Rasulullah (sav) de açık, net ve yalın bir şekilde Kur’an’ın bu metodunu uygulamış ve bu yolla Müşriklere karşı mücadelesini sürdürmüştür.

Müşrikler; yaptıkları hiçbir şeyin fayda getirmediğini gördükçe değişik arayışlara giriyorlardı. Bir gün ileri gelenleri toplandı ve Rasulullah (sav) ile konuşmak üzere Utbe b. Rebia’yı temsilci olarak yanına gönderip bazı tekliflerde bulundular. Utbe b. Rebia Rasulullah’ın (sav) yanına gelip kendisine şu tekliflerde bulundu : “Ey kardeşimin oğlu! Sen de biliyorsun ki; kabile içinde şeref ve soyca aramızda üstün bir mevkidesin. Fakat kavminin başına büyük bir iş, bir gaile getirdin. Onunla, onların topluluklarını dağıttın, akıllarını akılsızlık saydın, ilahlarını ve dinlerini ayıpladın, babalarından gelip geçmiş olanları tekfir ettin….Gel, sen beni dinle. Sana bazı şeyler teklif edeceğim. Onların üzerinde dur, düşün. Belki onlardan bazısını kabul etmek işine gelir” dedi. Peygamberimiz (sav): “Söyle ey Ebu’l-Velid! Dinliyorum” buyurdu. Utbe: "Ey kardeşimin oğlu! Eğer sen getirdiğin bu işle mal elde etmek istiyorsan, sen malca en zenginimiz oluncaya kadar mallarımızdan senin için mal toplayalım. Eğer sen bununla şeref ve şan kazanmak istiyorsan, seni üzerimize seyyid (ulu kişi) yapalım ve sensiz hiçbir işe karar vermeyelim. Eğer sen bununla kral olmak istiyorsan, seni kendimize kral yapalım. Eğer bu sana gelen şey, sana görünüp de kendinden uzaklaştırmaya güç yetiremediğin bir cin işi ise, seni tedavi ettirelim.” dedi.

Utbe sözlerini bitirinceye kadar Peygamberimiz (sav) onu dinledi ve: “Ey Ebu’l-Velid! Söyleyeceklerini bitirdin mi?” diye sordu. Utbe evet deyince, Peygamberimiz (sav): “Sen de şimdi beni dinle” dedi ve besmele çekerek Fussilet suresini okumaya başladı. Secde ayeti olan 37. ayetini de okuyup secde ettikten sonra: “Ey Ebu’l-Velid! Hiç işitmediğini dinlemiş bulunuyorsun. Artık işte sen, işte o.” Diye buyurdu. (İbni İshak, İbni Hişam)

Müşrikler; bu kadar ağır işkence, eziyet ve baskılara ilaveten, Müslümanlara çok ağır şartlar dayatmaya başladılar. Nübüvvetin 7. yılında bütün Müslümanlara genel bir ambargo konuldu. Müslümanlar, zorunlu olarak bir mahalleye yerleşmişlerdi ve çok ağır ambargo şartları altında bulunuyorlardı.

Müşrikler; Peygamberimiz, öldürülmek üzere kendilerine verilinceye kadar Haşimoğullarıyla barışmamak, Müslümanlara kız alıp vermemek, onlarla alış-veriş yapmamak, onlarla akrabalık ve sosyal münasebetleri kesmek, onlara yardım etmemek…üzerine anlaşmış ve bu anlaşmalarını yazılı bir şekilde Kabe’ye asmışlardı. (İbni İshak, İbni Hişam)

Müslümanlar; 3 yıl süren bu ambargo süresince öylesine sıkıntı çektiler ki yiyecek bir şeyleri kalmamış, deri parçasını kaynatıp çocuklarını onunla oyalayan bile olmuştu.

Buna ilaveten ayrıca 10. yılda Hz. Peygamberin (sav) hamisi ve amcası olan Ebu Talib ve ardından da, ta nübüvvetin başından beri O’nun en yakını ve destekçisi durumunda olan eşi ve Mü’minlerin annesi Hz. Hatice (ra) vefat ettiler. Bu 10. yıla hüzün yılı ismi verildi. Ancak bütün bunlara rağmen Rasulullah’ın (sav) öncülüğündeki Müslümanlar, İslami inanç, duruş, tavır ve söylemlerinden vazgeçmiyor ve taviz vermiyorlardı.

Bu özelliklerinden dolayı bu döneme, KUVVETE BAŞ VURMADAN MÜCADELE dönemi denebilir. Yani bu dönemde hareket kendini ilan etmiş ve açık idi. Ancak kuvvete baş vurmadan mücadele ediyordu. Yalnız şu var ki; hareket her ne kadar ilan edilmiş ve açık olsa bile, alınacak kararlar, tatbik edilecek strateji ve yapının muhafazasına dönük tedbirler gibi hassas konular, başta düşman olmak üzere kamuoyundan gizli tutuluyordu. Bu dönem, 6. yıldan 10. yıla kadar olan zamanı kapsamaktadır.

Biz bu dönemi özellikleri itibariyle maddeler halinde sıralarsak şu sonuçlar ortaya çıkar.

1-Mekke’deki Müşrik iktidar yapısına nazaran belli bir keyfiyet kazanan ve kemiyete ulaşan hareket, (gizliliği bırakıp) bir yürüyüş ile kamuoyuna ilan edilmiştir.

2-Kuvvetin hiçbir çeşidine baş vurmadan Müşrikler (iktidardakiler) direkt hedef alınmış ve onlarla açıktan siyasi mücadeleye girişilmiştir.

3-Her türlü baskı, şiddet ve işkencelere maruz kalındığı halde, İslam’ı net olarak tebliğ etmekten ve müşriklerin çirkinliklerini deşifre edip açıkça eleştirmekten taviz verilmemiş, tebliğ konularında da tadilata gidilmemiştir.

4-Müşriklerden teklif gelmesine rağmen, onların sunduğu imkanlardan yararlanmak ve meşru gördükleri yollarla hareket etmek suretiyle, takip edilen metottan taviz verme yoluna gidilmemiştir.

5-Ağır sıkıntı, baskı ve işkencelere karşı topyekün direnme, (dava ve davetçiler için) adeta sembol haline getirilmiştir.

Ekleme Tarihi: 29.08.2008 - 09:28
Bu mesajı bildir   kiyam_mesalesi üyenin diğer mesajları kiyam_mesalesi`in Profili kiyam_mesalesi Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
kiyam_mesalesi su an offline kiyam_mesalesi  

14 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 13.07.2008
En Son On: 30.08.2008 - 18:59
Cinsiyeti: ----- 

4.DÖNEM : ARAYIŞ VE HİCRET




Risaletin 10. yılında Rasulullah (sav), hamisi olan amcası Ebu Talib ile büyük teselli kaynağı olan hanımı Hz. Hatice’nin (ra.ha) vefat etmeleriyle adeta yalnız ve korumasız kalmıştı. Çünkü bunların varlığı, müşriklerden gelen baskı ve şiddetleri büyük ölçüde engelliyordu.

Bunların vefatıyla müşrikler baskı ve işkencelerini artırmakla kalmadı, Mekke’yi, başta Rasulullah (sav) olmak üzere Müslümanlar için adeta yaşanmaz bir hale getirdi. Artık dava beklendiği gibi ilerlemiyor, hatta tıkanıklık yaşanıyordu. Bu arada dinden dönmelere bile rastlanıyordu. Bu hal dolayısıyla Rasulullah (sav), Müslümanların bu sıkıntıdan kurtularak daha rahat hareket edebilecekleri ve davanın, tıkanıklığı aşıp rahat nefes alabileceği güvenli bir yer ve ortam arayışına girdi.

Rasulullah (sav), azatlı kölesi Zeyd b. Harise ile birlikte bu amaçla Taife gittiler. Taif’e varınca, Rasulullah (sav) orada Sakif kabilesinin ileri gelenlerinden bazılarıyla konuşup İslam’ı tebliğ etti ve kendisini korumalarını talep etti. Onlar ise hakaret dolu sözler sarf ettiler ve “Yurdunun halkı, kavmin seni istememiş ve kabul etmemişler. Sen de kalkmış bize gelmişsin. Biz vallahi senin gelişine razı değiliz, seni reddediyoruz” dediler. Bununla kalmayıp, halkın serseri takımını toplayıp Rasulullah’ı (sav) taşlayarak oradan kovdular. (İbni İshak, İbni Hişam, Tarih-i Taberi)

Rasulullah (sav) Taif dönüşünde tekrar Mekke’ye girişte temkinli hareket etti. Çünkü himayesiz olarak orada bulunmak tehlikeliydi. Bu nedenle Mekke yakınındaki Hira dağına geldiğinde Uraykıt adındaki birine rastladı ve kendisini elçi olarak Mekke’ye gönderip himaye istetti. Elçi, Rasulullah’ın (sav) isim vermesi sonucu birinci defa Ahnes b. Şerik’e, ikinci defa da Süheyl b. Amr’a gidip Rasulullah için himaye istedi ancak bu ikisi de kabul etmedi. Üçüncü defa Mutim b. Addiy’e gidip Rasulullah (sav) içi himaye isteyince o kabul etti ve Rasulullah (sav) Mutim b. Adiy himayesinde Mekke’ye girdi. (İbni Saad, Taberi, İbni Kayyım)

Bu arayışlar, tam üç yıl sürdü ve Medine’ye hicret etmekle sona erdi. Bu üç yıllık zaman zarfında Rasulullah (sav), Mekke civarında uğramadığı yerleşim yerleri ve konuşmadığı kabileler bırakmadı. Gittiği her yerde, konuştuğu her insandan (birkaç istisna dışında) eziyetler ve hakaretler gördüğü halde, bıkmadan ve usanmadan bu arayıştan asla vazgeçmedi. Ayrıca Hac mevsimlerinde de, Hac için Mekke’ye gelen diğer kabile mensuplarıyla tek tek görüşüyor ve yardımcı olmaları konusunda onları ikna etmeye çalışıyordu.

Bu konu, İbni İshak, İbni Hişam tarihlerinde şu şekilde ifade edilmiştir : Peygamberimiz (sav) Taif’ten Mekke’ye geldikten sonra Kureyş müşrikleri O’na karşı büsbütün sert ve katı davranmaya başlayınca, Yüce Allah kendisine, Arap kabilelerine başvurmasını emretti. Bunun üzerine peygamberimiz (sav) her yıl Hac mevsimlerinde Ukaz, Mecenne ve Zülmecaz panayırlarına giderdi. Bu üç panayır Mekke çevresinde idi. Bu panayırlar büyük ve kalabalık olurdu, her kabilenin eşrafı orada hazır bulunurdu. Peygamberimiz (sav) bu panayırlarda bulunan 15’e yakın Arap kabilelerinin konak yerlerine kadar varıp onlara kendisini arz ve takdim eder, onları Allah’a, Allah’ın birliğini ikrara, yalnız O’na ibadet etmeye ve İslamiyete davet eder, kendisinin onlara Allah tarafından peygamber olarak gönderildiğini haber verir, kendisini tasdik etmelerini, Rabbinin elçilik vazifelerini açıklayıncaya ve yerine getirinceye kadar kendisine yardım etmelerini, kendisini barındırıp korumalarını onlardan isterdi. Fakat ne yazık ki onlardan ne davetini kabul edecek, ne kendisini barındıracak, ne de kendisine yardım edecek bir kimse çıkmaz, aksine kimisi Peygamberimize suratını asar, kaba ve katı davranır, kimisi ‘O’nu kendi kavmi daha iyi bilir’, kimisi de ‘Senin kavmin seni daha iyi bilir, onlar niye sana tabi olmuyor’ deyip kendisiyle tartışmaya kalkardı. Peygamberimiz (sav) da onlara gereken cevabı verir ve kendilerini Allah’a imana davet etmeye devam ederdi. Bir yandan da halini Allah’a şikayetlenirdi (İbni İshak, İbni Hişam, Asım Köksal)

Nihayet Allah (cc) Medine’den gelenlerden bir kısım insana hidayet nasip etti. Nübüvvetin 11. yılında Medine’den gelen insanlar arasında 6 kişi Rasulullah’ın (sav) davetini kabul etti. Bunlar Rasulullah (sav) ile bir yıl sonra, yani nübüvettin 12. yılında 12 kişi olarak Akabe’de buluşup beyat ettiler. Bu nedenle buna, birinci Akabe beyatı denmiştir. Nübüvvetin 13. yılında ise 70 dolayında kişi olarak gelip aynı yerde Rasulullah (sav) ile buluşup beyat ettiler. Buna da ikinci Akabe beyatı denmiştir.

Ensardan Cabir b. Abdullah (ra) bunu şu şekilde anlatır : “Rasulullah (sav) Hac mevsiminde halkın Ukaz, Mecenne ve Mina’daki konak yerlerine varıp ‘Rabbimin elçilik vazifesini yerine getirinceye kadar beni barındıracak kim var? Bana yardım edecek kim var ki kendisine Cennet verilsin?’ diye seslenirdi. Nihayet Yüce Allah bizi Medine’den O’na gönderdi de biz iman ettik. Nihayet Ensar evlerinden, içinde İslamiyeti açıklanmayan bir ev kalmadı. Sonra da Medine Müslümanları bir araya gelip konuştuk. Bunun üzerine Hac mevsiminde, bizden 70 kişi O’nun yanına vardı.” (Ahmet b. Hanbel, Asım Köksal)

Medinelilerin Müslüman olmalarıyla, İslam davasına Medine yolu açılmış oldu. Neticede bu gayretli Müslümanların çabasıyla, Medine’de aranan ve arzu edilen bir ortam oluştu ve Mekke’de geçirilen toplam on üç yıl sonunda Rasulullah (sav) dahil, Müslümanların geneli Medine’ye hicret etti.

Peygamberimiz (sav), Müslümanlara hitaben : “Sizin hicret edeceğiniz yurt bana gösterildi. Orasının, iki kara taşlık arasında, hurmalık, çorak bir yer olduğunu gördüm. Orası Yesrib (Medine)’dir. Gitmek isteyen oraya gitsin” dedi. (İbni Saad, Asım Köksal)

Böylece Rasulullah (sav) bütün Müslümanlara Medine’ye hicret etmelerini emretti. Müslümanlar da gizli bir şekilde, kimi ferdi, kimi grup halinde, kimi ailesiyle, kimi ailesini Mekke’de bırakarak Medine yolunu tuttu.

Rasulullah (sav) ise, yanında bulunan emanet eşyaları sahiplerine vermek üzere Hz. Ali’yi Mekke’de bırakıp kendisi ve Hz. Ebu Bekir (ra) birlikte gizlice Mekke’den çıkıp önce Sevr mağarasına gittiler. Müşriklerin sıcak takibinden emin olduktan sonra da yine birlikte, yanlarında bir yol rehberi olduğu halde Medine’ye hicret ettiler. (Bu konu için İbni İshak, İbni Hişam ve Asım Köksal’ın tarihlerine bakınız)

Bu özelliklerinden dolayı Mekke’de geçirilen bu son üç yıllık döneme, ARAYIŞ VE HİCRET dönemi demek mümkündür.

Biz bu dönemi özellikleri itibariyle maddeler halinde sıralarsak şu sonuçlar ortaya çıkar.

1-Mekke, dava ve Müslümanlar için yaşanmaz hale gelince, mücadelenin daha rahat sürdürülebileceği güvenli bir yer ve ortam arayışına girilmiştir.

2-Müslümanların inancına, ibadetlerine ve mücadelesine engel olmadığı müddetçe, müşrik olanların dahi himayesi kabul edilmiştir.

3-Müslümanlar toplu halde toplumdan tecrit edildikleri ve çok ağır şartlar içeren boykota maruz kaldıkları halde, faaliyetlerin hiç birisinde yeniden gizliliğe, ara vermeye veya değişikliğe izin verilmemiştir.

4-Israrlı arayış çabaları sonucu Medine’de uygun ortam oluşunca, bütün Müslümanların oraya hicret etmesi emredilmiş ve Rasulullah (sav) da hicret etmiştir.

Ekleme Tarihi: 29.08.2008 - 09:29
Bu mesajı bildir   kiyam_mesalesi üyenin diğer mesajları kiyam_mesalesi`in Profili kiyam_mesalesi Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
kiyam_mesalesi su an offline kiyam_mesalesi  

14 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 13.07.2008
En Son On: 30.08.2008 - 18:59
Cinsiyeti: ----- 

5.DÖNEM : SADECE SALDIRGANLARA KARŞI KUVVET KULLANMA




Mekke’den Medine’ye yapılan hicretten sonra, daha önce sair yerlere hicret edenlerin bir kısmının da gelmesiyle, Müslümanlar Medine’de toplanmış ve Medine’nin en güçlü yapısı (topluluğu) haline gelmişlerdi. Bu arada Rasulullah (sav), Müslümanların, kendileriyle aynı kavimden, kabileden veya aileden olsalar bile, iman etmeyenlerden tamamen bağımsız ve ayrı bir topluluk olduğunu ilan etmiş ve Müslümanlar arasında imana dayalı bir kardeşlik bağını tesis etmişti. İbni Sa’d’a göre; Enes b. Malik’in evinde ikişer ikişer kardeş yapılan Müslümanların 45’i Mekkeli Muhacirlerden, 45’i Medineli Ensardan olmak üzere 90 kişiydi. Bunlar arasında kurulan kardeşlik, varis olma hükmünü içeriyordu. Ta ki Bedir savaşından sonra inen Enfal suresi 75. ayet ile kaldırılıncaya kadar. Bununla birlikte, ayrı bir topluluk olan Müslümanlar ile iman etmeyen kabileler arasında çeşitli antlaşmalar yapılmıştı. Böylelikle Rasulullah (sav) önderliğindeki Müslümanlar, Medine’de inisiyatifi ele almış ve özgür hareket etme imkanına kavuşmuşlardı. Artık Medine’de İslam devletinin temelleri atılıyor, buna dair bireysel, ailevi, sosyal, hukuki, siyasi ve de askeri kural ve kaideler birer birer açıklanıp devreye sokuluyordu.

Rasulullah (sav) Medine’nin yönetimini üstlenmekle birlikte, ilk yönetmeliği ve ilk anayasayı yazılı hazırlatıp Medineli bütün halka ilan ettirdi. Bu yazılı metinde; Müslümanların sair insanlardan ayrı ve bağımsız bir topluluk oldukları, Müslümanların kan diyetlerini kendi aralarında ortaklaşa ödeyecekleri, hiçbir Mü’minin diğer bir Mü’min aleyhinde başkalarıyla anlaşma yapamayacağı ve hiçbir Mü’minin diğer bir Mü’min aleyhinde kafire yardım edemeyeceği, İslam’a ve Müslümanlara karşı azgınlık edenlere karşı bütün Müslümanların tek bir el olarak kalkacağı, hiçbir Mü’minin diğer Mü’minlerden ayrı olarak hareket edemeyeceği ve Allah yolundaki bir savaşta onlardan ayrı olarak barış yapamayacağı, Mü’minlerin birbirlerinin Allah yolunda dökülen kanlarının öcünü almakla mükellef olduğu, kısasın uygulanacağı, ihtilaf halinde ve sorunların çözümünde konunun Allah’a ve Rasulüne havale olunacağı vs gibi konular yanında, Medine’deki Yahudi ve Müslüman olmayan diğer kabilelerle anlaşmaları içeriyordu. (İbni İshak, İbni Hişam)


Bunlarla birlikte, Rasulullah (sav) Medine’nin sınırlarını belirledi. (Ahmet b. Hanbel, Buhari), Medine’nin çarşı ve Pazar yerini belirleyip kurdurttu ve ticari hayatı İslami esaslara göre düzene koydu. Çarşı ve pazarda yapılan alış-verişler ve diğer muamelelerle de yakından ilgilenirdi. (Ahmet b. Hanbel, Asım Köksal), İslami esaslara göre hüküm verilmesi için Medine’nin adalet işlerini düzene koydu. Bu husus, Mü’min, Müşrik, Yahudi vs bütün Medineliler için yazılan Medine yönetmeliğinde de kabullenilmiş ve açıklanmış bulunuyordu. (İbni İshak, İbni Hişam), Medine’deki arazi ve sulama işlerini de yine Rasulullah (sav) İslami esaslara göre düzene koydu. (Malik-Muvatta, Asım Köksal) ve hakeza.

Bu arada Müşrikler boş durmuyor, Medine’de güçlenip inisiyatifi ele alan Müslümanların gelişip yayılmasını önlemek, hatta onları Medine’de dahi rahat bırakmayıp İslam davasını tamamen yok etmek için, eskisinden daha geniş çaplı ve daha etkili siyasi ve askeri manevralar yaparak İslam davasının önüne büyük engeller çıkarıyorlardı.

Bütün bunları en iyi şekilde bilen Allah (cc), Hicretten hemen sonra Müslümanlara, saldırganlara karşı kendilerini savunma konusunda savaşma izni verdi. Hac suresinin 39 ve 40. ayetlerinde bu emir şu şekilde yer almaktadır : “Haksızlığa uğratılarak kendilerine savaş açılan kimselerin karşı koyup savaşmasına izin verilmiştir. Allah onlara yardım etmeğe elbette Kadir'dir. Onlar haksız yere ve «Rabbimiz Allah'tır» dediler diye yurtlarından çıkarılmışlardır. Allah insanların bir kısmını diğeriyle savmasaydı, manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah'ın adı çok anılan camiler yıkılıp giderdi. And olsun ki, Allah'a yardım edenlere O da yardım eder. Doğrusu Allah kuvvetlidir, güçlüdür.” (Hac 39-40)

İşte bu emir üzerine, Müşriklerin bütün çabalarını boşa çıkarmak, davayı ve Müslümanları muhafaza edebilmek ve davanın önündeki engelleri kaldırıp yolunu açmak için, saldırganlara karşı kuvvet kullanılarak bu dönemde çeşitli seferler düzenlenmiş ve savaşlar yapılmıştır. Ancak İslam’a ve Müslümanlara karşı saldırgan olmayan ve böyle bir suça iştirak etmeyenlere karşı (velev ki bunlar saldırganlarla aynı kabileden veya aileden olsalar bile) kuvvet kullanma yoluna gidilmemiş, aynı durumdaki kavim ve kabilelere karşı da anlaşma veya korunma tedbirleriyle yetinilmiştir.

Bu çerçevede Müşriklerle Bedir, Uhud ve Hendek gibi önemli savaşlar yapılmış ve çok sayıda seriyeye çıkılmıştır. Sa’d b. Muaz’ın ifadesine göre seriyye ve gazveler; Hac yollarını Müslümanlara tıkayan Kureyş müşriklerine, buna karşılık Müslümanların da Suriye ticaret yollarını kesmek suretiyle kendilerini ticari ve iktisadi sıkıntıya düşürebilecekleri uyarısında bulunmayı ve aynı zamanda onların Müslümanlara karşı ne gibi bir hazırlıkta bulunduklarını öğrenmeyi, ileride yapılacak savaşlarda bazı kabilelerin Kureyş müşrikleriyle birleşmelerini önlemeyi amaçlıyordu.(Ahmet b. Hanbel, Buhari, Asım Köksal)

Özelliklerine bakarak bu döneme; SADECE SALDIRGANLARA KARŞI KUVVET KULLANMA dönemi diyebiliriz. Bu dönem, nübüvvetin 13. yılı olan Hicretten, Mekke’nin fethine kadar olan zamanı kapsamaktadır.

Biz bu dönemi özellikleri itibariyle maddeler halinde sıralarsak şu sonuçlar ortaya çıkar.

1-Medine’ye hicret edildikten hemen sonra Müslümanlar arasında İslam kardeşliğine dayalı birlik kurulmuş ve aynı kabileden veya aileden olsa bile, inanmayanlardan ayrı bir topluluk oldukları ilan edilmiştir.

2-İnisiyatif Müslümanlarda olmak kaydıyla, şerlerinden emin olmak için Medine’deki diğer kabile ve topluluklarla anlaşma yapılmıştır.

3-Başta inanç ve ibadet konularının eğitimi olmak üzere, İslami kural ve kaideler her alanda uygulamaya konulmuş, İslam devletinin temelleri atılarak şekillendirilmeye çalışılmıştır.

4-Gerek Medine içinde ve gerekse dışında, caydırıcılığa ve istihbarata büyük önem verilmiş ve üzerinde ciddiyetle durulmuştur.

5-Saldırganlara karşı kuvvet kullanma yoluna gidilmiş, ancak saldırgan olmayanlara karşı kuvvet kullanılmamış ve siyasi çerçevede anlaşma veya korunma tedbirleriyle yetinilmiştir.

Ekleme Tarihi: 29.08.2008 - 09:31
Bu mesajı bildir   kiyam_mesalesi üyenin diğer mesajları kiyam_mesalesi`in Profili kiyam_mesalesi Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
kiyam_mesalesi su an offline kiyam_mesalesi  

14 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 13.07.2008
En Son On: 30.08.2008 - 18:59
Cinsiyeti: ----- 

6.DÖNEM : FİTNE KALKINCAYA VE DİN YALNIZ ALLAH’IN (CC) OLUNCAYA KADAR SINIR TANIMADAN MÜCADELE ETME



Mekke’nin fethiyle Müslümanların önündeki büyük engel ortadan kalkmış ve o coğrafyada Müslümanlar en güçlü ve dinamik topluluk olmuşlardı. Bundan sonra, Allah’ın (cc) ismini yüceltmek, İslam mesajını insanlara ulaştırmak ve fitneyi ortadan kaldırmak için sınır tanınmadı. Bakara suresi 193. ayette ifade edilen emir ve prensip üzere hareket edilmiştir. Allah (cc) bu ayet ile Müslümanlara cihad emri vermiş ve yeryüzünde fitnenin kaldırılmasına değin mücadelenin kesintisiz sürdürülmesini istemiştir. “Fitne tamamen yok edilinceye ve din (kulluk) de yalnız Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın. Şayet vazgeçerlerse zalimlerden başkasına düşmanlık ve saldırı yoktur.” (Bakara 193)

Bu döneme bu yüzden; FİTNE KALKINCAYA VE DİN YALNIZ ALLAH’IN (CC) OLUNCAYA KADAR SINIR TANIMADAN MÜCADELE ETME dönemi denebilir.

Savaş ayetleri iki çeşittir. Bir kısmı savaş için izin ve cevazdır ki, bu savunma savaşıdır. Hac suresi 39 ve 40. ayetlerde belirtildiği gibi. Bir kısmı da savaş için emirdir ki, bu cihad savaşıdır. Tevbe suresi başlı başına Müşriklere ihtar ve Mü’minleri teşfik olmakla birlikte, 36. ayet bu cümledendir. Yine Bakara suresi 190-195 ayetleri bu cümledendir. Savaş için izin değil, savaş için emir ifade etmektedir. Bakara suresi 193. ayet, Müslümanların bu konudaki hareket tarzını ifade eden genel prensip ve ilkeleri içermektedir.

Cihad emri ve Mekke’nin fethiyle birlikte, Müslümanlar yeni bir döneme girmişlerdir. Bu dönemde artık sadece savunma harbi yapılmamaktadır. Artık Allah’ın (cc) kelimesini yüceltmek, İslam mesajını mümkün olan her yere ulaştırmak ve böylece insanlara kurtuluş yolunu göstererek Rablerini tanıyıp ibadet etmelerinin önündeki fitneleri kaldırmak için cihad yapılmaktadır.

Bu dönemde Müslümanların bir devleti olmakla birlikte, iktidar sahibidirler. Yönetim şekillenmiş ve tüm faaliyetler devlet eliyle yürütülmektedir. Mekke’nin fethinden sonra İslam hakimiyeti altına giren bütün beldelere bizzat Rasulullah (sav) tarafından valiler tayin edilmiş ve onlar vasıtasıyla İslam ahkamı tatbik ettirilmiştir. Rasulullah’ın (sav) irtihalinden sonra da İslam halifeleri tarafından aynı yol izlenmiş ve yönetim konusunda taviz verilmeyerek İslam ahkamı devlet eliyle icra edilmiştir.

Mekke’nin fethinden sonra Huneyn seferi, Taif kuşatması ve Tebük seferi bu dönemde yapılmıştır. İslam düşmanlarının Müslümanlara karşı hazırlık yaptığını duyan Rasulullah (sav) ordu hazırlayıp üzerlerine gitmiştir. Bu şekilde İslam devleti caydırıcı bir rol üstlenmekle birlikte, İslam mesajının diğer beldelere ulaşmasının da yolu açılmıştır.
Rasulullah (sav) vefat ettikten sonra, ardından gelen halifeler çok sayıda seferler düzenlemiş, pek çok beldeyi İslam topraklarına katarak İslam davetini dünyanın bir çok yerine ulaştırmışlardır. Bu seferler sırasında çetin savaşlar yaşanmış ve Müslümanlar şehit vermişlerdir. Çünkü Rasulullah’ın (sav) vefatıyla vahiy sona ermiş ancak, İslam daveti son bulmamıştır. İslam ümmeti, Rasulullah’ın (sav) miras bıraktığı İslam davetini omuzlayıp sürdürmekle mükellef kılınmıştır. Bu mükellefiyetini yerine getirmek için fitne ile mücadele etmek, İslam’ın önündeki engelleri kaldırıp Allah’ın (cc) kelamını yüceltmek gerekir. İşte bu sorumluluğun gereğidir ki, Rasulullah’tan (sav) sonra gelen halifeler İslam davetini yaymışlar ve bu uğurda savaşlara girişmişlerdir. Yoksa burada amaç ne toprak elde etmek ve ne de insanları zorla İslam dinine dahil etmektir. Çünkü dinde zorlama olmayacağını bizzat Kur’an emrediyor.

Biz bu dönemi özellikleri itibariyle maddeler halinde sıralarsak şu sonuçlar ortaya çıkar.

1-Müslümanlar artık devletleşmiş ve devlet düzeni içinde hareket etmiştir.

2-Yetki sahiplerinin eliyle bireysel, ailevi, sosyal, ekonomik, hukuki, siyasi ve askeri alanlarda İslam’ın emir ve yasakları bütünüyle uygulamaya konulmuştur.

3-Ülke içinde olduğu gibi ülke dışında da (diğer devletlerle) işler devlet eliyle ve devlet düzeninde yürütülmüş ve bu konuda İslam’ın koyduğu (siyasi ve askeri) emir ve yasaklar çerçevesinde hareket edilmiştir.

4-İslam mesajı, devletin gücü ve imkanları nispetinde ülke sınırları dışında mümkün olan yerlere ulaştırılmaya ve bunun önündeki engeller, İslam’i kurallar içinde ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır
.
Ekleme Tarihi: 29.08.2008 - 09:32
Bu mesajı bildir   kiyam_mesalesi üyenin diğer mesajları kiyam_mesalesi`in Profili kiyam_mesalesi Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
Pozisyon düzeni - imzaları göster
Sayfa (1): (1)
önceki konu   sonraki konu

Kategori Seç:  
Sitemizde şu an Yok üye ve 1312 Misafir mevcut. En son üyemiz: Didem_


Admin   Moderator   Vip   Üye ]

Hayırlı ömürler dileriz.    Bu üyelerimizin doğum günlerini tebrik eder, sıhhat ve afiyet dolu bir ömür dileriz:
SaYaCGIN (48), AnneminSariGülü.. (34), kotza1 (55), keremcik (52), fatih GUNES (49), muhsin p.o. (52), tuva (42), Dostluklar_Baki (39), meydan26 (50), mehlika akasya (45), panter32 (50), NÖBETCI (47), baranbari (49), friendsofmehdi (39), tatar_salih (36)
24 Saatin Aktif Konuları
0

Copyright © ((( RAVDA.net )))  *  İrtibat   *   RAVDA Reklam Servisi   *   Tüm hakları saklıdır, izinsiz alıntı yapılamaz.
Sitemizde yayınlanan imzalı yazıların içeriğinden yazarları, forum ve yorumlardan ekleyen şahıslar sorumlu olup, kesinlikle sitemiz sorumlu değildir.
© by ((( RAVDA.net )))

Sayfa 0.85938 saniyede açıldı