generique luvox kaletra generique stromectol generique luvox dexamethasone aldactone aldara aldipin alendron alesse aleve alges x algifor allegra allergodil allo 300 tablinen allo basan allopur altace alutan alzar amanol amaryl amilo basan amilorid comp amiloride hct amiodar amlo eco amlopin amlovasc amoxi basan amoxi cophar amoxi mepha amoxil amoximex anafranil sr anafranil antabus antabuse antalgit antamex antisacer antra antramups anvitoff apcalis oral jelly
     

0
Start Giriş Üye Ol üyeler ((( RAVDATe@m))) Arama
Toplam Kategori: 69 *** Toplam Konu: 30100 *** Toplam Mesaj: 148193
Forum Anasayfa » TARİH / SİYASET / EKONOMİ » TÜRKİYE VE DÜNYADA SİYASET » SON HAÇLI SEFERİNİN ,,MÜSLÜMAN,, KLAVUZLARI

önceki konu   sonraki konu
Bu konuda 1 mesaj mevcut
Sayfa (1): (1)
Ekleyen
Mesaj
nursuz su an offline nursuz  
SON HAÇLI SEFERİNİN ,,MÜSLÜMAN,, KLAVUZLARI

227 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 10.01.2006
En Son On: 06.05.2007 - 21:00
Cinsiyeti: Erkek 
SON HAÇLI SEFERİNİN ,,MÜSLÜMAN,, KLAVUZLARI !



Biz Türkler, bugün adına Türkiye dediğimiz toprakları, On birinci yüzyılda başlayan savaşlarla Hıristiyan Rumlar ile onlara tabi olan Hıristiyan Ermeni ve Gürcülerden aldık. Ancak, Hıristiyan dünyası, bu toprakların Türk yurdu olduğu gerçeğini bir türlü kabullenmek istemedi, bunu içine sindiremedi. Bu sebeple ilki 1096 yılında başlayan ve yüzlerce yıl devam eden Haçlı seferleri düzenlediler. Nitekim Birinci Haçlı seferinin düzenleyicisi olan Papa 2. Urbain, 1095 yılında bu amaçla geçtiği Fransa'da vermiş olduğu vaazlarından birinde, Haçlı seferinin asıl amacının Ön Asya'daki Türk ilerleyişini durdurmak olduğunu açıklıyor ve şöyle diyordu:
" Galebe çal an küfür, Asya'nın en zengin illerine karanlıklarını bastırmıştır. Antakya, Efes (Selçuk), İznik birer Müslüman kasabası haline gelmiştir. Barbar Türk sürüleri, sancaklarını Çanakkale Boğazının kıyılarına dikmişlerdir. Oralardan, bütün Hıristiyan memleketlerini tehdit etmektedirler. Eğer muzafferane yürüyüşlerini bizzat Allah, kendi evlatlarını silahlandırarak karşılayıp durdurtmazsa, bundan sonra hangi millet, hangi devlet durdurabilir?"agla1)
Hıristiyan Batılılar yüzlerce yıl süren Haçlı seferlerinin sonucunda umduklarını elde edemediler; Türkleri bu topraklardan söküp atmayı başaramadılar. Fakat acaba bu düşüncelerini kafalarından söküp atabilmişler miydi? Kuşkusuz ki hayır! Hıristiyan Batılılar, daha önce Haçlı Seferleriyle deneyip de başaramadıklarını ama asla unutmayıp yalnızca ertelediklerini, 19. Yüzyılda adına Şark Meselesi (Doğu Sorunu) dedikleri bir kavramla yeniden gündeme getirdiler. Şark Meselesinin esasını, "hasta adam" diye nitelendirdikleri Türk-Osmanlı Devletinin yıkılarak paylaşılması düşüncesi oluşturmaktaydı. Osmanlı Devleti yıkılıp yok edilince de, Türkler geldikleri yere yani Asya'nın içlerine doğru sürüleceklerdi. Büyük Rus romancısı Dostoyevski (1821-1881), Grajden dergisinde 1873-74 yıllarında yayınladığı "Bir Yazarın Günlüğü" başlıklı yazılarında Rus yayılmacılığının kaynağı olan Pan-Slavcı düşüncelerini ortaya koyarken, Doğu Sorunundan ne anladığını ve bunun Hıristiyanlıkla olan ilgisini de şu şekilde açıklıyordu:" İstanbul bizim olmalıdır. Rusya İstanbul'u almalı ve İstanbul sonsuza dek Rus kalmalıdır. İstanbul yalnız Rusların olmalıdır. Çünkü Türk- Osmanlı Devletinin yok edilmesi sorunu olan "Doğu Sorunu", Ortodoks Hıristiyanlığın yazgısı sorunudur."agla2)
1858'de yayımlanan Les Reformes de L'empire Byzantin (Bizans İmparatorluğu Reformları) adlı kitabın yazarı Pitzipios ise, Şark Meselesi için bir başka çözüm yolu teklif ediyor ve kitabının doğrudan Sultan ve Halife Abdülmecit'e seslenen bölümlerinde diyordu ki; “Osmanlı hanedanını bekleyen tehlikelerden biri de, Osmanlı Devletinin Avrupa'daki topraklarında yaşayan ve sayıları Müslümanlardan dört kez daha fazla olan Hıristiyanların başkaldırma olasılığıdır... Eğer Abdülmecit Hıristiyanlığı benimseyecek olursa, devletin birliği de sağlanmış olur. Genel yarar, İslamiyetin üstünlüğüne son verilmesini, ancak Abdülmecit ve hanedanının egemenliğini sürdürmesini gerektirmektedir.” Pitzipios'a göre, Şark Meselesinin çözüme bağlanmasının tek bir yolu vardır, o da, yasaları, yönetimi ve devlet başkanlarını Hıristiyanlaştırmaktır. Bu çözüm eldeki tek olanaktır. Eğer Abdülmecit hanedanını kurtarmak istiyorsa, ister istemez, er geç, bu yolu seçmek zorunda kalacaktır(3).
Pitzipios'un Sultan Abdülmecit için ileri sürdüğü bu öngörüsü o dönemde gerçekleşmedi. Ama şimdilerde yani devr-i Cumhuriyette saltanat süren asaletsiz hanedanların, Avrupa Birliğine adaylığımızın bilmem kaçıncı ve de son kez ilanıyla birlikte, hanedanlarının geleceğini sağlama bağlamak için aynen ve tıpatıp Pitzipios'un önerdiği Hıristiyanlaşma yoluna girdiklerini söylemek fazla abartılı olmasa gerektir. Bakınız Yalçın Küçük, "Kayıplarımıza Ağıtlar-1 Türkiyat" başlıklı makalesinde neler yazıyor:
" ...Türk yönetenleri, en az dört yüzlük korumalarla, her Cuma, bir Cuma'ya seyirdiyorlardı; artık namazlar değil bunların televizyonlarda gösterimi bir ayin oluyordu. Şimdi aynı yönetenler, Cuma ayinlerini unutuverdiler, şimdi "devlet erkanı" artık kiliselerdedir, haberler okuyoruz ve izliyoruz, "falanca ilde, vali, fp başkanı, anap başkanı, chp başkanı, savcı vesaire falan kilisede ayine katıldılar" şimdi yeni moda budur. Artık papaz ile imam birlikte ayin düzenliyoruz; devletin tepesi'nden söz budur ve ben neresi olduğunu bilmiyorum, noel kutlamaları çıkarıyoruz, artık "Abidin, sen köksüzlüğün resmini yapabilir misin" diyoruz. Camilerden kiliselere bu topyekün geçiş nedir...
Hemen Tanzimat Fermanını ve asıl Islahat fermanını hatırlamak durumundayız. ..Mayıs 1999 tarihinde Ecevit'in Alman Şansölye Schroder'e yazdığı mektubu, Alman Şansölye ve tüm düvel-i avrupa, daha sonraki tartışma ve pürüzlerde sürekli bu mektuba dönüyorlardı, bir Islahat fermanı taahhüdü olarak algılıyorduk... Tarih kitapları, 1856 Islahat Fermanı ve Paris Konvansiyonu'nu Türk Devleti'nin Avrupa topluluğuna kabulü olarak yazarlar; abartma olduğuna işaret ediyoruz. Şimdi, 10 Aralık 1999 Helsinki Deklarasyonu'na atılan imzayı, bütün tarihlerden önce davranarak ben açıklıyorum, Türk Devleti'nin sonudur.
Islahat Fermanı'nın en büyük marifetlerinden birisi, Osmanlı ikliminde, misyoner faaliyetlerini artırmasıdır; misyonerler pıtrak türü çoğaldılar. Hedefleri, müslümanlardan çok ermeniler ve yahudilerdi, din değiştirme adı altında amerikanlaştırıyorlardı; Kırım Savaşı günlerinin en becerikli misyoneri C. Hamlin'in, birden, Amerika'nın belki de en etkili misyoner kuruluşu olan Robert College'in kurucusu olduğunu biliyoruz, şimdiki Boğaziçi Üniversitesidir, öyle kendini sürdürüyor. 10 Aralık 1999 tarihli, Türk Devleti'ni sona erdirme deklarasyonunu kabul eden hükümetin başbakanı Ecevit ile Dış İşleri Bakanı Cem'in Amerikan misyoner okulu Robert College'in mezunu olmaları, belki de tarihin en acı ve bilimsel tokatıdır. Suratımızda şaklaması, acımız ve utancımızdır.
Ne oldu, Elenlerin, Türk Kurtuluş Savaşı ve Kıbrıs Çıkartması'nın revanşını aldıkları söylenebilir..."agla4)

Peki Kurtuluş Savaşının Hıristiyan Batılılar için anlamı neydi? Onlar, tam da Sevres anlaşmasıyla, 19. Yüzyıldan devraldıkları Doğu Sorununu emperyalist bir görüşle kendi lehlerine sona erdirdiklerini(5), sorunu kökünden çözdüklerini düşünürlerken, Ankara'daki milliyetçi ayaklanma Sevres'i yırtıp atmış oluyordu. Hrıstiyan Batılılar ve onların Yunan, Rum ve Ermeni müttefikleri, Türklüğün elde kalan bu son bir avuç ata yurdunu da paylaşmak üzere(6) işgal ve istilaya kalkıştıkları topraklardan yani Anadolu'dan Türk süngüsüyle birer birer atılmışlardı; Tür k yurdu üzerindeki emellerini askeri yol ve yöntemlerle asla gerçekleştiremeyeceklerini artık anlamış olmalıydılar. Kıbrıs Çıkartması ise, Attila İlhan'ın deyimiyle, "İkinci Viyana Bozgunundan bu yana Türklerin Batıya karşı ilk huruç harekatıydı." Hıristiyan Batı bunu da asla hazmedememiştir. Kıbrıs konusunda bütün Hıristiyan dünyasının bir blok halinde, her platformda, her vesileyle ve her fırsatta Türkiye'ye baskı uygulamasının nedeni budur. Kıbrıs'ta atacağımız bir tek geri adım, onlar için zaferin bizim içinse çöküşün ve çözülüşün başlangıcı olacaktı. 10 Aralık deklarasyonuna atılan imzanın önemi işte buradadır.
Türkleri askeri yol ve yöntemler kullanarak dize getirmenin mümkün olmadığını kavrayan Hıristiyan Batı, bu kez kullandığı yöntemleri ve silahları değiştirmiştir. Yeni silahları ise başta gümrük birliği tuzağı ve Avrupa Birliği kandırmacası olmak üzere, çok taraflı ve ikili anlaşmalardır. Savaş değil barış! En büyük silah şimdi budur ve dikkat ediniz ağzında barış, uzlaşma, hoşgörü laflarını geveleyenlerin mutlaka ama mutlaka bir şekilde "haçı koynundan çıkmaktadır." Evet. Son Haçlı Seferi'nin silahları "barış, hoşgörü ve diyalog"dur. Hele bu sonuncusu dinler arasında olursa...

Haçı Koynunda Saklı olanlar ve Son Haçlı Seferinin "Müslüman" Klavuzları

Milliyet gazetesinin 2-3 Mayıs 1971 tarihli sayılarında Mete Akyol imzasıyla, dönemin Kontenjan Senatörü ve daha sonraki yıllarda Moon tarikatının Türkiye Halifesi Kasım Gülek'le yapılmış bir röportaj yayınlanmıştı. Bu röportajda Gülek, Papa II. Jan Paul ile iki kez Vatikan'da buluştuğunu anlatıyordu. Haberde, bugün Vaşington ve Vatikan tarafından takdis edilmiş nurculuğun elebaşısı Fethullah Gülen'in öncülük ettiği "Dinler Arası Diyalog"un temellerinin daha o zamandan atıldığı görülüyordu.(7)
Kasım Gülek İnönü dönemi CHP'sinde çok uzun yıllar genel sekreterlik görevini yürütmüş ve bakanlık yapmış birisiydi. O röportajda kendisinin anlattığına göre, Roma'da bulunduğu sırada Papa kendisini gö rüşmeye çağırıp Tarsus hakkında bilgi almış. Kasım Gülek de Tarsus'ta bir Saint Paul kuyusu, Saint-Paul kilisesi yıkıntısı ve aynı adamın oturduğu söylenen ev olduğunu bildirerek bunlar hakkında açıklamalar yapmış. Bu bilgiden çok sevinen Papa, Tarsus'u Hıristiyanlığın bir numaralı kutsal şehri ilan etmeye karar vermişti.
Saint-Paul kuyusunun suyunu şişelere doldurup Hıristiyanlara satacağından ve döviz sağlayacağından söz eden Kasım Gülek'in bu tuhaf davranışlarına şiddetle tepki gösteren Atsız, bu konuyla ilgili olarak kaleme aldığı, Ötüken dergisinin 1971 yılı Mayıs sayısında yer alan "Bu Yurdun Kutsal Yerleri" başlıklı makalesinde şunları yazıyordu:
"Bu eğri düşünc eyle hareket olunduğu takdirde bütün Anadolu'yu, bütün Türkiye'yi Hıristiyanlığın kutsal toprağı haline getirmek mümkün olabilir. Zira biz bu toprakları Hıristiyanlardan aldık. Bizden önce yüzyıllarca Hıristiyanlığın yaşadığı bu ülkenin her şehrinde onlara ait bir hatıra bulunabilir. Bu şehirlerin, dağların, kayaların Türklere ve fethe ait hatıralarını canlandırmak dururken daha eski çağın yabancılara ait hatıralarını yaşatmaya çalışmanın manası nedir? Yeniden bir Makamat-ı Mukaddese gailesi mi çıkarmak istiyoruz?
Döviz sağlamak arzu olunur bir şeydir ama bunun için Türkiye'yi Hıristiyanlığın kutsal şehirleri ve makamları manzumesi haline sokmaya gerek yoktur. Bu milli bir cinayet ve Anadolu'da Bizans'ı diriltmek isteyen Yunanlıların eline koz vermek olur. Yalnız döviz sağlamak gibi maddeci bir düş ünceyle hareket ettikten sonra Ayasofya'yı kilise yapmak bize milyarlar, milletçe Hıristiyan olmak ise trilyonlar kazandırır."

Şimdi o tarihten bu yana gözlemlediğimiz bazı olay ve olguları hatırlamak ve bunların üzerinde biraz durmak gerekiyor. Tunç Okan adlı bir yönetmenin çektiği "Otobüs" adlı film 1975 yılında Avrupa'da ödül almıştı. Bu filmde bir otobüsle kaçak olarak bir Avrupa ülkesine giden Türk işçilerinin (köylülerinin) dramı işleniyordu. Filmin en önemli yanı, Türk insanını ilkel primatlar düzeyinde gösteriyor olmasıydı. (Bilgisiz, görgüsüz, cahil, kaba ve hatta düpedüz iğrenç). Bu tiplemeler, Hıristiyan Batılıların yüzyıllardır görmek ve göstermek istedikleri Türk imajının ta kendisiydiler! 1981 yılında ise Mardin'in bir Süryani köyünde çekilen ve başrolünü Türkan Şoray'ın oynadığı "Hazal" adlı film, Dünya Kiliseler Birliğinin ödülünü almıştı. Onda da yine Türk insanı mağara devri artığı, ilkel ve garip bir yaratık biçiminde sunuluyordu. Tıpkı Otobüs filminde olduğu gibi.

12 Eylül'den sonra çekilen birçok filmde ise bazen gizli ve sinsi bazen de açıktan açığa Hıristiyanlık propagandası yapılıyordu. Sözgelimi bunlardan basında çokça reklamı yapılan birinde (Herşeye Rağmen adlı film), başroldeki oyuncunun canlandır dığı karakter bir eski solcudur; hapisten yeni çıkmıştır. Hiçbir yerde iş bulamamaktadır, kimse ona yardım elini uzatmamaktadır. Allah'tan Kilise vardır! Sonunda bir Kilise ona kucak açmış, şoför olarak iş vermiştir. Mihrabı ve minberi yıkılmış eski solcularımız sığınacakları bir melce bulmuşlardır; artık Kilisenin şefkatli eli onları himaye edecek, onlara kol kanat gerecektir. Bu film de Türkiye'de ödül almıştı. Buna benzer birçok örnekler bulunabilir. Fakat şurası bir gerçek ki, özellikle son yirmi yıldır, "bir Türk yazarının, bir Türk sanatçısının uluslararası bir değer olarak ünlenebilmesi için, önce Türklüğünden Müslümanlığından soyunması, sonra Türklüğünden Müslümanlığından utanması, en sonu da Türklüğe Müslümanlığa tükürmesi gerekmektedir. Türkler, uluslarından dinlerinden ıraklaşmadıkça, Uluslar arası Türksevmez Kültür Kapıları'ndan geçemiyorlar"agla8)

Bir film de yabancılardan. Bundan dokuz on yıl kadar önce sinemalarda oynadı. Yönetmeni bir Yahudi olan Steven Spielberg'ti. Ne olmuş yani Yahudi ise demeyin. Bu, ünlü yönetmenin İndiana Jones serisinden bir filmiydi . Filmin bir bölümü Nazi Almanya'sında, diğer ve asıl önemli bölümü ise Hatay'da geçiyordu. Yıl 1939. Hatay'da sarıklı ve fesli insanlar vardır ve tabii bu insanlar da yine "Otobüs" ve "Hazal"dakinden farksızdırlar. Söz gelimi tanka demir at, uçağa demir kuş filan demektedirler. At ve deveden başka bir şey görmemişlerdir. İşte bu Hatay'da, güya Hıristiyanlarca kutsal bilinen bir mağaramsı manastır benzeri bir yer varmış ve orada artık ölümü, diri mi yoksa Hıri stiyan azizleri mi her kimler var ise onlar kahramanımız tarafından kurtarılmayı beklemektelermiş. Asıl mesleği kazıbilimcilik (arkeolog) olan filmin kamçılı kahramanı, tabii yerli Müslüman klavuzların yardımı ve desteği sayesinde kendisini bekleyenlere ulaşmayı başaracaktır. Filmin başında Nazi Almanyası ile savaşan kahraman, burada da ilkel yerlilerle (tabii Türk ve Müslüman) savaşmaktadır. Filmde verilen mesaj yahut benim anladığım, Hatay'ın hem Hıristiyanlar hem de Yahudiler için kutsal bir hedef olarak gösteriliyor olmasıydı. Madem ki burası Hıristiyanlık için kutsal sayılan bir yerdi; öyleyse bu vahşi, barbar, ilkel Türk ve Müslümanların elinden kurtarılmalıydı. Filmdeki uyduruk masal bir yana ama, Hatay ilinin merkezi olan Antakya'nın Hıristiyanlar bakımından gerçekten de bir önemi ve anlamı bulunduğu kuşkusuzdur. Bunun konumuzu doğrudan ilgilendiren yönü Antakya' nın Birinci Haçlı seferi sırasında kahramanca bir Türk direnişine r ağmen Haçlıların eline geçmiş olmasıydı. Tabii bizim seyircileri ilgilendiren filmin olağanüstü efektleriydi ve çıkışta dikkat ettim hepsi pestil gibiydi veya bana öyle geldi. Galiba nasıl sinsice aşağılandıklarının hiçbiri farkında değildi.
Fakat işte şimdi çok daha fazlası, Atsız'ın otuz yıl önce bir tahmin olarak öngördükleri aynen çıkmış bulunuyor. Artık, muhtemelen "Mukaddes Bakire Meryem" Hayfa-Kuşadası arasında çalışan feribotla yazları Efes'te tatile gelmiş olduğundan olacak orada bir Meryem Anaevi, Antalya'nın Kale ilçesine Danimarka havayollarıyla yaz tatilini geçirmeğe geldiğinden olacak orada bir Noel Baba makamı, Roma'da idam edilmiş Saint-Paulus adında bir muhtedi Yahudi için Tarsus'ta bir Saint-Paul kuyusu, Kilisesi, Evi icad ettikleri yet medi. Yine resmi bir niteliği olan Türkiye Tanıtma Vakfı, Todor Jivkof'un Bulgaristan'da yapamadığını Türkiye'de yaptı ve Türkiye'den Türk adını silip Türkiye'yi topyekün Hıristiyanlığın kutsal ülkesi ilan ediverdi. Nasıl mı? Bakın nasıl:
"Türkiye Tanıtma Vakfı, toplam bütçesi 75 bin dolar (yaklaşık 41 milyar lira) olan Türkiye'nin tanıtım projesini Ocak ayında başlattı. Vatikan'ın onayını alan proje (almaması ne mümkün), Hz. İsa'nın 2000'inci doğum yıldönümü nedeniyle "turizm amaçlı" bir harita yayımladı. "Kutsal Ülke 2000 (Holyland 2000) adlı Türkiye haritasında, Türkiye'nin adı yok! Haritada İncil'de geçen Türkiye'deki kutsal yerler yer alıyor. Turizm Bakanlığı da Lionslarla birlikte hazırladığı benzer bir haritayı yayınladı."agla9)
< FONT face="Times New Roman">Yayınlamasaydı şaşardım. Ama bakın biz yine ilerdeyiz; Yeni Hayat'ın 1998 yılı Haziran sayısında yayınladığımız, "İnanç Turizmi mi Son Haçlı Seferi mi?" başlıklı, Sevgi Erenerol imzalı bir yazıda bu olacaklar zaten öngörülmüştü:
"Hz.İsa'nın 2000. doğum yıldönümü kutlamaları çerçevesinde hazırlanan plan hiç te böyle iyi niyetler taşımamaktadır, özellikle de Türkiye açısından. Bildiğiniz gibi Batı, Türk'lerin 1453'te İstanbul'u fethedip Bizans'ı ortadan kaldırmasını bugüne kadar hazmedememiştir ve onları geldikleri bozkırlara geri göndermek için fırsat kollamaktadırlar. Çünkü İstanbul ve Anadolu toprakları Hıristiyanlar için kutsal topraklardır . İstanbul Ayasofya nedeniyle "kutsal şehir" statüsündedir. Zaten 1919 yılında başta ABD olmak üzere İngiltere, Fransa ve İtalya tarafından Uluslararası Devlet statüsüne getirilmek istenmiş ve denetimi de Birleşmiş Milletler diye bilinen o günkü Cemiyet-i Akvam'ın gözetimine verilmesi düşünülmüştür. Fakat kendi aralarında anlaşamadıkları için bu planı hayata geçirememişlerdir. Fakat bu emellerinden de halen vazgeçmiş değillerdir. Son zamanlarda İstanbul'a governör yönetimi, şehrin üç'e bölünmesi (Üsküdar yakası, Sur içi, Trakya yakası) Boğazlara özerklik gibi konuların gündeme gelmesi aynı nedenledir. Ayrıca Anadolu'da 3000'e yakın kilisenin bulunduğu söylenmektedir. Kilise dendi mi sadece kilise binası söz konusu değildir, bina ile birlikte etrafındaki arazileri de içine alır; yani Anadolu topraklarının tamamı. Şimdi birileri çıkmış, bu insanlara davetiye çıkarıyor gelin diye! Evet biz burada yaşıyoruz ama buraların Hırıstiyan toprakları olduğunu kabul ediyoruz dercesine. Bu topraklar Türkler tarafından fethedilmiştir, yani bedeli kanla canla ödenmiştir. Kimse bu toprakların Türk'ten başkasına ait olduğunu iddia edemez."

Şu işe bakın ki, bu satırları yazan bir Hıristiyan Türk'tür; hem de Bağımsız Türk Ortodoks Patrikhanesinin basın sözcüsüdür; ama ne hazindir ki son Haçlı Seferine kılavuzluk edenler "Müslüman"dırlar!?! Ama asıl Türk olup olmadıkları kuşkuludur ve bütün mesele de işte buradadır. Peki kimdir bu Müslümanlar, tahmin edebildiniz mi?
Aydınlık dergisinin 5 Mart 2000 tarihli sayısında yer alan bir habere göre, son bir yılda özellikle gençler arasında Hıristiyan olanların sayısı hızla artmaktadır. Hatta bunlar arasında İlahiyat Fakültesi öğrencileri dahi vardır. Hıristiyan misyonerlerinin ve bu amaçla çalışan kuruluşlar, gizli açık kiliseler ile bunların propagandalarında görülmemiş derecede bir artış vardır ve bu misyonerlik faaliyetleri hakkında hiçbir işlem yapılamamaktadır. Hıristiyanlaştırma amacına yönelik olarak açık açık faaliyette bulunan kiliselerden biri de Trabzon'daki San Maria Kilisesidir ve oradaki Papazın çevresine, " önümüzdeki yirmi yıl içinde Avni Aker stadyumuna sığmayacağız" dediği iddia edilmektedir. Peki, bu Kilise ne zaman ve kimin izniyle açılmıştır dersiniz? 1994 yılında Refah Partili Belediyenin izniyle açı lmıştır. Açıldığında da cemaati yoktur. Kayseri'deki Gregoryen Ermeni Kilisesi de yine Refah Partili belediyeler döneminde restore edilerek açılmıştır ve onun da ilk başta cemaati yoktur.

İlk bakışta RP'li Belediyelerin bu tutumu yadırgatıcı gelebilir. Ama bu Parti ve yan örgütlerinin, bir zamanlar İslam dünyasının hamiliğine soyunmuş olan Almanya 'da palazlandığını ve en güçlü örgütlenmelerini bu ülkede gerçekleştirdiklerini hatırlarsanız, herşeyin bir karşılığı olması gerektiği sonucuna kendiliğinden varabilirsiniz. Fakat dış etkenlerin rolü ne olursa olsun, Hıristiyanlaştırma çabalarının son yıllarda bu derece pervasızca sürdürülüyor olmasında, en başta yine kendilerini "Müslüman" kimliğiyle tanımlayanların tutumu esas belirleyici olmuştur. Sebebine gelince;
a) Dini siyasete, ticarete ve aklınıza gelen her şeye alet eden din sömürgenleri, yıllarca uğraşa uğraşa, ham demokratların da desteğiyle TCK'nun 163. Maddesini kaldırmayı başarmışlardır. Bu madde yürürlükten kalkınca, Hıristiyan misyoner örgütleri meydanı büsbütün boş bulmuşlar ve her tarafta cirit atmaya başlamışlardır.
b) Din sömürgenleri, 28 Şubat kararlarıyla doruğa çıkan, Türk Ordusu, Türk Devleti, Türkiye Cumhuriyeti ve Atatürk karşıtlıkları ve düşmanlıkları nedeniyle, bu değerlere saldırıyı temel strateji olarak benimsemiş bulunan harici bedhahla r ile onların uzantısı olan diğer dahili bedhahlarla kol kola girmişler, onlarla kenetlenmişler, onlara eklemlenmişlerdir. Bir zamanlar "Hıristiyan kulübüdür, girmeyiz de girmeyiz, istemezük" naraları attıkları, yeri göğü birbirine kattıkları, hakkında yüz bin çeşit yergi kavramı oluşturdukları AB'nin şimdilerde en hararetli yandaşları oluvermeleri aynı sebepten ötürüdür. AB ülkeleri zaten kendilerine dışarıda yeterince kol kanat germekteydiler; ancak şimdi işin şekli biraz daha değişmiştir. İki sayı önceki yazımızda da söylediğimiz gibi, 10 Aralık Helsinki Bildirisiyle Türkiye AB'ye değil ama, AB Türkiye'ye girmiştir; çok geçmeden her şeyimize karışır hale gelmiştir. Bu durumdan rahatsız olmayanlar, aksine "mağrur ve mesrur" olanlar, yalnızca bölücülerle mürtecilerdir. Artık Hıristiyan Batılı hamilerinin çok daha "yakın koruması" altındadırlar. Misyonerlik faaliyetlerinin AB'den hız aldığı ise muhakkaktır. AB kapısında Hıristiyanlık ka mpanyası almış yürümüştür. AB, Türkiye'yi kapıya bağlamıştır ve eşikten içeriye adım atmanın şartı olarak da, anlaşılan Pitzipiosun yüz elli yıl önceki ahlaksız teklifini önümüze sürmekte, "iptida ihtida!" (ilkönce dönme-din değiştirme) diye tutturmaktadır. Hıristiyan AB'yi hamileri olarak görmekten rahatsızlık duymayan bir takım "Müslümanların", yine AB destekli Hıristiyan misyonerlik faaliyetlerine karşı durmalarına eşyanın tabiatı gereği imkan ve ihtimal yoktur. Peki ama, 28 Şubat kararlarından ötürü Türk Ordusunu bütün bir milleti Hıristiyanlaştırmak istemekle suçlandırmaktan utanmayan, aklını Türk Ordusuyla bozan Allah'ın arslanları şimdi neredeler? Bugün Hıristiyanlaşmaya karşı durmak yani dolayısıyla İslamı savunmak görevi,& nbsp; bu arslanların Salman Rüşdi'yle eşdeğer gördükleri, "Allahsız, ateist, dinsiz, zındık, kızıl komünist" Aydınlıkçılara mı kalmalıydı? Ne hazin! Bundan utanacaklar mı? Hiç sanmıyorum.
c) "Barış, uzlaşma, hoşgörü" gibi maskelerin arkasına saklanarak "dinler arası diyalog" başlatan Hıristiyan Batı Emperyalizminin, sömürüsünü hoş göstermek ve devam ettirmekten başka, bununla güttüğü ve bu sayede gerçekleştirmeyi tasarladığı gizli maksatlarından biri de, İslam dinine içerden nüfuz ederek, "içerden konuşarak" onun niteliğini değiştirmektir. Son zamanlarda basında ve televizyonlarda sıkça gündeme getirilen ve dindar kesimlerin şaşkınlık ve öfke ile izlediği İslam'da "yeni buluşlar, yeni keşifler, yeni icatlar, yeni bid'atler" ve bunlarla ilgili tartışmaların nedeni budur. Uluslararası İlişkile r kürsüsünde öğretim üyesi olan Yrd. Doç Dr. Emin Gürses, buna "İslam'ın protestanlaştırılması süreci" adını vermektedir(10). ABD ve diğer bazı Batılı ülkelerin, bu karanlık emellerine ulaşmak için, yıllardır doktora, master tezi adı altında Türkiye'deki üniversitelerden seçtikleri onlarca İlahiyatçıya yurt dışında eğitim verdikleri bilinmektedir. Bütün bunların sonucunda, bir zamanlar yabancı misyoner okullarının gayesini belirtirken kullandıkları deyimle, " Müslümanlara Müslümanların İncil'i nakletmesini" sağlamış olacaklardır(11). İşte böyle, siz papazlardan almazsanız, onlar da bu kez aynı Müslüman mahallesinde sümüklü böcek (salyangoz) satan sümüklü hocalar üretirler ve türetirler.(*)
ç) Bütün bu Hıristiyanlaştırma faaliyetlerine herkesten önce karşı durması ve tedbir alması gereken Diyanet İşleri ne yapıyor diye soracaksınız. Ne yapacak o da modaya uyuyor; bırakın tedbir almayı, bizzat bunlara alet oluyor. Mesela 27 Mayıs'ta, hem de Saint-Paul Kilisesi uydurmasıyla Papanın Hıristiyanlığın kutsal beldesi ilan ettiği Tarsus'ta, "2000 Yılı İnanç ve Hoşgörü Toplantısı" adıyla bir toplantı düzenlemeye kalkışıyor. Fakat davet ettikleri Kiliseler, Diyanet İşleri Başkanlığının bu davetine icabet etmiyorlar; iyi de ediyorlar. Bunun üzerine toplantı iptal edilmek zorunda kalınıyor. Davet edilenlerin buna icabet etmeyişlerinin nedeni de, biraz aşağıda değineceğimiz gibi, yine Mayıs ayı içerisinde benzer bir başka toplantının daha yapılacak olmasıdır. Bu toplantının tertipçisi ise Fetullah Gülen'in onursal başkanı olduğu bir vakıftır. Davet edilip de buna icabet etmeyenler, böylelikle;1) Diyanet İşleri Başkanlığını hiç kaale almadıklarını, 2) Dinsel otorite ve karşılarında muhatap olarak Diyanet İşleri Başkanlığını değil, o teşkilatta n müstafi, ilkokul mezunu bile olmayan bir seyyar vaizi ve onun örgütünü tanıdıklarını anlatmış oluyorlar; tabii anlayana. Bilindiği üzere, iki yıl önce Papa da aynı şeyi yapmış; Diyanet İşleri Başkanımızın randevu taleplerine dahi karşılık vermezken, seyyar vaiz Fetullah'ı ala yü vala ile yüksek huzurlarına(!) kabul buyurmuşlardı. Diyanet İşleri Başkanı ve Başkanlığı, böylece adı geçen müstafi mensubu yüzünden ikinci kez hakarete uğramış oluyor. Peki ama, emekli bir seyyar vaize gösterilen bu teveccühün sebebi nedir? Bir kısmını aşağıda izah edeceğiz; fakat şimdilik yalnızca onun yukarıda belirtilen görüşme öncesi Papa'ya yazmış olduğu 9 şubat 1998 tarihli mektuptan bir alıntı vermekle yetinelim:

" Papa 6. Paul cenapları tarafından başlatılan ve devam etmekte olan Dinlerarası Diyalog için Papalık Konseyi (PCID) misyonunun bir parçası olmak üzere burada bulunuyoruz. Bu misyonun tahakkuk edişini görmeyi arzu ediyoruz. En aciz bir şekilde hatta biraz cüretle, bu pek kıymetli hizmetinizi icra etme yolunda en mütevazı yardımlarımızı sunmak için geldik. .... amacımız bu üç dinin inananları arasında hoşgörü ve anlayış yoluyla bir kardeşlik tesis etmektir."

Şimdi bu sözler üzerinde - zaten gerek de yok ya- hiçbir yorumda bulunmadan, bu tür hoşgörü çığırtkanlarına şunu sormak gerekiyor: Yukarıda ancak bir kısmını sıralayabildiğimiz Hıristiyanlaştırma faaliyetlerini, bu "dinlerarası diyalog, hoşgörü ve anlayış"ın neresine sığdırıyorsunuz? Hıristiyan misyonerliği yapan ve sayısız kitap, broşür, film vesaireyi parasız dağıtan onlarca belki yüzlerce Hıristiyan kurum ve kuruluşundan o pek sevdiğiniz, muhterem Papa cenaplarının haberi yok mu? Madem ki kendi dinleri dışındaki dinleri ve bu dinlerin mensuplarını hoşgörü ve anlayışla karşılıyorlar; o halde, niçin bu insanların dinlerini değiştirmek için onca para sarfına ve zahmete(!) katlanıyorlar?

d) Hıristiyanlaştırma faaliyetlerinin bu derece pervasızca yapılıyor olmasının ve adeta meşruiyet kazanmasının temelinde de yine, "uzlaşma, diyalog, hoşgörü" gibi kavramları dillerinden düşürmeyen seyyar vaiz ve cemaatinin, bu suretle zemini yumuşatma çabalarının büyük rolü olmuştur ve olmaktadır. İşte bazı Müslüman kılavuzların görevi budur; zemini ve ortamı yumuşatma. Bu iş için de "yumuşak İslamcılardan" daha elverişli bir grup yoktur. Osmanlı tarihi ve Osmanlıcılık ideolojisi de yine aynı sebeplerle bu çevrenin sık sık başvurduğu bir referans çerçevesini oluşturmaktadır. Bunun için verilen en tipik örnek, Osmanlı'nın Camiyi, Kiliseyi ve Havrayı bir arada, yan yana tutabildiğidir. Bu söylemlerle, bir yandan da jakoben diye suçladıkları Türkiye Cumhuriyetini karalama ve mahkum etme amacı güdülüyor. Tabii bütün bu alıştırmaların hemen arkasından dinler arası diya log ve üç dini birleştirme projeleri gelecektir. Nitekim müstafi seyyar vaiz Fethullah Gülen'in fahri başkanı olduğu Gazeteciler ve Yazarlar Vakfının, bu amaçla önümüzdeki Mayıs ayında Şanlı Urfa'da, "Diyalogda bir ümit sembolü: Hz. İbrahim" konulu bir sempozyum düzenleyeceği açıklanmış bulunuyor. Harran'a üç dinin ruhanilerini yetiştirecek bir Üniversite kurulması projesinin de bunun arkasından tekrar gündeme geleceği muhakkaktır. Fakat bu toplantının Urfa'da yapılacak olmasının konumuzu doğrudan ilgilendiren bir yanı var ki, o da, Urfa'nın Haçlı seferleri tarihinde çok özel bir yerinin bulunmasıdır. 1096 yılında başlayan ilk Haçlı seferi sırasında, Haçlılar, -Antakya'yı saymazsak- Anadolu'nun başka hiçbir yerinde tutunamamışlardır ama Urfa şehrini ele geçirmişler(1098) ve burada Urfa Haçlı Kontluğunu kurmuşlardır. Urfa şehrini Hıristiyanların elinden Türk-Selçuklu Musul ve Halep Atabeki İmadüddin Zengi 1144 yılında kurtarmıştır. Son Haçlı Seferinin ilk karargahının da yine aynı yerde kurulacak olması acaba tesadüf mü? Hiç zannetmiyorum. Böyle bir toplantı için Urfa'dan daha uygun bir yer de herhalde düşünülemezdi. Eğer yer seçimini Vatikan yaptı ise diyecek söz yok; ama eğer Gazeteciler ve Yazarlar (asıl işi şişirme şöhretlere ödül pazarlar) Vakfı yaptı ise doğrusu bravo!

Kılavuzluk diye işte buna denir!


(*) Elimde "Yeni Bir 'Milenyum'un Eşiğinde" başlığını taşıyan bir broşür var. Sizce bunu bir papaz mı yazmış olabilir, yoksa bir hocaefendi mi? Sizi bilmem ama, bu broşürü eğer bir Hıristiyan görmüş olsaydı, yalnızca başlığına bakarak, böyle bir ad taşıyan bir broşürü, sözgelimi Rasputin adında bir papazın yazmış olduğuna hükmederdi. Ama hayır! Bu broşürü yazıp başlığını da "Yeni Bir 'Milenyum'un Eşiğinde" diye koyan, tehlike anında hicret sünnettir" hadisine uyarak, gizlice Amerika'ya hicret edip bir yıldır orada kaçak yaşayan müstafi seyyar vaiz Fethullah Gülen'in'in ta kendisidir. Kendi yazdığı ve müritlerince basılıp parasız olarak dağıtılan bu en son broşürüne "Yeni Bir 'Milenyum'un Eşiğinde" başlığını koymuş olması bazılarına ga rip gelebilirse de, kendisini iyi tanıyanlar için bunda şaşılacak hiçbir yan yoktur. Bazılarına garip gelebilir dedik; çünkü "Milenyum" sözcüğü doğrudan. doğruya Hıristiyanlıkla ilgili ve Hıristiyanlığa ait bir kavramdır. Bu kadarı, hicretteki Hocaefendi'nin Hicri takvimi bırakıp Miladi takvimi benimsemiş olmasının çok çok daha ötesindedir. Hıristiyan inanışına göre, Millenium, İncil'in 20. Babında zikrolunan, kıyametten önce barış ve selametin hüküm süreceği bin yıllık devrenin adıdır. Bunun gerçekleşeceğine inanan kimselere de Millenar adı verilmektedir. Hocaefendinin hikmet nurları saçtığı risalesinin yani broşürünün konuya ilişkin yönü yalnızca başlığından ibaret de değil. Broşürde gelecek bin yılla ilgili olarak hocaefendinin savurduğu hikmet ve kehanetlere ayrılan bölümün ara başlığı,"Dünya Yeni Bir Bahara Gebe"dir ve içinde Hıristiyanların "Kitab-ı Mukaddesine" göndermeler vardır. Evet. O bir Millenar!... O bir... O bin bir...Yoksa siz onu şu bizim "Müslüman Mahallesinin" salyangoz satan şaşkın bakkalı mı sanmıştınız?!?!
Ekleme Tarihi: 25.02.2006 - 20:23
Bu mesajı bildir   nursuz üyenin diğer mesajları nursuz`in Profili nursuz Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
Pozisyon düzeni - imzaları göster
Sayfa (1): (1)
önceki konu   sonraki konu

Kategori Seç:  
Sitemizde şu an Yok üye ve 993 Misafir mevcut. En son üyemiz: Didem_


Admin   Moderator   Vip   Üye ]

Hayırlı ömürler dileriz.    Bu üyelerimizin doğum günlerini tebrik eder, sıhhat ve afiyet dolu bir ömür dileriz:
Maksat kelam ol.. (54), betl_22 (37), erdogan955 (69), adaletli (55), erdoganisik (53), osman.d. (51), mehmetyz (44), yucelirfan (43), yazioba (53), °*°SiBeL°*° (32), haydem (45), ORGENERAL (43), yolcu_38 (44), karada&eth; (51), cumali ak (43), adnanmuzaffer (70), MEMOL&Yacute;2 (64), saara (31), plumbi (44), zeynebiye29 (43), mdemirbasci (50), muhammed_fatih (571), meslus (50), adnan65 (59), k&yacute;r&yacu.. (51), elisranur (40), ben_ölecem (44), asayan (49), yakamoz_38 (40)
24 Saatin Aktif Konuları
0

Copyright © ((( RAVDA.net )))  *  İrtibat   *   RAVDA Reklam Servisi   *   Tüm hakları saklıdır, izinsiz alıntı yapılamaz.
Sitemizde yayınlanan imzalı yazıların içeriğinden yazarları, forum ve yorumlardan ekleyen şahıslar sorumlu olup, kesinlikle sitemiz sorumlu değildir.
© by ((( RAVDA.net )))

Sayfa 0.62086 saniyede açıldı