generique kaletra generique colchicine colchicine generique luvox colchicine lamotrine lamprene lanoxin lansoprax largactil lasix leponex levaquin levitra oral jelly levitra professional levitra soft levitra super force levitra lexapro lidocaton lignospan lioresal lipanthyl lipitor lisitril comp lisitril lisopril plus lisopril litarex lithiofor lithobid lodoz lopid lopimed lopresor lopressor lora allergie lorado loratine lotemax lovelle loxazol loxitane lozol sr lozol lur
     

0
Start Giriş Üye Ol üyeler ((( RAVDATe@m))) Arama
Toplam Kategori: 69 *** Toplam Konu: 30100 *** Toplam Mesaj: 148193
Forum Anasayfa » BİLGİSAYAR / İNTERNET » ARADIKLARINIZ & DİĞERLERİ » TASAVVUF İSLÂMIN ÖZÜDÜR

önceki konu   sonraki konu
Bu konuda 1 mesaj mevcut
Sayfa (1): (1)
Ekleyen
Mesaj
Gast Fakiri  
TASAVVUF İSLÂMIN ÖZÜDÜR

Misafir

Kayıt Tarihi: 29.04.2024
En Son On:
Cinsiyeti: ----- 
Tasavvuf; İslâmın Özüdür,
Türk Milletinin ve Medeniyetinin Temel Yapı Taşıdır.

Büyük sıkıntıların yaşandığı şu günlerde paramızı,
toprağımızı birçok şeyimizi kaybediyoruz. Düşman her
cephede saldırıyor. Maddi-manevî elimizde kalan ne
varsa son damlasına kadar koparmaya çalışıyor.
Manevî değerlerimize yapılan saldırılar maddî
değerlerimize yapılan saldırılardan daha tehlikelidir.
Tüm zorluklara rağmen kaybettiğimiz toprakları geri
almasını, memleketimizi, ekonomik değerlerimizi işgal
eden düşmanı püskürtmesini bilmiş bir millet olarak
kaybedilmiş mevzileri tekrar kazanabiliriz. Ancak
birliğimizi, dirliğimizi sağlayan değerleri tamamen
kaybedersek -Allah korusun- elimizde hiçbir şey
kalmaz, devletimiz de gider, ordumuz da, vatanımız da.
Unutulmamalıdır ki planlı bir şekilde yürütülen
(özellikle medya kanalıyla) dinî ve manevî
değerlerimize yapılan saldırılar, Kıbrıs ve
Güneydoğumuzdaki vatan topraklarına yönelmiş
saldırılardan daha tehlikelidir.
İş o dereceye vardırılmıştır ki öğretileriyle
yüzyıllardır toplumumuza ışık tutmuş maneviyat
büyüklerimize fütursuzca, şerefsizce iftiralar
atılmakta, *Lawrenceın tohumları* zehrini akıtmak için
her yolu denemektedir.
Böylece halkımızın zihni bulanmakta, bizi bir arada
tutan en kıymetli varlıklarımız da elimizden alınmaya
çalışılmaktadır.
Bütün bu saldırılar karşısında hâlâ ayakta durmamızı
sağlayan şey atalarımızdan kalan bu manevî mirastır.
Zira tarihten gelen devlet ve bürokrasi geleneğimiz,
disiplini ile ün yapmış ordumuz, doğal kaynaklarımız
ve saymadığımız benzerlerinin hiçbirisi tek başına
bizi bu badirelerden kurtaramaz.
Bu manevî mirası tepe tepe tükettik. Düşman
kalıntılarını da elimizden almaya çalışıyor.
Hazret-i Allah bizi korusun.
Zira bu öyle bir mirastır ki, bütün ahlaksız neşriyata
rağmen aile yapımızı ayakta tutar, bu öyle bir
mirastır ki, milleti birbirine kenetleyen kuvvetli bir
yapıştırıcı gibidir, bu öyle bir mirastır ki, tarihte
buna sahip çıkan idarecilerimizi müşfik, devletimizi
bütün insanlara karşı merhametli kılmıştır. Bu miras
sayesindedir ki kurduğumuz imparatorluklar (süper
devletler) bütün dünyada rahmet ve minnetle anılır. Bu
miras sayesinde askerlerimiz ölümün üzerine tevekkülle
giderler.
Bu mirasın kıymetini düşmanlarımız gayet iyi bilir.
Ancak biz pek bilmeyiz. Bilmeyiz ama binlerce seneden
beri toplumumuzun genlerine işlemiştir. Öğretisi
belleklerde, hareketlerde, kültürümüzde yer etmiştir.
İsmini bilmeyiz ancak hâlâ bizi ayakta tutan en
değerli varlığımızdır. Bu miras tarih boyunca bizi
önce Hazret-i Allah’a ve O’nun gönderdiği dine karşı
samimi kılmıştır. İşte insanlığa hediye ettiğimiz
bütün medenî değerlerin kaynağı bu samimiyettir. Bu
samimiyetin kaynağı ise *Tasavvuf*tur, bu mirası
bizlere hediye eden, yüzyıllardır bizleri eğiten ve
yol gösteren *Tasavvuf ehli maneviyat
büyükleri*mizdir.
Bir insanı diğer insanlardan üstün kılan meziyetler
olduğu gibi milletleri de diğer milletlerden üstün
kılan meziyetler vardır.
Bir insanın zeki olması, elinde imkanlar bulunması,
zengin olması onu maddi anlamda diğer insanlardan
üstün kılar, ancak bu tür bir üstünlük manevi-ahlaki
değerlerle bezenmedikçe gerçek anlamda bir üstünlük
kabul edilmez. Üstelik manevî-ahlaki değerlere sahip
olmayan bir kişinin elindeki bu tür maddi üstünlükler
zorbalığın, zulmün ve hatta sahibini dahi mutsuz eden
vahşi ihtirasların dayanağı durumuna düşerler. Kısa
ömür içinde dünyalık imkanlarla avunsa bile
böylelerinin pek çoğunun ismi silinir gider,
silinmeyenler de lanetle ve kötülükle birlikte bir
arada anılırlar.
Milletler de böyledir.
Nitekim Batı Medeniyetinin üstünlüğü sadece maddi
sahadadır. Bu üstünlüğünü manevî-ahlakî değerlerle
bezeyemediği için geçmişte iki dünya savaşının
müsebbibi olmuşlar, bir üçüncüsünün -ve görülmemiş
derecede dehşetlisinin- de kıvılcımını yakmışlardır.
Amerika, Afrika gibi kıtalarda güçlerinin yettiği
zavallı birçok milleti soykırımdan geçirmişler,
hayvanlar gibi tıbbi deneylerde kullanmışlardır.
Askeri güçle sömürme devrinin kapandığı 1950’li
yıllardan sonra bu kirli işlerini devam ettirebilmek
için sadece işin kılıfını değiştirmişlerdir.
Vahşi ihtiraslarının önünde engel gördükleri
milletleri yıkmak için onları bir arada tutan
toplumsal değerlerine alçakça ve sinsice saldırılar
tertiplemişlerdir.
Bu saldırıların en büyük hedefi genelde İslâm dünyası,
merkezde Türk Milleti ve Türkiye olmuştur. Ahlak ve
faziletin, milletleri millet yapan değerlere yapılan
saldırıların en büyük hedefi yine genelde İslam Dini
ve merkezde tasavvuf olmuştur.
*Batı bizden aldıkları ilimleri bize karşı güç
oluşturmak için kullanıp güçlendikçe bizi ortadan
kaldırmanın yollarını aramaya başlamıştır. Bu işe
özellikle 1700 başlarında soyunmuşlar. Fiziki olarak
Türklerle başa çıkmamız mümkün değil demişler. Onun
için biz olsa olsa bunları içinden yıkabiliriz
demişler. Araştırmışlar, bakmışlar ki Türk’ün kuvveti
tasavvuftan, gelenek ve göreneklerinden, insanlık
anlayışı gibi hasletlerden geliyor. Dolayısıyla biz
bunları içinden bozarsak bu işi ancak öyle hallederiz.
Ne kadar sürer demiş İngiliz. -Biz, belki torunumuz da
sonucu göremeyecek, ama biz ondan sonrası için
çalışıyoruz.- demiş. İngiliz bu planla Hicazda
Vâhâbîlik gibi sahte bir mezhep kurdu. Şimdiki Suud
kralları da bunların torunlarıdırlar. Vâhâbîler ilk iş
olarak Hicaz’da bulunan 300-350 bin Türkü kestiler.
(İngiliz Hindistanda da sahte Ahmedî mezhebini
kurdu.)* (Oktay Sinanoğlu, Hedef Türkiye, sh: 137)
300 yıldır devam eden Türk toplumunu (dolayısı ile
devletini) yıkma faaliyetleri hızından bir şey
kaybetmeden devam etmektedir.
Düşman alçakça bir yol takip ederek, toplumun bütün
ahlak ve fazilet kalelerini kendisine hedef seçmiştir.
Medeni (!) dünya ihtiras ve emellerine ulaşmak için
başvurduğu vahşetin en şiddetlisini İslâm ve Türk
toplumlarını ayakta tutan manevi kalelere
yöneltmiştir.
Dikkat edilirse, özellikle İngilizlerin icat ettiği
sapık mezhep ve dinlerin (Vehhabilik gibi) ve *gizli
cemiyet* destekli modernist veya benzer kılıklardaki
medyatik ilahiyatçıların ortak özelliği tasavvuf ve
maneviyat düşmanı olmalarıdır.
Siyasi açıdan Türkiye’nin, manevî açıdan İslâm dini ve
tasavvufun hedef alınmasının sebepleri güzel tahlil
edilmelidir. İki farklı hedef gibi görünse de ortak
bir gayeye matuftur: “Şark meselesi”ni kökünden
halletmek.

Neden Türkiye?:
Türkiye müslüman kimliği, dünyanın dört bir tarafına
yayılmış akrabaları ve küresel işgalcilerden muzdarip
ülkeler içerisinde kudretli bir direnişi organize
edebilme potansiyeli sebebiyle en önemli hedef
durumundadır.
Haçlı seferlerine karşı 1000 yıl büyük bir inanç ve
azimle İslâm dünyasını korumuş, İslâm halifelerinin
onurunu iade etmiş ve nihayetinde 400 yıl hilafeti
temsil etmiş devletler silsilesinin devamı olan
Türkiye bu özellikleri sebebiyle parçalanmış İslâm
dünyasını bir araya getirebilecek bir potansiyele
sahiptir. İslâm dünyasının yayıldığı coğrafya
gerçekten çok mühimdir: Hindistan, Çin, Çin hindi ve
Rusya’nın haricinde bütün Asya (Hindistan, Rusya ve
Çinde yaşayan müslümanların sayısı yaklaşık 300
milyondur), Orta ve kısmen güney Afrika hariç bütün
Afrika, Ortadoğu, Balkanlar ve içerisinde önemli
miktarda müslüman azınlık yaşayan Avrupa ve Kuzey
Amerika... Petrol ve doğal gaz gibi enerji
hammaddelerinin büyük bölümü İslâm ülkelerindedir.
Üstelik İslam dünyası bütün stratejik kara ve deniz
yollarına hakim bir coğrafyadır.
Türkiye aynı zamanda bütün dünyaya yayılmış bir
milletin en büyük temsilcisidir. Sibiryadaki Türk
kavimlerinden Moskovanın dibindeki Tataristana;
Türkiye, Azerbaycan’dan (İran, Afganistan dahil) Doğu
Türkistan’a Pakistan, Tibet ve Doğu Çinin kuzeyinden
geçen bir hattın üstünde kalan hemen bütün Asya;
Baltık kıyılarındaki Türk köylerinden Moldavadaki
Gagauzlara, Batı Trakya, Kosova, Makedonya, Sancaktan
Batı Avrupadaki yaklaşık 4 milyon Türk işçisine
Avrupa... Akrabalık bağlarımızı kullanarak etkinlik ve
işbirliği tesis edilebilecek coğrafyalardır. Bunun
yanında Bulgarlar, Macarlar ve hatta Amerikan
Kızılderilileri ve Japonlarla akrabalık bağlarına
vurgu yapabilir, böylece etkinlik ve işbirliği
sahalarımızı pekala hayallerin ötesine taşıyabiliriz.
Bugün 192 BM üyesi ülkenin hemen her birisinde yaşayan
bir Türk bulmak mümkündür. Bu bile başlı başına büyük
bir potansiyeldir. Üstelik bu dış nüfusun büyük bölümü
Avrupa ve Kuzey Amerika gibi Küresel hakimiyetçilerin
harekât üslerinde yaşamaktadır.
Türkiye aynı zamanda insaniyet ve merhamet duygularını
tam bir samimiyetle bütün dünyaya yaymış bir
medeniyetin temsilcisidir. Küreselleşme kılıfı
altındaki vahşete dur diyerek ezilmiş ülkelere sahip
çıktığımız zaman etkinlik sahamıza Latin Amerika (Orta
ve Güney Amerika), ile Afrika ve Asya’daki diğer din
ve milletlere mensup ülkeleri de dahil etmemiz pekâla
mümkündür.
Şu zayıf ve sahipsiz halimizde Afganistantan
Makedonya’ya değişik ülkelerde askerî varlığımız
bulunduğunu, Batı Afrika’daki bazı müslüman ülkelerden
Orta Asyaya, Balkanlardan Kafkasyaya bir çok ülke ile
işbirliği ve askerî eğitim anlaşmaları yaptığımızı
hesap ederseniz, kendimize geldiğimiz bir ortamda
ABD’nin büyük masraflarla ve askeri güçle yapmaya
çalıştığının daha büyüğünü -daha az masrafla ve
insaniyete dayanan gerçekten medenî yaklaşımlarla-
yapabilecek, yani bütün dünyayı çekip sürükleyebilecek
fikir ve inanç altyapısına sahip olduğumuz görülür.
Bunu yapabilmemiz için öncelikle yönetim kademesinden
halk tabakasına en tepeden en alta inanç, fikir ve
hedef birliği içerisinde olmamız gerekir. Sahip
olduğumuz bütün maddi-manevî kalelerin bir bir
yıkıldığı şu günlerimizde böyle bir birliğe kavuşmak
gerçekten zor bir iştir. İşte bu zor işi başarabilmek
için Selçukluyu Selçuklu, Osmanlıyı Osmanlı yapan öze
dönmemiz gerekmektedir.

Tasavvuf Düşmanları
Türk Tarihini İnkâr Etmek Zorundadır:
Avrupada ve özellikle ABDde yüzyıllardır Osmanlı ve
Selçuklu devleti en ince ayrıntısına kadar incelenmiş,
başarıların temelinde yatan sebepler aranmış, elde
edilen neticeler hem bu milletin yıkılması için
kullanılmış hem de kendi kurumlarını bu neticeler
üzerine inşa etmişlerdir.
Onlar bunu yaparken bir densiz çıkıp diyor ki:
*Tasavvuf resmi ideoloji olduktan sonra hiçbir ilmi
gelişme olmamıştır.*
Heyhat! Bunu söyleyene ne dense azdır. En hafif tabiri
ile *gafil*dir. Bugün Süleymaniye, Beyazıt, Bursa
kütüphanelerindeki yüzlerce eserden hangisini
inceledin. Osmanlı eserlerine en çok ilgi gösteren
müslümanlar olduğu halde din ve tasavvuf hakkındaki
eserlerin onda birinin dahi yeni alfabeye çevrilmemiş
olduğunu biliyor musun? Matematik, Kimya, Astronomi ve
diğer sahalarda yazılmış eserlerin kaç tanesi
incelendi, yeniden basıldı? Tek başına Fatih Sultan
dahi bu iddiayı çürütmeye yeter. Avrupalının İslâm
medeniyetini itiraf etmek zorunda kaldığı halde Türk
kelimesini kullanmaktan özellikle sarf-ı nazar
ettiğini biliyor musun? Yoksa sen de onlardan mısın?
Bir başkası çıkıyor *Tasavvuf ehli hep güçlüden yana
olmuştur.* diyor. Bu sözün tercümesi şöyle de
yapılabilir: *Selçuklu ve Osmanlı’yı desteklediği
için, Türk tarihine düşman olduğum için tasavvufa da
düşmanım.* İşte bunların durumu budur.
Mevlana Hazretlerine *ajan* diyen bir kimsenin
kesinkes kendisi ajandır. Bu böyle bilinmelidir.

İslâm, Tasavvuf ve Türk Milleti:
*Türkler, diğer birçok uluslardan farklı olarak,
İslâmlığa zorlanmadılar; onların İslâmlığı, hiç bir
zorlama ya da tâbiiyet belirtisi de taşımaz.
...Orta Asya’da gezginci dervişler ve sûfîler
tarafından büyük çoğunluğu İslâmiyete sokulmuş olan
Türkler...
...Onların hocaları, ...genellikle Türk olan
dervişler, gezgin zâhitler ve mutasavvıflar idi.”
(Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, sh: 11-12)
Türklerin müslüman oluşunda tasavvufun etkisini bu
şekilde tesbit eden Lewis Selçuklu ve Osmanlıdaki
yukarıda ifade etttiğimiz Hazret-i Allahta ve dinde
samimiyeti *Sınır İslâmı* kavramı ile izah etmeye
çalışmıştır.
*Halifeliğin sınırlarında, Doğuda ve Batıda, sınır
savaşçıları ...diğer yerlerde kaybolmuş bulunan ilk
İslâmiyetin sadeliğini, militanlığını ve hürriyetini
hâlâ muhafaza ediyorlardı.
...Türkler İslâmlıkla ilk kez sınırlarda karşılaşmış
ve inançları o zamandan şimdiye kadar sınır
İslâmlığının ve sınırda oturanların mücahit ve sade
dininin bazı kendisine özel niteliklerini
korumuştur.*(sh: 11)
Lewis Türklerin bu samimiyet ve başarısını tesbit
etmekle beraber bu durumu savaşçılığa indirgemeye
çalışsa da *Selçuklular idaresindeki Sivas ve Konya
gibi, şimdi de Osmanlıların egemenliğinde Bursa, sonra
Edirne ve nihayet İstanbul, sünni İslâmlığın bütün
cihazlarına bürünerek Müslüman kentleri, Müslüman
hayatın ve kültürün merkezleri oldular.* diyerek
buralarda inşa edilen medeniyeti de itiraf etmek
zorunda kalmıştır.
*Hukukun Üstünlüğü* kavramını insanlığa hediye eden
atalarımız yine bu samimiyet sebebiyle siyasi
otoritelerini hukuk kurumu karşısında kendi iradeleri
ile sınırlamışlardı. Lewis bu durumu şu cümleleriyle
tesbit etmektedir:
*Ortaçağ Müslüman kadısının, Osmanlı meslektaşının
yanında acınacak bir görünüşü vardır. Merkezî makamlar
tarafından atanan ve onlara karşı sorumlu olan Ortaçağ
kadısı önemli yargı alanlarını onlara bırakmak
zorundaydı ve hükümlerinin uygulanması ve yürütülmesi
için tamamen onların çok kez güvenilmez işbirliğine
tâbi idi. Halbuki nasıl vilâyet bir valinin idaresi
altında ise, ...kaza olarak bilinen yargı dairesinde
Osmanlı kadısı, esas otorite idi. Bundan
başka,..başkentteki Şeyhülislâm ile iki Kazaskerin
bulunduğu adli ve dini otoriteler hiyerarşisinde büyük
ve güçlü bir merci idi. Bu hiyerarşinin başındaki
Şeyhülislam ve Kazaskerler o kadar büyük ve hatırlı
idiler ki, bayramlarda tebriklerini sunmaya geldikler
zaman Sultan onları ayakta karşılardı. ...Osmanlılar,
sultanın hal’ine fetva verme yetkisinde yüksek bir
dini makam -şeriatın en yüksek mercii- kabul ettiler.
..Bizim görüş noktamız bakımından önemli olan nokta
böyle bir makamın böyle bir yargı yetkisiyle mevcut
olmuş ve kabul edilmiş bulunmasıdır.* (Sh: 14)

Tasavvuf ve Felsefeciler:
Bu noktada açıklığa kavuşturulması gereken bir nokta
da -yanlış veya kasıtlı bir yakıştırma ile- tasavvufun
eski hint ve yunan felsefelerinden etkilendiği ve
hatta bunların devamı olduğu şeklindeki iftiralardır.
Bu konuya yüzyıllar evvel İmam-ı Gazali Hazretleri
*El-munkizu mined-dalâl* isimli eserinde gerekli
cevapları vermiştir. (Bkz. Milli Eğitim Bakanlığı
Yayınları, Şark-İslâm Klasikleri, İstanbul 1990,
Çeviren: Hilmi Güngör)
İmam-ı Gazali Hazretleri bu eserinde tasavvuf
erbabının insanlığın ilk devirlerden beri yaşadığını
ve **Bunların yüzu suyu hürmetine insanlara yağmur
yağar, rızık ihsan olunur. Ashab-ı kehf işte bunlardan
bir cemaat idi.** Hadis-i şerif’inin bunun delili
olduğunu, binaenaleyh gerçekte felsefecilerin İslâm
dini ve mutasavvıflarından etkilendiğini hatta
bunların Ehl-i hakkın (geçmişteki peygamber ve
mutasavvıflar) sözlerinden çalıp batıl maksatlarını
kabul ettirmek için kendi sözlerini karıştırdıklarını
söylemektedir.
İmam-ı Gazali Hazretleri *Sofiler Kuran-ı kerim’in
beyanı vechile eski zamanlarda da yaşamışlardı.
Felsefecilerin peygamberlerle tasavvuf erbabının
sözlerini kendi kitaplarına dercetmeleri yüzünden iki
fenalık husule geldi. Biri o sözleri kabul edenler,
diğeri de reddedenler hakkındadır.* (sh: 37) dedikten
sonra reddedenlerin kazandığı fenalığı; felsefecilerin
bütün sözlerinin reddedilmesi gerektiği inancından
dolayı bunların sözleri arasındaki hakikatlerin de
cahilce reddedilmesi olarak izah eder.
*Kültür itibari ile ilimlerin mahiyetini kavrayacak
derecede kuvvet bulmamış, kalp gözleri mezheplerin
yüksek gayelerine doğru açılmamış bir zümre, din
ilimlerinin sırlarına ait yazdığımız eserlerde
kaydettiğimiz bazı noktalara itiraz ettiler ve iddia
ettiler ki, onlar eski felsefecilerin sözlerinden
alınmıştır. Halbuki onların bazısı da bizim kendi
fikirlerimizdir. ‘Bazen bir at evvelce geçen bir atın
izine basar’ atasözünde anlatıldığı vechile, bizim
hatırımıza gelmiş olan bir şey daha önce başkasının da
hatırına gelmiş olabilir. İtiraz olunan o sözlerin
bazısı şer’i kitaplarda, birçoklarının manası da
tasavvuf kitaplarında mevcuttur.
Farz edelim ki o sözlerin hepsi ancak felsefecilerin
kitaplarında vardır. Bundan ne çıkar! O sözler haddi
zatında makul ve delil ile de sabitse, Kurana ve
Hadise muhalif değilse niçin terk ve inkar edilmek
icap etsin. Bu kapıyı açarsak, bir hakikati evvelce
bir ehl-i batılın hatırına gelmiş diye reddetmeye
kalkışırsak, birçok hakikatleri reddetmiş olmamız
lazım gelir.* (Sh: 39)
Burada bir nokta daha açığa çıkmaktadır ki tasavvuf
ehli, sahibi batıl ehli olsa dahi gerçek ve doğru
bilgiye sahip çıkmaktadır. İlmi inkişaf ve medeniyet
sahasındaki terakkiyat da zaten bu sayede mümkün
olmuştur.
Kısaca değinilmesi gereken başka bir nokta da şudur:
Tasavvuf ehlinin eşyanın hakikatini aramaktaki gayesi
Hazret-i Allah’ı tanımak ve bilmektir. Tasavvuf ehli
sadece zihinsel bir çalışma ile değil, aynı zamanda ve
esas itibari ile gönül yolculuğu ile bu hakikatleri
kavramaya çalışır. Ufak bir atom zerreciğindeki hayret
edilecek büyüklükteki enerjiyi ve dengeyi tesbit eden
bugünkü bilim eşyanın hakikatine dair söylenenleri
ispat etmektedir. Ancak yukarda da söylediğimiz gibi
tasavvuf ehlini felsefecilerden ayıran esas nokta bu
hakikati ilham yoluyla ve gönül gözü ile görmeleridir.
Böylece her bir zerredeki Yaratıcının tecellisini
müşahede ederek seyreden maneviyat büyükleri mest
olmuşlar ve Hazret-i Allah’a aşık olmuşlardır. Yunus
Emre ve Mevlana gibi büyüklerimizin birçok dizelerinde
bu aşkın ifadesi görülür. Hallac-ı Mansur gibi zatlar
bu cezbeye dayanamayarak işin hakikatini bilmeyenlerin
anlayamadığı sözler sarfetmişlerdir. Vahdet-i vücud
mevzusunu bu gönül yolculuğunu yaşamadan tartışanların
hataya düşmeleri kaçınılmazdır. Bu mevzu o kadar ince
cümlelerle izah edilmiştir ki, tasavvufu yaşamayan ve
bilmeyenlerin yaptığı tercümelere dayanarak hüküm
vermek büyük hatadır. Balın tarifini balı bilmeyen bir
kimsenin tercüme etmesi ile bilen bir kimsenin tercüme
etmesi arasında nasıl ki bir fark varsa tasavvufu
bilmeyen ve yaşamayanların tasavvuf eserlerini
tercümelerinde de bir nakıslık olması kaçınılmazdır.
Tasavvuf hakkındaki en güzel Türkçe kaynak Muhterem
Ömer Öngütün *Tasavvuf*un Aslı, Hakikat ve
Marifetullah İncileri” isimli eseridir. Muhterem Ömer
Öngüt, Vahdet-i vücud mevzuunu şu cümle ile
özetlemişlerdir:
**Her şey O değil, hiçbir şey O,nsuz değil.**
Hazret-i Allah ile gerçek bir yakınlık tesis eden
maneviyat ehlinin ilham ile aldıkları hakikatleri
Hazret-i Allaha dayandırmaları zan ile söylenmiş
sözler değil, bilakis gerçek bir müşahedeye dayanan
hakikatlerdir.

Son Söz:
Tasavvuf düşmanı olmak için, İmam-ı Rabbani, Hoca
Ahmed Yesevî, Yunus Emre, Mevlana, Şeyh Edebalî,
Akşemseddin, Aziz Mahmud Hüdaî, Şeyh Şamil, İmam-ı
Gazali, İmam Ebu Hanife, İmam Şafii, İmam Ahmed bin
Hanbel.... gibi ilim ve maneviyat ehlini, Orta Asyadan
Anadoluya uzanan Türk devletlerini ve özellikle
Selçuklu ve Osmanlı’yı inkâr etmek gerekmektedir.
Tasavvuf düşmanlığı demek din düşmanlığı demektir.
Varlığı ve doğruluğu Ayet-i kerime, Hadis-i şeriflerle
ispat edilmiş, yüzyıllar boyu yaşayan hakiki alimlerce
tasdik edilerek tevatür ile sabit olmuş tasavvufu ve
gerçek tasavvuf ehlini inkar etmek öldürücü bir
zehirdir, dinden çıkmak demektir.
Tasavvufa yapılan saldırılar bu milleti yıkmaya
yönelmiş saldırıların paralel bir uzantısıdır.


Uğur Kara / Hakikat Dergisi
Ekleme Tarihi: 15.01.2004 - 10:50
Bu mesajı bildir   zum Anfang der Seite
Pozisyon düzeni - imzaları göster
Sayfa (1): (1)
önceki konu   sonraki konu

Kategori Seç:  
Sitemizde şu an Yok üye ve 894 Misafir mevcut. En son üyemiz: Didem_


Admin   Moderator   Vip   Üye ]

Hayırlı ömürler dileriz.    Bu üyelerimizin doğum günlerini tebrik eder, sıhhat ve afiyet dolu bir ömür dileriz:
ibrahim45 (46), ebabil54 (51), _EM!NE_ (36), talat (55), nerfa (58), yakupbozseki (59), NeWBaHaR (37), Akbulut (52), vahdet_ahmet (44), saripapatyam (50), bilo78 (46), gurbetten_silay.. (39), Rabbia (52), akaya20 (38), El- Metin (43), rapidhack (42), muazbinismail (40), SANDOKAN (56), SANKOCINK (56), efuli2 (50), hollanda (46), braskim (45), benreceb (42), ergin32 (55), Ozlem (42), suheyla cabuk (52), selman77 (47), kenankara (39), bilalxx (40), iskenderpasa (46), mstfakin (42)
24 Saatin Aktif Konuları
0

Copyright © ((( RAVDA.net )))  *  İrtibat   *   RAVDA Reklam Servisi   *   Tüm hakları saklıdır, izinsiz alıntı yapılamaz.
Sitemizde yayınlanan imzalı yazıların içeriğinden yazarları, forum ve yorumlardan ekleyen şahıslar sorumlu olup, kesinlikle sitemiz sorumlu değildir.
© by ((( RAVDA.net )))

Sayfa 0.55265 saniyede açıldı