0
Start Giriş Üye Ol üyeler ((( RAVDATe@m))) Arama
Toplam Kategori: 69 *** Toplam Konu: 30100 *** Toplam Mesaj: 148193
Forum Anasayfa » SERBEST KÜRSÜ » BatI Bizi Neden Sevmez!

önceki konu   sonraki konu
Bu konuda 2 mesaj mevcut
Sayfa (1): (1)
Ekleyen
Mesaj
Muhtazaf su an offline Muhtazaf  
BatI Bizi Neden Sevmez!

Moderator
4254 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 04.06.2007
En Son On: 30.07.2020 - 23:50
Cinsiyeti: Erkek 
BATI BİZİ NEDEN SEVMEZ?
Bu İslâm Milleti’nin Allah Yolundaki Azim ve Gayretini,
Haçlı Sürüleri Karşısındaki Müthiş Muzafferiyetlerini
Batılı Devletler Asla Unutmamıştır!
Allah-u Teâlâ’nın iman ile küfrü kesin olarak ayırdığına dair ilâhi buyrukları onlara tebliğ ettik. Onlar bunlara inanmadılar ve iman etmediler. Bunların iman etmediklerini yukarıda arzettiğimiz 10 berzah Âyet-i kerime’si ile ispat ediyoruz. Bunlar Allah-u Teâlâ'nın emir ve hükümleridir. Bu emirlerin biz hepsini önlerine koyduk, bir bir tebliğ ettik. Fakat inanan ve iman eden olmadı. “Küffar birliği sizi sevmez” diye defalarca hatırlattık. Ancak dinleyen olmadı. Küffar birliği “Biz sizi istemiyoruz, sevmiyoruz” diyor. Bunlar “Hayır! Biz dostuz!” diyorlar. Onlar “Madem dostsunuz, şu şu küfür adetlerini yapın, küfrün yayılmasına izin verin, size hakaret eden yalancıları başınıza taç yapın” diyorlar. Bunlar da ne diyorlarsa yapıyorlar. “Aman bizi kovmasınlar, yoksa halimiz nice olur!” diye alçaldıkça alçalıyorlar.
Allah-u Teâlâ :
“Sen onların dinine uymadıkça ne yahudiler ne de hıristiyanlar senden aslâ hoşnut olmazlar.” buyuruyor. (Bakara: 120)
Bu Âyet-i kerime’yi de görmediler, bu sözlere de aldırmadılar. Denir ki: “Domuzdan post, kâfirden dost olmaz.” Bunu da söyledik. İşitmediler. Bunların bu hareketleri İslâm'a zarar veriyor. Zira küffârı şımartmakla, küffâr tarafı olmakla, İslâm'ı zayıf düşürüyor ve İslâm'a cephe açıyor. Halbuki müslümanlar birlik olsa Amerika hiçbir zaman cesaret edemez. Herhalde Cenâb-ı Hakk bunlara büyük ödül verecek. Dünyadaki ödülleri azdır, orada da onları O ödüllendirir. Bu gibi kimselere Barbaros Hayreddin Paşa’nın dediği gibi söylemek gerekir. Bu büyük İslâm mücahidi, saltanat hevesi ile küffarla işbirliği yapan Tunus Beyi Mesud’a şöyle haber göndermişti: “Hiç mümin ve müslüman olan bir kimseye bu revâ mıdır ki, din düşmanlarıyla el-birlik edip mümin karındaşına düşmanlık ede? Ve ehl-i İslâm'a âsî ola? Sen bu işi eyledin ki, mutlakâ gözüne görünecek bir hâl ve başına gelecek bir iş vardır! Ol iş Allah katında ma'lûm ve ezelde alnına yazılmış ola! Zîra aklı başında olan hiç kimse böyle uygunsuz bir iş işlemez idi ki, onu sen işledin, ahdini ve akdini bozdun. Bu hususda vebâlin boynuna, lâkin vaktında hâzır ol da, karındaşın gibi kaçma!..” (“Gazavât-ı Hayreddin Paşa”, s. 91.)
Küffar, iman ehlini katiyetle sevmez. Bu İslâm milletine düşmanlığı ise çok daha büyüktür. Bunu onlara duyurmaya çalıştık, dinlemediler. Allah-u Teâlâ’nın hükmünü kâle almadılar. Şimdi onların anlayacağı tabiri kullanalım. Şu Alman profesör yahudi olduğu halde açık olarak itiraf ediyor. Gerek küffarın iç durumunu, gerekse bizim tarihimizi çok iyi bilen bu profesörün bîtaraf tespitlerine, şu sözlerine siz dikkat edin.
Batı Bizi Neden Sevmez?
“1930 yılında Hitler’den kaçarak Türkiye’ye gelen Yahudi asıllı Alman Prof. Dr. P. Neumark (Hukuk ve İktisat fakültelerinde hocaların hocası olarak ders vermiştir) ile bazı öğrencileri Boğaziçi’nde bir geziye çıkarlar. Nakleden avukat da bu toplantı içindedir. Talebelerden biri şu soruyu sorar: “Avrupa bizi neden sevmez hocam?” Prof. Neumark’ın cevabını cep defterine kaydeden avukat bu belgeden şunları okumuştu:
“Çok samimi olarak itiraf edeyim ki, Avrupalılar Türkleri gerçekten sevmezler ve sevmeleri de mümkün değildir. Türk ve İslam düşmanlığı asırlardır kilisenin ve Hristiyanların en küçük hücrelerine kadar sinmiştir. Sebeplerine gelince, not ediniz:
1- Avrupalılar sizleri Müslüman olduğunuz ve İslamiyeti yaydığınız ve Müslümanları asırlarca himaye ettiğiniz için sevmezler...
2- Sizler farkında değilsiniz ama onlar şu gerçeği çok iyi bilirler. Tarihten Türk çıkarılırsa tarih kalmaz. Osmanlı arşivi tam olarak ortaya çıkarsa, bugünkü tarihlerin yeniden yazılması gerekirdi. Osmanlı arşivi kasıtlı olarak çürütüldü ve imha edildi. 3- Dün Avrupa’nın pazarı idiniz. Şimdi Avrupa’yı pazar yapmaya başladınız.
4- En az 400 yıl Avrupa’nın sırtında ve ensesinde at koşturdunuz.
5- Selçuklular Anadolu’yu, Osmanlılar ise Balkanlar ve Orta Avrupa’yı Hristiyan Haçlılara mezar ettiler.
6- Sizi silah ile yenemeyenler, kendilerine benzeterek, milli ve manevi değerlerinizden kopararak yendiler ve hakimiyet sağladılar. Giyiminizden yaşantınıza kadar her şeyi kendilerine benzettiler. Ahlaki değerlerinizi yıprattılar. Ve sonra kendi içinizde sizi bölmeye başladılar.
7- Selçuklu ve bilhassa Osmanlı canını, kanını ve malını İslamiyet uğruna feda etmeseydi Kuzey Afrika Orta Doğu Hristiyan ülkesi olurdu. Ve belki İslamiyet Hicaz’da azınlık olarak kalırdı. Batı her yerde İslamiyeti kendi inançlarına göre kanalize etti. Ama Osmanlı Asr-ı Saadet devrindeki inancı devam ettirdi.
8- Kilise size kin kusmaktadır. Sebepleri yukarıdadır.
9-Ben İstanbul’a geldiğimde Türkiye’de 2 üniversite vardı. Şimdi 19’a çıktı. Osmanlı devrinde medreseler köylere kadar yaygın idi. Her medresede bilim vardı. İlk denizaltıyı Osmanlı yaptı. Sizin haberiniz yok ama Avrupalı biliyor.
10- Sizler milli kimliğinize dönerseniz Avrupa’nın medeniyeti ve refahı yıkılır. Ama Batı size bu imkanı vermez...” (Mustafa Necati Özfatura, 08 Temmuz 2005)
Âyet-i kerime'lere iman etmediler, bu sözlere de aldırmadılar. Zaten derler ki: “Domuzdan post kâfirden dost olmaz.” Bunu da söyledik, bunu da işitmediler.
Dinsizliğin ismini değiştirdiler “Medeniyet” dediler, vahşetin ismini değiştirdiler “Demokrasi” dediler. Madden, manen işgal etmek için seferber haldeler. Bunlar hâlâ “Dostuz” diyorlar.
Bu profesörün hakkaniyeti gözeterek yaptığı tespitler o kadar mühimdir ki; şimdi bu tespitleri izah edeceğiz. Böylece; gerek küffarın, gerekse küffarı dost edinenlerin durumları iyice anlaşılsın.
1 - “Avrupalılar sizleri müslüman olduğunuz ve İslâmiyet'i yaydığınız ve müslümanları asırlarca himaye ettiğiniz için sevmezler.”
Hazret-i Allah Türk milletine bu vazifeyi vermekle şereflerin en büyüğü ile şereflendirmiştir. Bu İslâm milleti yüzyıllar boyunca sırf Allah için cihad etmiştir. Saltanat kaygusu daima arka planda kalmıştır. Hususen Osmanlı’lar bu hususta tebrike ve takdire şâyan bir gayret göstermişlerdir.
Türkler İslâmiyet’le şereflendikten sonra, İslâmiyet’in bütün güzelliklerini yaşamaya yaşatmaya gayret etmişler, İslâmiyet’in bayraktarlığını yapmışlardır.
Haçlı taarruzları Selçuklu ve Osmanlı askerlerinin karşısında bir kar gibi erirken atalarımız aynı zamanda bütün İslâm dünyasının müdafaasını yapıyorlardı. Sadece Haçlı seferlerinde değil her devirde Endonezya’dan İspanya’ya kadar -son demlerinde dahi- her türlü yardım talebine ellerinden geldiğince cevap vermeye çalıştılar. Bu uğurda hiçbir fedâkârlıktan kaçınmadılar. Bugün dahi dünyanın neresinde olursa olsun darda kalan bir müslüman topluluk içten içe Türk’ün yardımını bekler.
Küffar bu durumu gayet iyi bildiği için bizi katiyetle sevmez. Yıkmak, zayıflatmak için fırsat gözler. Çünkü bizler onlardan en kutsal saydıkları, Kudüs’ü, Urfa’yı, Hatay’ı, Mardin’i, İstanbul’u almakla kalmadık, ta İtalya’ya, Viyana’ya kadar bugünkü Ukrayna, Polanya, Çek, Slovak, Macaristan, Yunanistan, Sırbistan gibi ülkeleri fethederek küfür ehline Avrupa’yı dar ettik. Buralarda İslâm medeniyetinin adaletini ve en güzel numunelerini taşıdık. Birçok insan ve millet bizim vesilemizle İslâmiyet’le şereflendi. Nitekim Fâtih Sultan Mehmed'in: “Bu hânedânın yüce maksadı ‘İ'lâ-yı Kelimetullâh’tır!” sözü (“Bedâyi'ü'l-Vekâyi'”, vr. 197b) ve Uzun Hasan'ın annesi Sâra Hâtun'a; “Ehl-i küfrün üzerine İslâm'la gitmez, onların azgınlıklarına mâni' olmaz isek, huzûr-u ilâhî'ye hangi yüzle çıkarız?” şeklindeki hitabı; Osmanlı Hânedânı'nın şahsında, Türkler'in küffarla hangi gaye uğrunda harp ettiğinin en açık delilleridir.
Bu nedenledir ki târih on yedinci asrın sonlarını gösterirken dahî, yalnız Osmanlı coğrafyasının dışında bulunan hıristiyanlar değil, Osmanlı topraklarında ikâmet eden ve asırlar boyunca Türkler'in ekmeğiyle beslenen bazı hıristiyan sefârethâneleri bile, “Hıristiyanlık âleminin Türk belâsına mâruz olmasından dolayı, dâhilen büyük bir keder hissedildiği cihetle” Osmanlı'ya için için kin kusuyordu. (Antuvan Galan, “Ruznâme”, c. 1, s. 210)
Birçokları ise Türkler'i, hıristiyanları cezalandırmak için bir azap kamçısı olarak yaratılan “Tanrı'nın kırbacı” olarak görüyor ve vasıflandırıyordu.
Sultan Alparslan’ın Anadolu’yu İslâm yurdu yapmasıyla başlayan bu düşmanlık, Osmanlı ordularının Viyana kapılarında durmasıyla bitmemiştir. Zira Haçlı Seferleri Hıristiyan Batı devletleri tarafından Türkler’i önce Anadolu’dan sonra Balkanlardan çıkarmak için düzenlenmiş seferlerdir. Türkler’i Anadolu’dan çıkarmadıkça bu niyet ve gayenin kaybolması mümkün değildir.
2 - “Sizler farkında değilsiniz ama onlar şu gerçeği çok iyi bilirler: Tarihten Türk çıkarılırsa tarih kalmaz. Osmanlı Arşivi tam olarak ortaya çıkarsa, bugünkü tarihlerin yeniden yazılması gerekirdi. Osmanlı Arşivi kasıtlı olarak çürütüldü ve imhâ edildi.”
Türkler’in 1071 Malazgirt Zaferi’nden sonra Anadolu’yu fethi ile başlayan bin yıllık süreçte dünya tarihini şekillendiren, değiştiren, kısaca tarihi yazan hep atalarımız olmuştu. Bugün medeniyet namına ortaya konulan hemen her şey bu bin yıllık tarihin tabii uzantılarıdır. Doğu’da Selçuklu ve Osmanlı, Batı’da Endülüs medeniyeti olmasaydı, Batı kendi küfür ve vahşet karanlığında boğulup kalırdı.
Bunu gayet iyi biliyorlar, fakat kibirleri ve küfürleri itiraf etmelerine engel oluyor. Ancak bu profesör gibi hakikatleri itiraf edenler de var. Bunlardan birisi olan Hewlett Packard'ın Yönetim Kurulu Başkanı Carly Fiorina aşağıdaki konuşmayı 11 Eylül saldırısından iki hafta sonra yapmıştı:
“Bir zamanlar dünyada çok büyük bir medeniyet vardı.
Bu medeniyet bir okyanustan diğerine, kuzey iklimlerinden tropiklere ve çöllere uzanan kıtalararası bir süper devlet yaratmayı başarmıştı. Hakimiyetinde farklı din ve etnik kökenden oluşan yüz milyonlarca insan adalet ve barış içinde bir arada yaşadı.
Dillerinden biri dünyanın çoğunun evrensel dili ve yüzlerce ülkenin insanları arasında bir köprü haline geldi. Orduları birçok farklı milliyetten oluşuyordu ve daha önce hiç görülmemiş bir barış ve refah düzeyinin yaşanmasını sağladı. Ticari sınırları Latin Amerika'dan Çin'e kadar uzanıyordu.
Ve bu medeniyet her şeyden çok yeni buluşlarla gelişimini sürdürdü. Mimarları yerçekimine meydan okuyan binalar dizayn ettiler. Matematikçileri bilgisayarların yapılmasını ve encryption'in (şifreleme sistemi) bulunmasını sağlayan cebir'i ve algoritma'yı yarattılar. Doktorları insan vücudunu incelediler ve birçok hastalığa çare buldular. Astronomları göğü incelediler, yıldızları adlandırdılar ve uzay araştırmaları ile uzaya yolculuğun önünü açtılar.
Yazarları binlerce hikaye yarattı: Cesaret, aşk ve gizem hikayeleri. Şairleri aşk'ı yazdılar, onlardan öncekiler bunları düşünmekten bile korkarken.
Diğer milliyetler düşünce'den korkarken, bu medeniyet düşünce'yi geliştirdi ve canlı tuttu. Geçmiş medeniyetlerin bilgisi sansür tarafından tehdit edilirken, bu medeniyet ilmi yaşattı ve geleceğe miras bıraktı.
Evet, İslam medeniyetinden bahsediyorum: 800'lerden 1600'lere kadar hüküm suren ve Osmanlı İmparatorluğunu, Bağdat Krallığı'nı, Şam'ı, Kahire'yi ve Kanuni Sultan Süleyman gibi aydın yöneticileri içine alan İslam Medeniyeti'nden.
Bizler çoğunlukla bu medeniyete olan teşekkür borcumuzun farkında olmasak da, onun hediyeleri bizim mirasımızın büyük bir parçasını oluşturuyor. Arap matematikçilerinin katkısı olmadan bugünün endüstri teknolojisi varolamazdı. Mevlana C. Rumi gibi sufi şair-filozoflar şahsiyet ve hakikat kavramlarımıza meydan okudular. Kanuni Sultan
Süleyman gibi liderler ise tolerans ve sivil liderlik düşüncesine önemli katkılarda bulundular. Ve belki de Kanuni'den şöyle bir ders çıkarabiliriz: Tevarüse değil, bireysel yeteneğe dayalı bir liderlik. İçinde Hırıstiyan, Müslüman ve Yahudi geleneklerini barındıran çok çeşitli bir halkın bütün yeteneklerinden yararlanan bir liderlik anlayışı.
Kültürü, kalıcılığı, farklılığı ve cesareti besleyen böyle aydın bir liderlik, 800 yıllık bir gelişim ve başarıya önderlik etti. Şu an içinde bulunduğumuz karanlık ve hassas dönemlerde, bizler kendimizi böylesine muhteşem toplum ve kurumlar inşa etmeye adamalıyız. Ve her şeyden çok, liderliğin önemi üzerine odaklanmalıyız; gözüpek, kararlı ve girişimci liderliğin" (Y. Şafak, Yusuf Kaplan, 14 Kasım)
Bu hakikatler ortada iken Batı’lı hakim güçler ve din adamları kendi düzenleri bozulmasın diye binbir türlü yalanla halklarına Türk düşmanlığı empoze ettiler. Türkler’i vahşi, dinsiz, barbar, sapık gibi akla-hayale gelmeyen her türlü iftirayı attılar.
Bu sebeple özellikle Osmanlı Devleti'nin, cihâna hükmettiği dört asrı boyunca bütün küffar âleminin gönlünde “Türk” korkusu iyice yer etmiş ve uzun müddet silinmemişti. Bilhassa onbeşinci asırda, herhangi bir küffar devletinde aydın olmak için aranan ilk şart “Türk düşmanı” olmaktı. Avrupa teknoloji kavramıyla “Türk korkusu” sayesinde tanışmış, “Türkler'den korunma” telâşı batılı devletlerin ticaretinden sanatına, kültüründen inanışına kadar her alanda yerini almıştı. (Erhan Afyoncu, “Hürriyet Tarih”, 15 Aralık 2004, s. 4-13.)
Osmanlı arşivi'nin kasıtlı olarak çürütülüp imhâ edilmesi meselesine gelince;
1931 yılında dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir milletin târihinde görülmedik bir biçimde, büyük bir kısmı maliyeye âit olan Osmanlı arşiv belgeleri, millî ve mânevî duygulardan yoksun bazı kimseler tarafından Bulgaristan'a, okkası 3 kuruş 10 paraya hurda kâğıt olarak satılmıştı.
Bu yıllarda İstanbul Defterdarlığı Mâliye Arşivi'nde bulunan askerî, malî, ticarî, siyasî, hukukî, edebî, denizcilik tarihimize ve bilim tarihimize âit evrakın büyük bir kısmı, işin ehli ve belgelerin değerini takdir edecek hiçbir şahıs veya müesseseye danışılmadan, kesekâğıdı yapılmak için ayrılan kâğıtlarla birlikte Bulgaristan'a satılmıştı. Satılan belgelerin miktarı 30 ilâ 50 ton arasındaydı. Çoğunluğu maliyeye ait olan belgeler, özellikle Tanzimat'tan sonra muhtelif dairelerden gelen vesikaların da burada toplanmasıyla artmış ve çoğalmıştı.
Sultanahmet'teki Bizans döneminden kalma hapishanede bulunan belgeler ise, Maliye Bakanlığı'nın emri ile defterdarlıkta konu ile alakası olmayan iki tapu memurunun üstünkörü incelemeleri sonucunda; günün maliyesi ile ilgili olmadıklarına, bir değer taşımadıklarına ve hükümlerinin geçmiş olduğuna karar verilerek, bir kısmının da boş kâğıt parçaları olduğu iddia edilerek, kâğıt fabrikalarında hamur haline getirilmek maksadıyla Bulgaristan'a gönderilmek üzere, Sirkeci'den döke saça vagonlara doldurulmuş ve yollanmıştı. Bulgarlar satın aldıkları Osmanlı arşiv malzemesini titizlikle inceleyip, tamamına yakınını tasnif etmişler, tahribe uğramış olanların bir kısmını da yeniden restore etmişlerdi. (Bu hususta daha ayrıntılı bilgi için, bakınız: “Bulgaristan'a Satılan Evrak ve Cumhuriyet Dönemi Arşiv Çalışmaları” Ankara Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, c. 23, s. 230, bas.: 1994; c. 37, s. 604, bas.: 1993. - T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı.)
3 - “Dün Avrupa’nın pazarı idiniz. Şimdi Avrupa’yı pazar yapmaya başladınız.”
Batılı devletler ürettikleri malları pazarlamak için bütün dünyaya saldırırken en büyük hedeflerinden birisi de Osmanlı idi. Osmanlı son zamanlarında iyice zayıflamış, özellikle ekonomide dizginleri tamamen Batı ülkelerine teslim etmişti. Batı ülkeleri Osmanlı topraklarında ticari imtiyazlar elde etmek, madenlerini ele geçirmek, ticaret yollarında söz sahibi olabilmek için birbirleri ile yarışırdı. İş o dereceye varmıştı ki, yabancı vergi
memurları ülke içinde alacaklarına karşılık olmak üzere vergi toplarlardı. Kurtuluş Savaşı sonrasında sadece askerî değil ekonomik boyunduruktan da kurtulmuştuk.
Ne acıdır ki bugün ekonomik alanda Osmanlı’nın son zamanlarını hatırlatan hadiseler yaşanıyor. Batı ülkeleri ülkemizi “Pazar” yapmak için binbir dalavere çevirirken, ülkemizin değerlerini “Pazarlama”yı bize dayatmakta, bu tür tavizleri veren idarecileri baş tacı etmektedir. Bütün engellere, pazarlamalara rağmen yaşanan olumlu bazı gelişmeler dahi küffar milletlerini rahatsız etmektedir. Sözlerini “Batı size millî kimliğinize dönmenize imkân vermez.” diyerek bitiren Prof. Neumark’ın bu tespiti adeta Türkiye’nin ekonomisi için de söylenmiş gibidir. Yetişmiş insan gücü ve değerlendirilmeyi bekleyen pekçok kaynağı ile Türkiye ekonomik atılım için çok uygun bir zemine sahiptir. Ancak gerek dış gerekse iç, buna imkân vermemek için her türlü oyun tertip edilmektedir. “Dostluk” hikâyesine bir din gibi sarılan basiretsizler küffarın manen nüfuz etmesine zemin hazırladıkları gibi, iktisaden nüfuz etmelerine de yardım etmekte bir beis görmezler.
4 - “En az 400 yıl Avrupa'nın sırtında ve ensesinde at koşturdunuz.”
Osmanlı fethettiği toprakları İslâm beldesi kılıp adalet ve medeniyetini yerleştirdiği gibi, Osmanlı akıncıları Avrupa içlerine yalın kılıç dalarlar, Almanya gibi nice ülkelerde at koştururlardı. Barbaros gibi denizler fatihi kumandanlarımızın emrindeki deniz akıncılarımız ise denizleri küffar gemilerine dar ederlerdi. Kemâl Paşazâde “Tevârîh-i Âl-i 'Osmân”ın “VIII. Defter”inde; Sultan İkinci Bayezid'in küffar üzerine ard arda sefer düzenlemesini ve küfür beldelerini İslâm topraklarına dâhil etmesini engelleyemeyen Leh beyinin, Boğdan beyine haber göndererek: “Beni Türk'ün elinden kurtar!” diye çaresizlik içinde yalvarışını anlatırken, küffarın o asırlarda Türkler'den duyduğu korkuyu ve küfürdaşlarının emrine nasıl âmâde olduğunu şiirinde şöyle dile getiriyordu:
“Kenara çıkmağa isterdi çâre
Eyü ya, tiz ne derlerse ederdi.
Halâs olmağ içün Türk'ün elinden,
Cehennem yolunu bulsa giderdi!..” (“Tevârîh-i Âl-i 'Osmân”, VIII. Defter, s. 174-175.)
Erhan Afyoncu “Hürriyet Tarih” dergisinde yayınlanan “Avrupa'nın Korkusu Attila ile Başlar” başlıklı yazısında, asırlar boyunca küffârı titreten “Türk korkusu”nu tarihî bir örnekle şöyle açıklar: “Türkler'in yenilmez olduğu anlayışı ile ilgili çok ilginç bir örnek de şu idi: 17. yüzyılda Türkiye'ye gelen bir Alman seyyah, Türk gemisiyle İskenderiye'ye giderken, dört Venedik kalyonu ile karşılaşınca gemideki Türkler'in telâşlanıp korkmalarına inanamaz ve 'Türkler gibi dünyânın en cesur varlıkları, sadece dört adet Venedik gemisinden korkuyorlar. Demek ki onlar da bizim gibi insanlarmış' demişti.” (“Hürriyet Tarih”, 15 Aralık 2004, s. 7.)
5 - “Selçuklular Anadolu’yu, Osmanlılar ise Balkanlar ve Orta Avrupa’yı Hristiyan Haçlılara mezar ettiler.”
İslâm’ın ilk 300 yılında yaşanan muhteşem inkişafın duraklamaya girdiği ve Bizans’ın müslümanlar aleyhine bazı kısmî başarılar elde ettiği bir devirde Türkler’in İslâm bayrağını devralması Hıristiyan Batı için büyük bir hayal kırıklığına sebep oldu. Zira Türkler’in İslâm sancağı ile tarih sahnesinde oynadıkları rol çok muazzam neticelere sebep oldu. 1071 Malazgirt zaferinden sonraki birkaç sene içerisinde hemen bütün Anadolu Türkler’in eline geçti. 1075’te Anadolu Selçuklu Devleti kuruldu. Başkenti İznik oldu. Bizansın kökünden sarsılması ve Selçukluların İstanbul kapısına dayanması Avrupalıları telaşa düşürdü. Hıristiyanlar müslümanları Ortadoğu’dan atıp Kudüs’ü tekrar ele geçirmenin hayalini kurarken Müslüman Türkler Avrupa kapılarına dayanmıştı. İngiliz tarihçi Gibbon, Haçlı seferlerini anlatmaya şu cümle ile başlar: “Türkler tarafından Kudüs’ün zaptından 20 sene sonra, Pier Lermit namında bir papaz, artık Bizans İmparatorlarından ümidini kesmiş, bütün Avrupa cengâverlerini
toplayıp harekete geçirmiş oluyordu.” (Eduoard Gibbon, Histoire de le décandence et de la chute Romain, c.2, s. 639)
Papa İkinci Urbanus’un 1095 yılında yaptığı çağrı üzerine toplanan haçlı ordusu 1096-1270 seneleri arasında tertiplenen sekiz Haçlı seferinin ilki oldu.
Birinci Haçlı Seferi
(1096-1099):
Haçlılar yaklaşık 600,000 kişi toplamıştı. Yağma ve tahribatlar yaparak ilerleyen bu çapulcular daha Almanya’da yolun başında 10.000 yahudiyi kılıçtan geçirmişlerdi.
Haçlı ordusunun Anadolu’ya geçen ilk büyük grubunu Anadolu Selçuklu Sultanı Birinci Kılıç Arslan, İznik önlerinde kılıçtan geçirdi. Haçlıların esas kuvvetleri 1097 senesi Mayıs ayında Anadolu Selçukluları’nın başşehri İznik’i kuşattılar. Kanlı çarpışmalar iki taraftan da ağır kayıplara sebep oldu. Altı yüz bin kişilik Haçlı ordusu karşısında tutunamayan Birinci Kılıç Arslan çarpışarak geri çekildi. İznik, Bizans’ın eline geçti. Eskişehir istikametinden Anadolu’ya giren Haçlı ordusuna karşı Sultan Birinci Kılıç Arslan (1092-1107), yıpratma savaşlarına başladı. Anadolu’da Haçlıları en stratejik bölgelerde yakalayıp, âni baskınlarla imha hareketlerine girişti, pek çoğunu kırdı.
Altı yüz bin kişilik kuvvetle Anadolu’ya geçen Haçlılar, Türkler’in imha hareketi sonucu, Antakya Kalesi önlerine geldiklerinde 100.000’e inmişti. 1097 yılı Ekim ayında Antakya’yı kuşatan Haçlılar, kale içindeki Hıristiyan ahaliden birinin ihaneti sonucu, dokuz ay sonra, Haziran 1098’de şehre girebildiler. Antakya’yı alan Haçlılar, kırk bine düşen kuvvetleriyle Kudüs’e hareket ettiler. Şiî-Fatımîlerin elinde olan şehir, kısa sürede Haçlıların eline geçti. Kudüs, Haçlıların eline geçince, tarihte görülmemiş büyük bir katliama uğradı. Yetmiş bin kişiyi -mabetlere sığınan kadınlar ve çocuklar dahil- acımasızca kılıçtan geçirdiler. Şehrin sokakları, kan ve cesetlerden geçilmez oldu.
Birinci Haçlı Seferi neticesinde Kudüs’te Katolik Latin Krallığı, Antakya ve Urfa’da birer Haçlı devleti kuruldu. 1144 senesinde Musul Atabegi İmâdeddin Zengî, Urfa’yı geri aldı. Bu durum İkinci Haçlı Seferine sebep oldu.
İkinci Haçlı Seferi
(1147-1149):
Urfa’nın Müslümanlar tarafından geri alınması üzerine, papa Eugenius’un teşviki neticesinde İkinci Haçlı Seferi başlatıldı. Alman İmparatoru komutasında 75.000 kişilik ilk kafile, Konya Ovasına geldi. Bu ordu, Türkiye Selçukluları Sultanı Birinci Mesud tarafından imha edildi. Alman İmparatoru, canını zor kurtararak, beş bin kişiyle İznik’e sığındı. Fransa Kralı Yedinci Louis, 150.000 kişi ile yola çıktı. Alman İmparatoru’nun geriye kalmış döküntü kuvvetleriyle İznik’te birleşti. Bu kalabalık orduya karşı meydan muharebesi yapmayı uygun bulmayan Sultan Mesud, Haçlıları, Toroslar geçidine çekti. Burada büyük kayıplara uğratılan Haçlıların artıkları, Antakya’ya sığındılar. Şam’ı muhasara ettilerse de, Türkler tarafından mağlup edildiler.
Üçüncü Haçlı Seferi
(1189-1192):
Selahaddin Eyyubî, Şiî-Fatımî Devletini ortadan kaldırıp, Eyyubî Devleti’ni kurduktan sonra, Haçlılara karşı harekete geçti. 1097 senesinden beri Haçlıların elinde bulunan Kudüs’ü, 1187 senesinde ele geçirdi. Bunun üzerine Papa Üçüncü Clemens’in teşvikiyle Fransa ve İngiltere Kralları ile Alman İmparatoru, Üçüncü Haçlı Seferi’ne katıldılar. Avrupa’nın en ünlü kral, imparator ve kumandanlarının katıldığı bu sefer, meşhurdur.
Alman İmparatoru Friedrich Barbarossa, kara yolu, Fransız Kralı Philippe Auguste ile İngiliz Kralı Arslan Yürekli Richard, deniz yoluyla hareket ettiler. Türkiye Selçukluları Sultanı İkinci Kılıç Arslan, Alman İmparatoruna Anadolu’ya girmemesini ikaz etmişse de, kabul etmedi. Türkler’i dinlemeyen İmparator Friedrich Barbarossa, ordusunun büyük bir kısmını Selçuklu askerlerinin elinde kaybetti. Sonunda, Akdeniz’e
ulaşamadan nehirde boğuldu. Başsız kalan ve ağır zayiat veren haçlılar, perişan bir vaziyette Filistin’e ulaştılar. İngiltere Kralı, deniz yoluyla Kıbrıs’a varıp, Bizans valisini adadan kovarak Latin Krallığı’nı kurdu. Kıbrıs’tan Akka’ya geçen Arslan Yürekli Richard ve deniz yoluyla Akka’ya varan Fransız Kralı, uzun süren muhasaradan sonra kaleyi aldı. Kudüs’ü yeniden almak için savaştılarsa da muvaffak olamadılar. Fransa ve İngiltere kralları, acı tecrübeler ve ağır kayıplar neticesinde, Kudüs’ü alamayacaklarını anlayınca, ülkelerine döndüler.
Dördüncü Haçlı Seferi
(1204):
Papa Üçüncü Innocentius’un çağrısı, Foutges de Neville’nin propagandası neticesinde Bonifacio’nun tertip ettiği bu Haçlı seferine Almanya İmparatoru Altıncı Heinrich katıldı. Haçlılar, Venedik gemileriyle İstanbul önüne geldiler. 1204 yılında Bizanslılardan İstanbul’u aldılar. Bizans İmparatoru, tahtını İstanbul’dan İznik’e taşıdı. Bu olay, Bizans tarihinde ilk defa oluyordu. Nihayet İstanbul’da 1261 senesine kadar devam eden ‘Latin İmparatorluğu’ kuruldu. Bu sefer sonunda Venedik ve Ceneviz Devletleri, Yakındoğu’da, büyük nüfuz ve toprak parçaları elde edip zenginleştiler. Haçlılar, dindaşları olan İstanbul’un Ortodoks Hıristiyanlarına, çok zulüm ve eziyet yaptılar. İstanbul’un sanat eserleri, zengin olmak hırsıyla tahrip edildi, evler yağmalanıp, binlerce İstanbullu, şehrin tarihinde görülmemiş, insanlık dışı tecavüzlere uğradı, soyuldu ve işkenceyle öldürüldü. Dördüncü Haçlı Seferinden, Müslümanlardan ziyade Ortodoks Hıristiyanlar zarar gördü.
Beşinci Haçlı Seferi
(1217-1221):
Papa Üçüncü Honorius’un teşvikiyle Macar Kralı İkinci Andrias, Kuzey Avrupa’dan gelen Haçlılarla, 1217 senesinde Akka’ya geldi. Kral Andrias, Müslümanlar karşısında dayanamayınca, geri döndü. Geride kalanlar Dimyat’a saldırıp, şehri aldılar. Daha sonra Kahire’ye yöneldilerse de Eyyubîler tarafından bozguna uğratılıp, dağıtıldılar.
Altıncı Haçlı Seferi
(1228-1229):
Papa Dokuzuncu Gregorius’un teşvikiyle Alman İmparatoru Üçüncü Frederich tarafından tertip edildi. Alman İmparatoru Kudüs’e kadar geldi. Eyyubî Sultanı Melik Kâmil’in dış baskılardan bunaldığı bir devrede, Haçlıların Kudüs’e gelmeleri antlaşma zemini doğmasına sebep oldu. Antlaşma ile Kudüs Haçlıların eline geçti. Fakat Türkler tarafından mağlup edilmeleri sonucunda şehir, tekrar Eyyubîlere teslim edildi.
Yedinci Haçlı Seferi
(1248-1254):
Kudüs’ün Müslümanlar tarafından alınması üzerine, Fransa Kralı St. Louis tarafından tertip edildi. Mısır’da yeni kurulan Memlûklular, Haçlıları, 1250 senesinde, Mansûre Meydan Muharebesi’nde mağlup edip, Fransa Kralını da esir aldılar. Haçlılar dağıldı. St. Louis, Dimyat’ı Müslümanlara verip ülkesine döndü.
Sekizinci Haçlı Seferi
(1268-1270):
Antakya’nın Müslümanlar tarafından fethedilmesi ve Yedinci Haçlı Seferi’nin öcünü
almak için Fransa Kralı St. Louis tarafından düzenlendi. Bu seferin hedefi, Kudüs olmayıp, Akdeniz kıyılarındaki Müslüman denizciler üzerineydi. St. Louis, Tunus’a çıktıysa da, salgın hastalıktan öldü. Fransa ordusu geri döndü. Bu sefer de başarısızlıkla sonuçlandı.

1096-1270 seneleri arasında, Müslümanlara karşı düzenlenen Haçlı seferleri sonucunda, bir takım Lâtin devletleri kuruldu. Bunlar, Kudüs Krallığı, Kıbrıs Krallığı, Trablus Kontluğu, Antakya Prensliği, Urfa Kontluğu, İstanbul Lâtin İmparatorluğu, Mora
Prensliği, Atina Dukalığı, Kefalonya Kontluğu, Naksos Dukalığı, Saint Jean Şövalyeleri idi. Bu Lâtin devletleri, Türkler tarafından ortadan kaldırıldı ve Haçlılardan hiçbir iz bırakılmadı. Temeli Haçlı Seferleri ile atılan Avrupa tarihi müthiş bir vahşet tarihidir. Haçlı kaynaklar bu vahşetin akla durgunluk verecek hikâyeleriyle doludur. Meselâ Fransa Enstitüsü üyelerinden Funde Brentano’nun “Les Croisades” adındaki eserinde şöyle yazar:
“İlk Haçlı seferinin Pierre L’Ermite (Piyer Lermit) idaresindeki öncü kuvvetleri 1096 tarihinde İstanbul önlerine geçirilip Türklere karşı sevk edilince, tıpkı eşkıya çeteleri şeklinde öteye beriye saldırıp haydutluğa kalkışan mülevves haçlılar İznik civarında ellerine geçirdikleri masum çocukları pişirmek için parçalıyorlar veyahut kazıklara geçirerek ateşte kızartıyorlardı.” Yine aynı eserde ünlü haçlı kaynağından alınan ve Halep’in “Maarra” kasabasının haçlılar tarafından kuşatılmasına ait olan şu olaya rastlanmaktadır: “Türk şehitlerinin cesetlerini doğrayıp etlerini kızartarak yiyorlardı. Açlık öyle bir hal almıştı ki, halk tabakasına mensup olan haçlılar kasaba civarındaki 15 günü geçen bir zamandan beri serili duran kokmuş müslüman cesetlerini büyük bir iştahla yemek zorunda kaldılar.” (Atıf Bilgili, İlkadım, Temmuz 2004)
Bu vahşi sürülere Selçuklular Anadolu’yu mezar ettiler.
İkinci Haçlı Dalgası:
(Osmanlı Türkleri’ni Balkanlar’dan Çıkartmak İçin Tertip Edilen Haçlı Seferlerisevinçli
Bir müddet ara verilen Haçlı Seferleri Osmanlı Türkleri’nin Balkanlara geçerek burada hızlı bir şekilde fütuhata devam etmesi üzerine yeniden başladı. Sultan Birinci Murad 1362 yılında Edirne’yi fethetti. 1364 yılında Papa’nın çağrısı üzerine toplanan Haçlı ordusu Edirne’ye kadar geldi. Hacı İl Bey komutasında Osmanlı ordusu Sırpsındığı denilen mevkide Haçlıları perişan etti. Bu zafer Osmanlı’ya Balkan topraklarını tamamen açmış oldu. Dedeağaç, Gümülcine, Kavala, Drama, Samakov Osmanlı’ya geçti. 1389 yılında toplanan başka bir Haçlı Ordusu Birinci Kosova Savaşı olarak tarihe geçen harpte başkumandanları dahil sekiz saat içerisinde imha edildi. Sultan Murad Hüdavendigâr harp sahasını gezerken yaralı bir Sırp askeri tarafından şehid edildi. Bu zaferden sonra Balkanlar tamamen Osmanlılar’ın eline geçmiş oldu. Yıldırım Bayezid’in İstanbul’u kuşatması üzerine 1396 yılında muazzam bir Haçlı ordusu daha tertip edildi. Macaristan, İngiltere, Fransa, Norveç, İskoçya, Polonya, İspanya, Aragon krallıkları, Almanya İmparatorluğu, Venedik Cumhuriyeti, Papalık, Rodos ve Ceneviz kuvvetlerinden oluşan Birleşik Haçlı ordusu 100.000 ölü, 10.000 esir bırakarak yok edildi. İkinci Murad Han devrinde Haçlılar Osmanlı’ya karşı dördüncü defa bir araya geldi. Macaristan, Almanya, Polonya, Bizans, Venedik, Papalık... gibi devletlerin orduları bir araya geldiler. 1444 Varna Savaşı’nda düşman ordusu imha edilmesine karşılık Osmanlı ordusu sadece 150 şehid vermişti. Haçlılar 1448 yılında tekrar şanslarını denediler. 100.000 kişi toplamışlardı. Yine büyük bir bozgun yaşadılar. Bu, haçlıların Osmanlı Türkleri’ni Balkanlar’dan çıkartmak için son teşebbüsleri oldu. Selçuklular Anadolu’yu, Osmanlılar Balkanlar’ı Haçlılar’a mezar ettiler. Modern Avrupa tarihinin Haçlı Seferleri ile başladığını söylemek mümkündür. Bu sebeple Türk’ü Anadolu’dan çıkarıp atmak fikri Haçlı Batı’nın damarlarına, genlerine işlemiştir. Nitekim bütün iç çekişmelerine rağmen her fırsatta Türklere karşı birlik olmuşlardır. Birinci Dünya harbinde Kudüs’ün elimizden çıkması üzerine, müttefikimiz olan Almanlar, bayram yapmıştır. Bugün de değişik kisveler altında Haçlı seferleri devam etmektedir. Zira Batı’nın temel zihniyeti budur. Bush Irak’a asker gönderirken “Haçlı seferi yapıyoruz.” demiştir. Bütün çıkar çatışmalarına rağmen Batı’nın Türkiye’nin parçalanması noktasındaki işbirliği dikkat çekmektedir. İşte bunların durumu budur. Bu küffarı dost edinenlerin durumunu siz düşünün. Bunların -tarihte- saltanat kaygusu ile küffarla anlaşanlarla durumunu siz kıyas edin.
6 - “Sizi silâh ile yenemeyenler kendilerine benzeterek, millî ve mânevî değerlerinizden kopararak yendiler ve hakimiyet sağladılar. Giyiminizden yaşantınıza kadar her şeyi kendilerine benzettiler. Ahlâkî değerlerinizi yıprattılar. Ve sonra kendi içinizde sizi bölmeye başladılar.” Görüldüğü gibi Hıristiyan Batı Türkler’i bu topraklardan çıkartmak ve yoketmek gayesiyle defalarca bıkmadan Haçlı seferleri düzenlemiştir. Fakat her seferinde yenilmişler ve büyük bir hüsrana uğramışlardır. Bu durum Avrupalılarda Türkler’in harp ile yenilemeyeceğine dair bir kanaat oluşturdu. Zira Küffar âlemi Türkler'in bu güçlerini imânlarından aldıklarını anlamışlardı. Bunun için bu milleti içinden yıpratmanın ve yıkmanın yollarını aradılar ve bu yönde büyük gayretle, sinsice çalışmalar yürüttüler. 1710 yılında İngiliz sömürgeler bakanlığının emriyle Mısır, Irak, İran, Hicaz ve hilâfet merkezi İstanbul’da casusluk faaliyetlerinde bulunmak ve batı çıkarları adına gizli bilgiler toplamak üzere görevlendirilmiş bir İngiliz ajan misyoneri olan Hampher; “İslâm’ı Nasıl Yok Edelim, Bir İngiliz Ajanının Hatıraları” isimli kitabında İslâm’ı nasıl yıkacaklarını, neler yaptıklarını, bu tarihte beş bin olan hıristiyan misyonerlerinin neler yaptığını, kendisinin Osmanlı devletini yıkmak, müslümanları dinden uzaklaştırmak, fitne ve fesat çıkarmak için nasıl çalışmalar yapıp, tohumlar ektiğini hatıratında yazmıştır. Öyle ki; Vehhâbîliğin kurucusu olan Muhammed bin Abdulvehhab’ı nasıl kandırıp yoldan çıkardıklarını, nasıl onu İslâm’ı yıkmak, müslümanları parçalamak için kullandıklarını açıkça bir bir anlatmaktadır.
Misyoner Rahip Samuel Zwemer de:
“Müslümanları vaftiz etmek için boşuna çabalayıp durmayalım... Başka yollar deneyelim. İslâm ülkelerinde girişeceğimiz faaliyetlerde onlara, hıristiyan adetlerini, hıristiyan bayramlarını, hırıstiyan kültürünü, hıristiyan ahlâkını aşılayalım.” demiştir.
Osmanlı Devleti’nin yıkılmasının sebeplerinden birini oluşturan misyoner çalışmalarının en bariz özelliğini, yine Hampher’den okuyoruz. “Orta halli âileler için yaptığımız okullarda çocuklar eğitmeliyiz. O bölgelerde çok sayıda kilise inşa etmeliyiz. İçki, kumar, fuhuşu öyle yoğunlaştırmalıyız ki, genç nesil İslâm’dan tamamen yüz çevirsin.” “Müslümanların ırkçı, milliyetçi duyguları kamçılanacak, din âlimleri ile halk arasındaki karşılıklı sevgi, saygı, dostane ilişkiler bozulacak (âlimlere iftira etmek gibi) kâfirlerle cihadın vâcip olduğu inancı sarsıntıya uğratılacak.” “‘Hazret-i Peygamber’in dinden maksadı sadece İslâm dini değildir. Yahudi ve hıristiyan ve diğer dinlerin takipçileri de müslümandır.’ zihniyetini yerleştirmek...” Yani küfrü hoş görmek ve göstermek. Küfre kucak açmak. Bu Küfrü hoşgörü ve diyalog çalışmalarının kaynağının nereden geldiğini görüyorsunuz değil mi? Müslümanları küfre teşvik etmek ne büyük nankörlüktür. “İslâm’ı karıştırıcı bir din olarak tanıtmak.” Şu an öyle yapmadılar mı? İslâm’ı terör dini gibi göstermeye çalışmıyorlar mı? “Âilelere nüfuz ederek âile içi ilişkiler, sömürü kültürüne göre düzenlenecek.”“Müslüman kadınların tesettürden vazgeçmesi için olağanüstü çaba sarfetmek.” Ve daha nice fitne ve fesat yayıcı taktikler için bu kitap ilk kaynaklardan birisi olmuş ve bu taktikler ajan-misyonerler ve onların kuklaları tarafından İslâm ülkelerinde tatbik edilmiştir. Binaenaleyh Türkler’i yıkmak için bu sinsi ve iğrenç taktikler gizli gizli kullanılmıştır. Günümüzde de şiddetle kullanılmaya devam edilmektedir. Nitekim ihaneti sebebiyle İkinci Mahmud Han tarafından 1821’de Fener Patrikhanesi’nin orta kapısında idam edilen patrik Ghrighorius, Rus çarı Aleksandr Nikola’ya gönderdiği gizli mektupta; Türkler’in ancak sinsi yöntemlerle içeriden çökertilebileceğine dair şu tavsiyelerde bulunmuştu:
“Türkler’i madden ezmek ve yıkmak mümkün değildir. Çünkü Türkler, müslüman oldukları için çok sabırlı ve mukavemetlidirler; gayet mağrurdurlar ve izzet-i imân sâhibidirler. Bu hasletleri dinlerine bağlılıklarından, kadere rızâ göstermelerinden, an’anelerinin kuvvetinden ve pâdişahlarına olan itaat duygularından ileri gelmektedir. Türkler zekidirler ve kendilerini müspet yolda sevk ve idare edecek reislere sahip oldukları müddetçe de çalışkandırlar. Türkler’in evvelâ itaat duygusunu kırmak ve mânevî bağlarını parçalayıp, din sağlamlığını zayıflatmak lâzımdır. Bunun da en kısa yolu, onları millî geleneklerine ve mâneviyatlarına uymayan hâricî fikir ve hareketlere alıştırmaktır. Mâneviyatları sarsıldığı gün, Türkler’in çok güçlü ve kalabalık kuvvetler karşısında kendilerini zafere götüren asıl kudretleri sarsılacak ve artık onları maddî vâsıtaların üstünlüğü ile de yıkabilmek mümkün olacaktır. Bu sebeple Osmanlı devleti’ni yıkmak için, harp meydanlarındaki zaferler tek başına kâfî değildir. Yapılacak olan; Türkler’e bir şey hissettirmeden, bünyelerindeki bu tahribâtı tamamlamaktır.” (Rus sefîri İgnatiyef’in “Hâtırât”ından naklen.) Bu tahribâtın bu necip milleti ne hâle düşürdüğü bugün ayan-beyan ortadadır. Onların nazarında “Türk” demek “Müslüman” demekti, “İslâm” demekti. İslâm’a giren bir kimseye “Türk oldu” derlerdi. “Türk” küffara karşı sabırla ve yıkılmadan cihad eden müslüman demekti. Bu sebeple özellikle Hıristiyan din adamları bütün kinlerini hususiyetle Türkler’e karşı yönelttiler. Yazarları “Türkler”i bütün kötülüklerin temsilcisi gibi takdim etti. Bugün dahi Batı insanı bu minval üzere yetiştirilmekte, Türk düşmanlığı ile yoğrulmuş eserleri okuyarak kişiliğini şekillendirmektedir. Yunanistan, Ermenistan gibi ülkelerde “Türk düşmanlığı” millî ve dinî bir kimlik haline gelmiştir. Bu sebeple bunların bize gösterdikleri herhangi bir yakınlığın altında mutlaka kendi hesaplarına bir gizli niyet vardır. Gerekirse “Türk”e iftira atmak onlar için bir ibadet gibidir.
Bu zihniyetin bir neticesi olarak bu vatanda dahi “Türk’e iftira atmak” ödüllendirilen bir hâl almıştır. Ne idüğü belirsiz bir yazar çıkıyor “Türkler bir milyon Ermeni’yi, otuz bin Kürt’ü katletti.” diyebiliyor. Daha vahimi bu iftira karşısında bizim sessiz kalmamız, demokrasi adına bu adamı baştacı etmemizi istiyorlar. Bütün Avrupa, Amerika’sına kadar arkasında saf tutuyor. Bunun sebebi yukarıda anlatılanlardır. Bunlar kendilerine ait bütün kötülükleri bu İslâm milletine yamamaya çalışırlar. Bu milletin direncini kırmak için de sinsice içimizdeki hainleri, medyayı kullanarak içeriden taarruz ederler. Dinsizliğin ismini değiştirdiler “Medeniyet” dediler, vahşetin ismini değiştirdiler “Demokrasi” dediler. İftiranın ismini değiştirdiler “Fikir hürriyeti” dediler. Şimdi siz kıyas edin, Avrupa istedi diye bu iftiralara sessiz kalan, mahkemeleri durdurtanların durumunu.
“7 - Selçuklu ve bilhassa Osmanlı; canını, kanını ve malını İslâmiyet uğruna feda etmeseydi, Kuzey Afrika ve Ortadoğu hıristiyan ülkesi olurdu. Ve belki İslâmiyet Hicaz'da azınlık olarak kalırdı. Batı her yerde İslâmiyet'i kendi inançlarına göre kanalize etti, ama Osmanlı Asr-ı saâdet devrindeki inancı devâm ettirdi.”Profesör’ün bu tespiti Batı’nın ortak kanaatidir. Nitekim müsteşriklerden Türkiyatçı Leon Kahun: “Eğer Türkler’in himmeti olmasaydı, İslâm medeniyeti o kadar yükselmez ve o derece geniş iklimlere yayılmazdı.” demiştir. Hazret-i Allah bu millete İslâm dinini nasip ettiği gibi, İslâm dininin ve müslüman ülkelerin müdafii ve hamisi olmayı lütfeylemiştir. Bu çok büyük bir şereftir. Yukarıda da görüldüğü gibi hemen bütün Haçlı seferleri Anadolu ve Balkanlar’da Türkler’in göğsünde eriyip yok olmuştur. Ve bu Haçlı seferleri müslüman Türk’e karşı yapılmıştır. Önce Anadolu’dan çıkarmak için sonra da Balkanlar’dan atmak için.Üstelik nasıl ki Haçlılar sırf küfür gayretiyle bu seferleri tertip etmişlerse, Türkler de sırf Allah için onlara karşı cihad etmişler. Ve Hazret-i Allah da atalarımızı lütfu ile destekleyerek onlara nice zaferler müyesser eylemiştir.
Selçuklular olsun, bilhassa Osmanlılar bu uğurda canlarını ve mallarını sırf Allah için akıtmışlardı. Dünyevî maksat ve kaygılar daima arka planda idi. Gerçek ve öz niyet “Allah için”di. Onlar sefere çıkarken bu vatanı Hazret-i Allah’a emanet eder, öyle çıkarlardı. Hazret-i Allah da bu emaneti almış kabul eylemiştir ki, bu sebeple içten dıştan o kadar taarruza rağmen hâlâ ayaktadır. Bu böyle bilinmelidir. Bütün darbelere, bu kadar bozulmaya rağmen bu milletin Allah’a ve Peygamber’ine bağlılığı bozulmadan devam etmektedir.
Bunu küffar bizden daha iyi bilir.
Nitekim “Saltuknâme” adlı eserde belirtildiğine göre; hıristiyan hükümdarlar bir gün papanın huzurunda toplanmışlar; “Bir çâre ve tedbir edün ki Türkler'e gâlib olalum!” diyerek, kendilerince Türkler'i Anadolu'dan ve Arabistan topraklarından atma kararı almışlardı. Ancak bu sinsi plânı yeterli görmeyen bir râhip, kalabalığın arasından sıyrılarak yüksekçe bir yere çıkıp; “Beğler! Bilün ki Muhammed'ün cesedi Türkler'in içinde oldukça siz Türkler'i mahkûm edemezsiz. Ben bir fikr eyledüm, ne dersiz?” deyince; “İmdi nice tedbir etdün, bize bildür!” demeleri üzerine: “Bir nice kişiyle sûret değiştirelüm, varup Muhammed'ün kabrinden cesedin çıkaralum, alup buraya getürelim! Muhammed'ün rûhu bizüm ilimizde dura, cümle müsliman halkı bize muhtâc ola, ilimüz şen ve ma'mur ola! Ve Türkler bize nice ki Beytü'l-Makdis'i ensemüze sille urup ziyaret etdürür, biz dahî bu Türkler'ün enselerine sille urup Peygamber'lerini ziyâret etdürürüz!” cevabını verdi. Küffar beyleri papazın bu fikrini çok beğendiler. Bu plân sayesinde, güyâ hem kaybettikleri topraklara kavuşacaklar, hem de Peygamber'lerinin naaşını kaçırmakla, akılları sıra Türkler'e misilleme yapıp onlardan intikam alacaklardı. Ancak Papa, bu suikastin ne büyük tehlikeler doğuracağını tahmin edebilecek kadar zeki bir kimse idi: “Aman ha! Sakınun, bu iş fesaddur! Türkler’i üstümüze salarsız, 'Bizüm Peygamber'imüz nerede ise biz de oraya varalum!' deyû bir uğurdan üstümüze gelürler, nisbet ve gayret ederler. Ölümden korkmaz bir tâifedür, ansızın ilimizi elimüzden alup hep bizi kırarlar. Ben bunu istemezem!” deyip, onları bu sakat ve amiyane fikirden vazgeçirmeye çalıştı. (Ebu'l-Hayr-ı Rûmî, “Saltuknâme”, s. 315-316.) Görüldüğü gibi küffar bile Türkler’in Peygamber’lerine olan bağlılığı karşışında hakikati teslim etmek zorunda kalmıştır.
Türkler’in bu samimiyeti ve teslimiyeti sebebiyle bilhassa Osmanlılar aynı Asr-ı saadetteki gibi sağlam bir itikat sahibi olmuşlardır. Türkler’in samimiyetini ve cihadçı ruhlarını ünlü tarihçi Bernard Lewis “Sınır İslâm’ı” kavramı ile izah etmeye çalışmıştır: “Halifeliğin sınırlarında, Doğuda ve Batıda, sınır savaşçıları ...diğer yerlerde kaybolmuş bulunan ilk İslâmiyetin sadeliğini, militanlığını ve hürriyetini hâlâ muhafaza ediyorlardı.... Türkler İslâmlıkla ilk kez sınırlarda karşılaşmış ve inaçları o zamandan şimdiye kadar sınır İslâmlığının ve sınırda oturanların mücahit ve sade dininin bazı kendisine özel niteliklerini korumuştur.” (Modern Türkiye’nin Doğuşu, sh: 11)
Lewis Türkler’in bu samimiyet ve başarısını tespit etmekle beraber bu durumu savaşçılığa indirgemeye çalışsa da “Selçuklular idaresindeki Sivas ve Konya gibi, şimdi de Osmanlıların egemenliğinde Bursa, sonra Edirne ve nihayet İstanbul, sünni İslâmlığın bütün cihazlarına bürünerek Müslüman kentleri, Müslüman hayatın ve kültürün merkezleri oldular.” diyerek buralarda inşa edilen medeniyeti de itiraf etmek zorunda kalmıştır. Türkler’in bu yüksek ruhunun kaynağını tasavvuftan aldığını yine aynı tarihçi şöyle tespit etmektedir: “Orta Asya’da gezginci dervişler ve sûfîler tarafından büyük çoğunluğu İslâmiyete sokulmuş olan Türkler... ...Onların hocaları, ...genellikle Türk olan dervişler, gezgin zâhitler ve mutasavvıflar idi.” (Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, sh: 11-12) Binaenaleyh o zamandan beri küffar, Müslüman Türkler'in dinleri ve Peygamber'leri uğrunda gerektiğinde canlarını ve mallarını fedâ etmekten çekinmeyen bir millet olduğunu bildikleri için, daima başka yollardan yenmenin çarelerini aramışlar; ancak, asırlar boyunca buna bir türlü imkân bulamamışlardı. Küffar harp sahasında yenemediği bu milleti, ancak içlerine nüfûz ederek -mâneviyatlarını öldürmek ve kendilerine benzetmek suretiyle- yıkabileceğine kanaat getirdi. Bu milletin kuvvetini aldığı kaynağı tespit ettikten sonra da bu kaynağı bozmaya çalıştılar. Ki Türkler’i yıkabilsinler.
Nitekim Prof. Oktay Sinanoğlu da aynı tespiti yapmaktadır:
“Batı bizden aldıkları ilimleri bize karşı güç oluşturmak için kullanıp güçlendikçe bizi ortadan kaldırmanın yollarını aramaya başlamıştır. Bu işe özellikle 1700 başlarında soyunmuşlar. Fiziki olarak Türklerle başa çıkmamız mümkün değil demişler. Onun için biz olsa olsa bunları içinden yıkabiliriz demişler. Araştırmışlar, bakmışlar ki Türk’ün kuvveti tasavvuftan, gelenek ve göreneklerinden, insanlık anlayışı gibi hasletlerden geliyor. Dolayısıyla biz bunları içinden bozarsak bu işi ancak öyle hallederiz. Ne kadar sürer demiş İngiliz. ‘Biz, belki torunumuz da sonucu göremeyecek, ama biz ondan sonrası için çalışıyoruz.’ demiş. İngiliz bu planla Hicaz’da Vâhâbîlik gibi sahte bir mezhep kurdu. Şimdiki Suud kralları da bunların torunlarıdırlar. Vâhâbîler ilk iş olarak Hicaz’da bulunan 300-350 bin Türkü kestiler. (İngiliz Hindistan’da da sahte Ahmedî mezhebini kurdu.)” (Oktay Sinanoğlu, Hedef Türkiye, sh: 137)
8 - “Kilise size kin kusmaktadır. Sebepleri yukarıdadır.”
Asırlar boyunca üç kıtada İslâm sancağını dalgalandıran, fethettikleri beldelerde küfrün ve kâfirlerin kökünü kazıyan Türkler, bu vasıflarıyla iman edenler tarafından dâima sevgi ve hayranlıkla yâd edilirken, içleri kin ve küfürle dolu olan küffar tarafından da nefretle karşılanmışlardı. Dördüncü Mehmed döneminde Osmanlı’nın mâlî ve idârî yönden büyük bir buhran yaşamasını ve içte ve dışta patlak veren isyanlarla uğraşmasını fırsat bilen Eflâk voyvodası Kostantin, Osmanlı’ya karşı küstahça ve isyankâr bir tavır takınmıştı. Fener Rum Patriği üçüncü Parthenios bu durumdan ümide kapılarak, din-i İslâm’ı yıkma ve hristiyanlığı dünyaya yayma hayâliyle ona gizli bir mektup yazıp, onu Osmanlı’ya karşı iyiden iyiye kışkırtmaya kalkışmıştı. Netîcede mektubu götüren ulak yakalanmış ve patriğin bir vatan hâini olduğu ortaya çıkmıştı.
Devrin târihçisi Na’imâ, “Târîh-i Na’imâ”da bu hâdiseden şöyle bahsetmiştir:
“İstanbûl’da rûm patrîki olan müfsid; Eflâk voyvodası olub, Kostantîn-nâm sefile fesâdı telkin eden, ağzıyla yazıp gönderdiği bâtıl mektub yakalanıp hıyâneti zâhir olup, kendisine gösterilüb suâl olundukda, cevâbında: ‘Her sene sadaka tahsîli içün bu sözlü kâğıdı gönderegelmişizdür!’ deyû itiraf etmeğin Parmakkapu’da idam olundu.” ( Na’imâ, “Târîh-i Na’imâ”, c. 6, s. 264.) Çünkü Parthenios, mektubunda Kostantin’i devletin yıkıma hazır olduğunu söyleyerek açıkça tahrik ediyor ve İslâm topraklarını kendi dindaşlarına peşkeş çekmeye çalışıyordu. Na’imâ, Parthenios’un “Mektub”unda yazılı olan satırları bize şöyle nakleder:
“Mel’unun kâğıdında yazılı olan bu ki;
‘Müddet-i devr-i İslâm tamam olmağa az kalmışdır. Dîn-i isevî tekrar âleme hakim olacakdır. Ona göre tedârükde olasız! An-karîb (pek yakında) cümle vilâyetler mesîhîler eline girüb, ashâb-ı sâlib ve nâkus (haç ve çan ashâbı) tamâmen memâlike (memleketlere) mâlik olsa gerekdür!’ demiş.” (“Târîh-i Na’imâ”, c. 6, s. 264.)
Patrik Parthenios, hâinliği ortaya çıkıp da, içinde serbestçe ve rahatça yaşadığı toprakları Osmanlı’nın ezelî düşmanlarına peşkeş çekmeye kalkıştığı sâbit olunca; Köprülü Mehmed Paşa’nın emriyle, 1657 yılı Nisan ayında Parmakkapı’da asılmıştır.
Osmanlı Devleti'ne yaptığı ihanet nedeniyle idam edilen bir başka patrik ise, Fener patrikhânesinin orta kapısında asılan Patrik Ghrighorius’dur. Bu patrik idam edilmeden önce, asırlar boyunca hiçbir baskı görmeden himâyeleri altında yaşadığı Müslüman Türk milletine karşı o güne kadar içinde biriktirdiği kin ve küfrünü kusarak; “Bizans kartalı uçacak, âyin tamamlanacak, Türkler İstanbul'dan kovulacaktır! Bu gerçekleşinceye kadar bu kapı kapalı kalacaktır!” safsatasını tekrarlayıp durmuştu. (Yusuf Turgut, “Karadeniz Haber Gazetesi”ndeki makâleden.)
Bu kapıyı hâlâ kapalı tutmaları, Türkler'e duydukları kinlerinden bugün dahî hiçbir şey eksilmediğini açıkça ortaya koymaktadır. Nitekim dikkat edilirse, Ermeniler’in olsun, Yunanlıların olsun Türklere olan kinlerini hep kilise körüklemiştir. Bosna’daki müslüman katliamında da, Kıbrıs’taki Türk katliamında da papazlar daima ön saftadır. Bu asırda dahi hep sahte belge ve bilgilerle, yalan, dolan ve iftiralarla kendi milletlerini Türkler’e karşı kışkırtmak için her yolu denemektedirler. Nitekim Yunanistan’ın kurulmasıyla sonuçlanan Mora isyânından sonra, patrikhâne rahat durmamış; Osmanlı topraklarında yaşayan Rumlar’ı devlete karşı kışkırtmak için devamlı faaliyette
bulunmuştur. Patriklerin dışarıdan destekli olarak başına buyruk tavırlarla hareket etmeleri, Osmanlı Devleti’nin yıkılışını daha çok hızlandırmıştır. Bunların en mühim örneklerinden biri İkinci Abdülhamid Hân döneminde, 1904 yılında ortaya çıkmıştır. Devletin meşgul olduğu mâlî kriz ve siyâsî çalkantıları fırsat bilen Fener Rum patriği, o güne kadar Osmanlı kanunlarına bağlı olan patrikhâneyi “Bizans kanunu” adını verdiği bir kanunla yönetmeye başlamış; böylelikle Osmanlı hükümetine karşı isyan bayrağı çekerek, Bizans’ı ihyâ yönündeki gizli niyetini ortaya çıkarmıştır. Sultan Abdülhamid Hân bu “Bizans kanunu” safsatasını işitince oldukça hiddetlenmiş ve derhâl saray baş kâtibini çağırtarak, Fener Rum patriğine hitâben şu fermânı yazdırmıştır: “Rûm patrikhânesi meclisinde cereyân eden dâvâlara ‘Bîzâns kânûnu’ nâmıyle bir kânûnun tatbîk olunduğu haber alınmış olub, ilk def’â olarak kulaklarına giden bu ‘Bîzâns kânûnu’ garibliğe şayan bulundu. Memâlik-i şâhâne kapısında, pâdişâh-ı devlet-i âliyye-i Osmâniyye’nin pây-i tahtında, eski kanunların gayr-i müslim tebaanın kânûnu olamayacağı ve buna böyle bir isim verilemeyeceği, bu türlü şeylere kat’iyyen meydân verilmemesi, pâdişâhımız Efendimiz’in emir ve irâdeleri gereğindedir!” (Başbakanlık Osmanlı Arşivi, İrâde Husûsî, nr.: 13.) Buradan da açıkça anlaşılıyor ki; patrikhâne İslâm’ın gösterdiği müsâmahaya hiçbir zaman lâyık olamamış, dâimâ Bizans’ı ihyâ etme hayâlleriyle yaşamıştır. Bu niyetlerinin değiştiği sanılmamalı, vatanı muhâfaza için gerekli tedbirler alınmalıdır. Bir bu küffarın gayretine bakın, bir de bunları dost edinenlerin gayretine!..
9 - “Ben İstanbul’a geldiğimde Türkiye’de 2 üniversite vardı. Şimdi 19’a çıktı. Osmanlı devrinde medreseler köylere kadar yaygın idi. Her medresede bilim vardı. İlk denizaltıyı Osmanlı yaptı. Sizin haberiniz yok ama Avrupalı biliyor.” Bu profesör bu sözleri ile Osmanlı devrindeki ilim tahsilinin zannedildiği gibi geri olmadığını izah ve itiraf ediyor. Bunu söyleyen sıradan bir kimse değil. Almanya’dan gelip hocaların hocası olarak ders veren bir bilim adamı. Sayfalarımızda resimlerini gördüğünüz ilk denizaltılarımız gerçekten hayret uyandıracak bir hadisedir. Zira Osmanlı öyle bir medeniyetin devamıdır ki; bu medeniyet her şeyden çok yeni buluşlarla gelişimini sürdürmüştü. Mimarları yerçekimine meydan okuyan binalar dizayn ettiler. Matematikçileri bilgisayarların yapılmasını ve encryption'in (şifreleme sistemi) bulunmasını sağlayan cebir'i ve algoritma'yı icat ettiler. Doktorları insan vücudunu incelediler ve birçok hastalığa çare buldular. Astronomları göğü incelediler, yıldızları adlandırdılar ve uzay araştırmaları ile uzaya yolculuğun önünü açtılar. Bugünkü ilim ehli Osmanlı’ya teşekkür etmektedir.
10 - “Sizler milli kimliğinize dönerseniz Avrupa’nın medeniyeti ve refahı yıkılır. Ama Batı size bu imkanı vermez...” İslâm medeniyeti adalet, hakkaniyet üzerine kurulmuştur. Avrupa medeniyeti ise sömürü üzerine kurulmuştur. Hakimiyetleri altındaki ülkelerin bütün zenginliklerini kendi memleketlerine taşımışlardır. Bunu yaparken çok büyük katliamlar, soykırımlar, zulümler yapmaktan çekinmemişlerdir. Bu yüzlerini gizlemek hususunda çok mahirdirler. Vahşetin ismini değiştirirler demokrasi derler, dinsizliğin ve ahlaksızlığın ismini değiştirirler medeniyet derler. Para ile gazetecilere yalan yazdırırlar. Bunların bu sahte düzenleri için en büyük tehlike bu milletin millî kimliğine dönmesidir. Zira bunlar gerçekte adalet düzeninin hakim olmasını, sömürü düzenlerinin yıkılmasını kesinlikle istemezler. Bunların durumu budur. Bu küffarı dost edinenlerin durumu bunlardan daha kötüdür. Çünkü küffarın cephesi var. Bunlar ise müslüman kisvesi altında bu icraatları yaparlar. Küffarın silahla yapamadığını “Hoşgörü” maskesi altında yapmasına zemin hazırlarlar.
İslâm Komutanları'nın
“İ'lâ-yı Kelimetullâh” ve Vatanı Muhafaza Uğrunda Yaptıkları Büyük Mücâdeleler
Hakiki İslâm kumandanları ve onların izinden giden müslümanlar tarihte unutulmaz izler bırakmışlardır.
“Yalnız onun zürriyetini kalıcılar kıldık. Sonra gelenler arasında ona (iyi bir ün) bıraktık.
Âlemler içinde Nuh’a selâm olsun! İşte biz muhsinleri böyle mükâfatlandırırız.”
(Saffât: 77-80)
Hazret-i Allah'a ve Resûl'üne imân eden İslâm kumandanları târihte emsali görülmemiş bir eser ve ün bırakmışlardır. Onlar Hazret-i Allah’ın ismini yüceltmek için yaşadıklarından Hazret-i Allah da onların ismini yaşatmıştır. Onların hayatlarında kendilerinden sonra gelen nesiller için çok büyük ibret ve nasihatler vardır. Onların Hazret-i Allah’a bağlılıkları ve cihad azimleri her asırdaki müslümanlar için büyük birer nümunedir. Onlar hiçbir zaman küfre ve kâfirlere iltifat etmemişlerdir. Nice az topluluklarla çok kalabalık küffar ordularına karşı muvaffakiyetler kazanmışlardır. Çünkü onlar sadece Hazret-i Allah’a dayanmışlar ve güvenmişler, büyük bir iman ve azimle yollarına devam etmişlerdir. Bu şanlı tarih içerisinde Selçuklu ve arkasından Osmanlı ile devam eden yaklaşık bin yıllık bir zaman diliminde Türkler; İslâm bayrağının, cihad sancağının sahibi ve emanetçisi olarak ehl-i imanın gönlünde taht kurmuş, ehl-i küfürün kalbinde korku salmıştır. Yukarıda da arzettiğimiz gibi hemen bütün haçlı seferleri Selçuklu ve Osmanlı ordularının kılıçları altında helâk olmuştur. Bu muvaffakiyet ehl-i küfür’ün asla unutamadığı müthiş bir hadisedir. Bu milletin Hazret-i Allah’a dayandığı zaman O’nun lütfu ve desteği ile neler yapabileceğinin büyük bir delilidir. İşte bu sebepledir ki; bütün gayretlerine rağmen bu İslâm milleti karşısında muvaffak olamayan küffar milletleri taktik değiştirmiş, gayesine sinsi metodlarla ulaşmanın yollarını denemiştir. Yaklaşık üç yüz yıldır bu yönde büyük çalışmalar yapmıştır. Bugün bu çalışmalar çok daha büyük mekanizmalar vasıtasıyla devam ettirilmektedir. Bu durum karşısında uyanamayan, küffar ile dostluk kuran, onlardan bir şey umanların vay haline! Bu zavallıların eline düşen milletimizin vay haline! Hazret-i Allah bizi büyük kayıplardan muhafaza eylesin!.. Âmin.
Aşağıda Hazret-i Allah’ın hükmüne teslim olan İslâm kumandanlarının iman ve azimlerine dair örnekleri arzediyoruz. Bir bu hakikat ehlinin icraatlarına bakın, bir de bugün küffar önünde zilleti imana tercih edenlerin durumuna. Bu necip millete yakışır mı bunca zillet? Hazret-i Allah bizi bu zilletten, küffar ile dostluğu marifet zannedenlerden kurtarsın! Amin.
Târık bin Ziyâd:
Bu büyük kumandan 711 yılının Mayıs ayında yedi bin kişilik ordusu ile İspanya’yı fethetmek üzere bugün kendi ismi ile anılan Cebel-i Tarık boğazını geçti. Askerlerinin geriye dönüş ümidini kırmak için bütün gemilerini yaktırdı. Sonra ordusuna hitaben tarihi bir konuşma yaptı. “İşte, önümüzde düşman, arkamızda deniz, zaferden başka kurtuluş yolu yoktur.” dedi. Bu tarihi hadise dünya tarihinin gördüğü en büyük medeniyetlerden birisi olan 800 yıllık Müslüman İspanya Endülüs medeniyetinin başlangıcı olmuştur. Bu hakikat İslâm dinini yaymak için fetihler yapan İslâm kumandanları ile, sömürgeci küffar kumandanları arasındaki kıyası bile mümkün olmayan farkın en büyük delillerinden birisidir. Nitekim İspanyol orduları Endülüs devletini işgal ettikleri zaman sadece soykırım yapmakla yetinmemişler, bu medeniyete dair ne varsa yok etmişledir. Bugün sadece birkaç saray ve camiden başka bu yüksek medeniyetten hemen hemen hiçbir iz kalmamıştır. Mûsâ bin Nusayr, büyük İslâm kumandanı, Endülüs fâtihi Târık bin Ziyâd'la Endülüs'te karşılaştığı zaman; “Ey Târık! Halîfe Velid bin Abdülmelik senin tüm bu çabalarına karşılık, sana bu Endülüs'ten başkasını vermez!” diyerek, onu hem Endülüs'ün fethi, hem de yapmayı plânladığı diğer fetihler hususunda, niyet ve azim bakımından ölçmeye çalışmıştı. Fakat fethettiği beldelerde İslâm'ı yaymaktan, küfrün ve kâfirlerin kökünü kazımaktan başka bir şey düşünmeyen, “İ'lâ-yı Kelimetullâh” gibi ulu bir gâyeyi bırakıp da; makam, şöhret, iktidar gibi fânî ve değersiz şeyleri tercih etmeyi aklının ucundan bile geçirmeyen Târık bin Ziyâd, ona bu sözüne karşılık, içindeki hudutsuz ve sınırsız fetih arzusunu açığa vurarak; “Ey emîr! Allah'a yemin ederim ki, atımla Atlas okyanusuna girinceye kadar bu arzumdan vazgeçmeyeceğim!” karşılığını verdi. (İbn Hallikân, “Vefeyâtü'l-A'yân ve Enbâu Ebnâ'i'z-Zamân”, c. 5, s. 328. bas.: Beyrut, 1977.)
Bu İslâm kumandanının gayret ve azminin nişanı olan gemi yakma hadisesi dilimize “Gemileri yakmak” şeklinde güzel bir deyiş olarak yerleşmiştir.
Selâhaddin Eyyûbî:
Selâhaddin Eyyûbî üstüste kazandığı zaferlerle, zamanla kâfirlerin ve münâfıkların korkulu rüyâsı hâline gelmiş; yaşadığı müddetçe bir an olsun onlara aman vermemişti. Eşine ender rastlanan bu büyük İslâm mücâhidinin dirâyet ve azmine, şecaat ve şevketine Selçuklu atabegi Nûreddin Zengî de hayran kalmış; sahâbe-i kirâm'a çirkin ve asılsız iftirâlar atan Fâtımîler'e haddini bildirmek için, bu kudretli kumandanın tek başına kâfî geleceğini anlamıştı. Nitekim din-i İslâm'ı hurâfelerden arındırmak, küffarla işbirliği eden münâfıkların düzenini bozmak için, Selâhaddin Eyyûbi ile anlaştı ve Fâtımî Devleti'ne resmen savaş açtı. Durumu haber alan mürted Fâtımîler haçlı devletleriyle anlaşarak, Selâhaddin Eyyûbî ve mâiyyetindeki İslâm ordusuna karşı küffarla aynı safta yer aldı. Onların bu çirkin hareketi imân edenlerin nazarında hiç de şaşırtıcı değildi; çünkü kâfirleri dost edinmek ve onlarla ele ele vermek münâfıkların asırlardır değişmeyen en açık ve en bâriz alâmetiydi. Müslümanlara karşı birleşen bu kâfirler ve münâfıklar gürûhunu pusuya düşürmek için, hiç kimsenin geçmeye cesâret edemediği Tih Sahrası'ndan geçerek, bu çapulcular sürüsüne gizlice arkadan yaklaşan Selâhaddin Eyyûbî, otuz bin kişilik düşman ordusunu görünce ümitsizliğe düşen iki bin askerine hitâben, onları teskin edecek şu mânidar konuşmayı yaptı:
“Askerlerim!..
Bilin ki ölüm, Allâh'ın huzûruna varmaktır. Dinini ve imânını müdâfaa yolunda şehâdete erenlerin, doğrudan doğruya cennetlik olduğundan hepiniz haberdardır. Şâyet rahatımızı düşünüyorsak bize yakışan burada değil, karılarımızın ve çocuklarımızın yanında olmaktır!
Düşmanın az ya da çok olması bizi yolumuzdan aslâ alıkoyamaz! Şimdi siz, kaçmak zilletine düçâr olmayı mı, yoksa şehîd olmayı mı arzu edersiniz? Allah'ın yardımı şüphesiz ki bizimledir; O dinine hizmet edene mutlakâ zafer verir!..” (“el-Kâmil fi't-Târîh”, c.11, s. 342)
O'nun dinini bırakıp küfre hizmet edenlerin ise eninde sonunda belâsını verir; O'nun kudret pençesinden kurtulmaya aslâ imkân bulamazlar. Selâhaddîn Eyyubî Kudüs’te kurulan haçlı devleti ile defalarca kere savaşmıştı. Bir gün hıristiyan kralının hasta olduğunu öğrendi. Hemen en iyi hekimlerinden birisini elçilerle beraber krala gönderdi. Sultan Selahaddîn’in bu yüksek insanlık ve ahlâk anlayışı bugün bile hâlâ konuşulmakta, kitaplara ve filmlere konu olmaktadır. Bu büyük Sultan vefat ettiğinde, Başveziri Şam sokaklarında dellâl gezdirerek şöyle bağırtmıştı:
“Ey ahali! Bilmiş olunuz ki, Mısır’ın, Sudan’ın, Libya’nın, Filistin’in, Şam’ın, Halep’in, Musul’un, Hicaz’ın ve daha nice ülkelerin hükümdarı olan Sultan Selâhaddîn Eyyubî vefat etmiş ve Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Şahsî parası cenaze masraflarına yetişmediği için bunlar yakınları ve dostları tarafından karşılanmıştır.”
Abdülkerim Satuk Buğra Han:
İlk müslüman Türk hükümdârı olan ve müslüman olduktan sonra “Abdülkerim” adını alan Satuk Buğra Han, Kaşgar yakınlarında inşâ edilen yeni bir kilisenin önünde beklerken, Nasr bin Ahmed ona kiliseyi göstererek; “Burası şimdi puthane olarak yapılıyor amma, yakında sen onu mescide çevirirsin!” demişti. Nasr'ın bu sözünden çok etkilenen Satuk Buğra Han, bir müddet düşündükten sonra kiliseye doğru baktı ve Allah-u Teâlâ'ya yönelerek, gönlünün derinliklerinden süzülüp gelen şu içli duâyı yaptı:
“Ey benim ulu Allah'ım!..
Eğer sen bana kâfirlere ve sana imân etmeyenlere karşı yardım eder de, beni din-i İslâm'ın yayılmasına ve Senin İsm-i şerîf'inin yücelmesine vesîle kılarsan; şüphesiz ki ben bu puthaneyi mescid yapacağım! Orada ancak senin kulların, sana kulluk için toplanacaklar. Sana ibâdet edebilmek için orada bir mihrap, seni zikretmek için orada bir minber kuracağım; sonra, sırf senin rızâsını kazanmak için orada ezanı ben okuyacak, namazı da ben kıldıracağım!” (C. Karşî, “Mülhâkâtü's-Surâh”, s. 134)
Nitekim gerçekten de Allah-u Teâlâ onun niyet-i hâlisa ile yaptığı bu samîmi duâyı karşılıksız bırakmamış; kendisini o beldeyi küffarın elinden alıp İslâm topraklarına katmaya, inşâ edilen kiliseyi küffar tapınağı olmaktan çıkartıp, temiz ve pak müslümanların mâbedi yapmaya muvaffak kılmıştı.
Sultan Alparslan:
Selçuklu Sultânı Alparslan, Malazgirt Meydan Muhârebesi öncesi Anadolu’yu İslâm yurdu hâline getirmek ve fethe hazırlamak gâyesiyle hıristiyanların elinde bulunan Kars ve Ani kalelerini kuşatınca; savaştan önce askerlerinin karşısına çıkarak, onları İ’lâ-yı Kelimetullâh’a ve Allah yolunda cihad etmeye çağırmıştı:
“Yiğitlerim!.. Bahâdırlarım!.. Sizin gibi kahraman erlerin hükümdârı olduğum için övünç duyar ve Allah-u Teâlâ’ya hamd ederim! Tahta ilk çıktığımda, yurdun ufkunu saran ihtilâl bulutlarını kılınçlarınızın parlak kıvılcımları ile def’ edib, vatanın bütünlüğünü sağlamış idiniz. Bugün de âlem-i İslâm, karşımızdaki düşmana Allah-u Teâlâ’nın dinini tebliğ etmemizi ve bu yolda, cihad-ı fî sebîli’llah uğrunda çarpışmamızı bekliyor! O hâlde hem bi-hakkın vatanı muhâfaza ve hem de i’lâ-yı Kelimetullâh gibi iki kudsî vazîfeyi îfâ etme şerefi şimdi bize düştü!.. Düşmanımız kalabalık, kal’aları muhkem ise de; onların, siz gibi gazâ meydanlarında pişmiş, şehîd olma aşkı ile yanan mücâhidlerin ilk hücûmuna dahî dayanamayacağını bilirim. Zira onlar vatanlarını değil, hayatlarını kurtarma derdinde olan birtakım korkaklardan başka bir şey değildirler! Sizler ise hayâtın gelip geçen bir gölge olduğunu, asıl şerefin Allah yolunda cihad ederek can vermek olduğunu hakkıyla bilen yiğitlerisiniz! İşte bu sultânınız, Allah-u Teâlâ’nın şerefli ismiyle adımını gazâ meydanına atıyor. Ben şu kılıncı tutan elim tâkatten kesilinceye kadar çarpışacağım! Dinini, vatanını, sultânını seven ardımca gelsin!..” (“Kars Târihi”, c. 1, s. 337, 354) Zamânın İslâm halîfesi Kâim bi-Emri’llâh, 26 Ağustos 1071 Cumâ günü iki yüz bin kişilik hristiyan Bizans ordusuyla karşı karşıya gelecek olan Sultan Alparslan adına bir duâ metni hazırlamış ve bu duâ metnini Malazgirt Meydan Muhârebesi’nden önce, mescidlerde okutmak üzere yeryüzündeki bütün müslüman devletlere yollamıştı. Halîfe yaptığı bu içli duâda; onun tek gâyesinin Rum diyarında İslâm sancağını dalgalandırmak, küfrü ve kâfirleri bütünüyle ortadan kaldırmak olduğunu, ind-i ilâhî’ye son derece derin ve mânidar bir üslûpla şöyle arzediyordu: “Yâ Rabbî!.. İslâm sancağını yükselt ve ona yardımını eksik eyleme! Küfrü, tamâmen ortadan kaldıracak şekilde mahvet! Sana itaat etmek için canlarını esirgemeyen ve kanlarını dökerek rızâna kavuşmaya çalışan mücâhid kullarına güç ve kuvvet ver; yurtlarını muhâfaza, kendilerini muzaffer eyle! Emîrü’l-Mü’minîn, şehinşâh-ı muazzam Muhammed Alparslan’ın dileğini kabûl eyle! Din-i İslâm’ı yayıp, şerefli ismini yüceltebilmesi için onu desteğinden mahrûm eyleme! Zira o yalnız senin rızân için kendi rahatını terketti, senin yolunda malını fedâ etti, hattâ canını dahî bu yolda fedâya hazır eyledi…
Kitâb’ın Kur’ân-ı kerîm’de:
‘Ey imân edenler! Elem verici, can yakıcı bir azaptan koruyacak bir ticâret yolunu göstereyim mi size? Allah’a ve Peygamber’ine imân edersiniz, O’nun yolunda mallarınızla, canlarınızla cihad edersiniz!’ (Sâff: 10-11)
Buyuruyorsun. Şüphesiz ki sen vaadinden dönmezsin!..
Allah’ım! O nasıl ki senin dâvetine uyup, din-i İslâm’ı korumada gevşeklik göstermeden emrine icâbet etmiş ve bu uğurda gecesini gündüzüne katmış ise, sen de ona zafer ihsân
eyle! Onu düşmanların hîlelerinden uzak kıl ve muhâfaza et! Allah’ım! Ona bütün güçlükleri kolaylaştır ve küffarı bozguna uğratarak, İslâm askerlerini muhâfaza eyle!..” (İbnü'l-Adîm, “Bugyetü't-Taleb fî Târîh-i Haleb”, vr. 288a-b.)
Sultan Alparslan komutasındaki Selçuklu ordusu hıristiyan Bizans gürûhu ile cenge başladığı sırada, imparator Romanos Diogenes bir elçi gönderip Selçuklu Sultânı'na hitâben; “Ben senin önüne karşı koyamayacağın bir askerle geldim. Eğer benim tâbiiyyetim altına girersen sana yeteri kadar memleket veririm ve benim satvet ve şiddetimden emin olursun; ki, bunu mutlakâ yapman gerekir. Çünkü benim yanımda üç yüz bin atlı ve yayadan müteşekkil bir ordu; para, eşyâ ve silâhla dolu on dört bin araba vardır. Bu takdirde hiçbir İslâm askeri benim önümde duramaz, İslâm şehir ve kalelerinden hiçbiri benim karşımda kendini koruyamaz!” demek cür'etinde bulunmuştu. Sultan bu sözleri işitince, İslâm'ın şeref ve kudreti kendisinde gâlip gelerek, yolladığı elçiye bu sahte kahramâna derhâl şu sözünü iletmesini emir buyurdu:

“Efendine söyle ki; sen bana kastetmedin, Sübhân olan Allah bana seni ve ordunu müslümanlara yem olmak için gönderdi! Boyunduruğum altına girmen ve bana kölelik etmen yakındır! Askerlerinin kimi ölecek, kimi esâretim altına girecek, hazînen yağma edilecektir. Şimdi hiç durma, savaşta elinden geleni ardına koma! Bil ki senin, askerlerinin boyunlarının koparılışından ve hâzinenin yağmalanışından başka göreceğin hiçbir şey yoktur!” (“Ahbârü'd-Devleti's-Selçûkiyye”, s. 52-53, bas.: Lahor, 1933.)
Melikşah ve Sancar:
Alparslan'ın şehâdetinden sonra tahta geçen Sultan Melikşâh, küffarla yapılan mücâdeleyi kararlılıkla devâm ettirmiş ve bu yolda canını seve seve fedâ etmekten çekinmemiş; oğlu Sultan Sancar da şehîd babası Melikşah'ın mîrâsını üstlenerek, “İ'lâ-yı Kelimetullah” uğrunda ölünceye kadar gazâya devam etmişti. Nitekim Meyyâfârikîn şehrindeki elli bin müslümanı esir eden Bizans imparatoru'na esirleri serbest bırakması için gönderdiği mektupta, Sultan Sancar imparatorun şahsında bütün kâfirlere şöyle hitap etmekteydi: “Duydum ki müslümanların illerini istilâ edip, zulm ile onlardan kimini esir etmişsin, kimini de kılıçtan geçirip mallarını yağma etmişsin. Şeytanın ektiği mağrûriyet tohumu sana bu işin sonunu hiç düşündürmemiş! Bizim Peygamber'imiz Allah-u Teâlâ'nın emriyle hakkı ortaya koydu; bütün âlem karanlığa gömülmüşken O'nun inâyetiyle çok geçmeden, bu dinin izleri cihanşümûl olup doğuyu ve batıyı tuttu. Hulefâ-i râşidin zamânında diyar-ı Rûm'a ve Abhaz'a kadar var
Ekleme Tarihi: 23.01.2009 - 00:35
Bu mesajı bildir   Muhtazaf üyenin diğer mesajları Muhtazaf`in Profili Muhtazaf Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
KUTAY_ su an offline KUTAY_  

335 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 31.08.2008
En Son On: 22.03.2009 - 00:29
Cinsiyeti: Erkek 
sevmezse sevmesinler bu kadar uzun yazıyı onlar bizi neden sevmiyor diye okuyamam.

o kadar ilgilendirmiyor yani.

Te$ekkürler
Ekleme Tarihi: 26.01.2009 - 00:28
Bu mesajı bildir   KUTAY_ üyenin diğer mesajları KUTAY_`in Profili KUTAY_ Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
Pozisyon düzeni - imzaları göster
Sayfa (1): (1)
önceki konu   sonraki konu

Kategori Seç:  
Sitemizde şu an Yok üye ve 1461 Misafir mevcut. En son üyemiz: Didem_


Admin   Moderator   Vip   Üye ]

Hayırlı ömürler dileriz.    Bu üyelerimizin doğum günlerini tebrik eder, sıhhat ve afiyet dolu bir ömür dileriz:
alaatalay (64), oemer36 (54), Harun_Yahya (39), By_ExCalibuR (39), beyzanur68 (41), ekemen (55), emstuh (38), Belamir (27), bilgen (43), hasretpamuk (42), murat tilki (45), hatýce02 (33), phonexx1 (38), islamin Gulu (33), sepultura (45), _-cigdem-_ (36), _Dua_ (36), sairadnan (46), zz0102 (52), nur.nurani (41), x_ebr@r_x (37), mumino (37), meryemcevahir (40), güldali (64), happyman (48), gencmcucahid (38), ak0571 (47), efrail (43), emel_hanim (48), Gülkurusu (48)
24 Saatin Aktif Konuları
0

Copyright © ((( RAVDA.net )))  *  İrtibat   *   RAVDA Reklam Servisi   *   Tüm hakları saklıdır, izinsiz alıntı yapılamaz.
Sitemizde yayınlanan imzalı yazıların içeriğinden yazarları, forum ve yorumlardan ekleyen şahıslar sorumlu olup, kesinlikle sitemiz sorumlu değildir.
© by ((( RAVDA.net )))

Sayfa 0.63392 saniyede açıldı