0
Start Giriş Üye Ol üyeler ((( RAVDATe@m))) Arama
Toplam Kategori: 69 *** Toplam Konu: 30100 *** Toplam Mesaj: 148193
Forum Anasayfa » D İ N / İ S L A M » SİYER-İ NEBİ » Bu seçim nasıl bir seçim dir? sıradan bir seçim midir?

önceki konu   sonraki konu
Bu konuda 1 mesaj mevcut
Sayfa (1): (1)
Ekleyen
Mesaj
ahsenitakvim su an offline ahsenitakvim  
Themenicon    Bu seçim nasıl bir seçim dir? sıradan bir seçim midir?

11 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 18.07.2007
En Son On: 15.08.2007 - 11:21
Cinsiyeti: ----- 
Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz, Muaz Bin Cebel’i, Yemen’e vali tayin ediyor. Ona diyor ki:
- Ya Muaz oraya gittiğinde ne ile hükmedeceksin?
- Kur’ân-ı Kerim’le ya Resûlullah.
- Kur’ân-ı Kerim’de bulamazsan ne ile hükmedeceksin?
- Senin sünnetinle ya Resûlullah.
- Sünnetimi de bulamazsan ne ile hükmedeceksin?
- Kendi reyim ile ya Resûlullah.

Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz, Kur’ân-ı Kerim’inde bize açıkladığı gibi, Allah’ın tasarrufta olan Nebîsi'dir. Ruhunu, fizik bedenini, nefsini, iradesini ve aklını Allahû Tealâ’ya teslim ederek Allah’ın tasarrufa ulaşmış Son Nebîsi'dir. Tasarrufta olması sebebiyle Resûlullah (S.A.V) Efendimiz’in seçimi kendi seçimi değildir. O’nun seçimi Allah’ın seçimidir:

28/KASAS-68: Rabbin dilediğini yaratır ve seçer. Seçim (yapmak istediğini seçmek) onlara ait değildir. Allah onların ortak koştuklarından münezzehtir.

Bu dünya hayatında Sıratı Mustakîm’e (hidayete) adım atılan tövbe merasiminde Allahû Tealâ, Resûlullah (S.A.V) Efendimiz’in eline tecelli ediyor:

48/FETİH-10: Muhakkak ki onlar sana biat ettikleri zaman Allah’a biat etmiş oldular, onların ellerinin üzerinde (Allah senin bütün vücudunda tecelli ettiği için ellerinde de tecelli etmiş olduğundan) Allah’ın eli vardı. Kim (derecesini nakısa) düşürürse, muhakkak ki o nefsi sebebiyle (Allah’a verdiği yeminleri, ahdleri yerine getirmediği için) derecesini nakısa düşürmüştür. Kim de Allah’a olan ahdlerini (yeminini, misakini ve ahdini) yerine getirirse ona büyük mükâfat (ecir) verilecektir (cennet saadetine ve dünya saadetine erdirilecektir).

8/ENFAL-17: Onları siz öldürmediniz, ama onları Allah öldürdü. Ve attığın zaman da sen atmadın ama Allah attı. Ve Allah, mü'minleri Kendisinden ahsen bela ile imtihan eder. Muhakkak ki; Allah, işitendir ve bilendir.

7/A’RAF-188: De ki: “Allah’ın dilemesi hariç, ben kendime fayda veya zarar verecek güce malik değilim. Eğer ben gaybı bilseydim, hayrı mutlaka çoğaltırdım, bana bir kötülük dokunmazdı. Ben ancak mü’min olan kavim için bir nezir (uyaran) ve müjdeleyiciyim.

Bu üç âyet-i kerimeden de anladığımız o ki; iki cihan serveri Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz, tasarruftadır.
Eğer Sevgili Peygamberimiz, Muaz’i Yemen’e vali olarak tayin ediyorsa, bu seçim Allahû Tealâ’nın seçimidir. Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz ki; O, ayaklı bir Kur’ân-ı Kerim’dir. O halde Allah’ın o kadar sahâbesinin içerisinde bu insanı seçmesi boşuna değildir. Zaten Kur’ân-ı Kerim’in bize tespit ettiği de tüm sahâbenin irşada ulaşmış olduğudur. Ama irşada ulaşan Muaz Bin Cebel’i bile Peygamber Efendimiz (S.A.V), onu Yemen’e gönderirken, orada insanları irşadla görevli olduğunu ona bildiriyor ve irşadın yegâne kaynağının Kur’ân-ı Kerim olduğunu Allah’ın Resûl’ü tespit ediyor.
Demek ki, zaman içerisinde Allah’ın Resûlü’nün şefaatiyle irşada ulaşan Muaz Bin Cebel, Resûlullah’a fizikî şartlar içerisinde ulaşamayan Yemen halkına hem idareci olarak, hem de oradaki insanları irşad etmek üzere Allah’ın Resûl’ü tarafından vazifeli kılınıyor.
Oradaki idaresinde, insanları irşadında ikinci kaynak olarak; “Ey Allah’ın Resûl’ü, senin hadîslerini, sünnetini uygulayacağım.” diyor. Kur’ân-ı Kerim, Allahû Tealâ’nın biz insanlar için seçtiği İslâm’ın ezelî ve ebedî yegâne kaynağıdır. O halde Âdem (A.S)’la başlayan İslâmî dîn, zirve noktaya Peygamber Efendimiz (S.A.V)’le ulaşmıştır. Allahû Tealâ’nın, ne kadar değişmez kanunu varsa hepsini 23 sene boyunca Cebrail (A.S) vasıtasıyla Resûlullah’a vahyediyor. Bütün bu âyetlerin toplamı şu anda elimizde olan Kur’ân-ı Kerim’i oluşturuyor. Kur’ân-ı Kerim, Allah tarafından korunan bir Kitap olması sebebiyle, bir tek harfi bile değişmemiş olarak elimizde mevcuttur.

15/HİCR-9: Bu zikri Biz, muhakkak ki Biz indirdik, O’nun muhafızı (koruyucusu da) muhakkak ki Biziz.

Korunan ve hayat kitabımız olan Kur’ân-ı Kerim’i en üst safhada yaşayan yine Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz’dir. Hiç kimse O’nun kadar Kur’ân-ı Kerim’i en üst noktada hayatına tatbik edemez. Allah bu tespiti yapıyor ve Ahzab Suresinin 21. âyet-i kerimesinde bize şöyle açıklıyor:

33/AHZAB-21: Allah’a ulaşmayı dileyenler ve Allah’a ulaşanlar ve Allah’ı çok zikredenler için andolsun ki Allah’ın Resûl’ü en güzel (ahsen) örnektir.
Öyleyse Allah’ın Resûl’ünden bize kalan en büyük miras, Kur’ân-ı Kerim ve Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in Kur’ân-ı Kerim’i hayatına tatbik etme şeklinin İslâm kaynaklarındaki adı olan “sünnet”tir. Sünnetin, bir hadîsler bölümü, bir Resûlullah’ın fiili olarak yaşadığı, gerçekleştirdiği amel bölümü, bir de Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz’in yanında gerçekleşip de karşı çıkmadığı sükût ettiği, ikrar ettiği bölümü vardır. Resûlullah’ın sünneti bu üç bölümde oluşuyor. Allah’a hamdeder, şükrederiz ki, bizler en güzel biçimde sünnetten faydalanabiliyoruz. Zira, zaman içerisinde bu hadîslerin içerisine mevzu hadîsler karışmıştır. Özellikle İbni Ebul Avce: “Ben tek başıma 2000 hadîs uydurdum.” diyor. Bu uydurulan hadîslerin aslî hadîslerle karışması, insanları ihtilâfa götürüyor. Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz, “Riyazet-ül Sâlihîn”in önsözünde vaaz ettiği bir hadîs-i şerifinde şöyle buyurmuşlardır:
“Birgün benim hadîslerim tartışma konusu olacak. Tartışma konusu olduğu günlerde Kur’ân-ı Kerim’e bakınız.” Muaz Bin Cebel, O’nun döneminde yaşayan, irşada ulaşan ve Resûlullah’ın söylediği hadîsleri taptaze, dipdiri olarak kafasında bulundurabilen birisi. Henüz Peygamber Efendimiz’den sonra çok zaman geçmiş değil. Bu sebeple, sözlerin değişmesi, saptırılması henüz söz konusu değil. Bu sebeple hak sahiplerine gerçekleri hiçbir şey katmadan olduğu gibi ulaştırma imkânına sahip. Ama aradan geçen seneler, hatta asırlar sonra, hadîslerin gerçek olmama ihtimali giderek çoğalır. Çünkü geçen zaman, bir kısmının aşınmasına sebebiyet verecektir. Zaman devreye girince beşerî vasıflardan bir tanesi olan unutkanlık devreye girecektir. Unutmak, “nesiye” kökünden gelmektedir. O halde insan bu vasıfla mücehhez! İnsan bir mesajı olduğu gibi aslî kaynaktan alıp karşı tarafa ulaştıramayabilir ama Kur’ân-ı Kerim için böyle bir tehlike yoktur. Çünkü; Kur’ân-ı Kerim’i Allahû Tealâ koruyor. Allahû Tealâ, Fussilet Suresinin 42. âyet-i kerimesinde şöyle buyuruyor:

41/FUSSİLET-42: Ne önünden, ne arkasından asla bâtıl arız olamaz. Hikmet sahibi ve Hamîd olan (Allah)’tan inmiştir.Bu Kitab’ın bir tek harfi bile değişmemiştir ama sünnetlerde, hadîslerde birtakım ihtilaflar vardır ve hadîslerin içerisine mevzu hadîsler karışmıştır.
“Bulamazsan neyle hükmedeceksin?” deyince Muaz Bin Cebel’in, “reyimle” dediğini görüyoruz ki bu en çok yanlış anlaşılan konudur. “Ben neden aklımla Kur’ân-ı Kerim’i öğrenmeyeyim! Ben neden aklımla İslâm’ı yaşamayayım!” diyenler var. Halbuki “Ben, reyimle amel edeceğim.” diyen zat ile “Ben, neden aklımla İslâm’ı yaşayamayayım?” diyen Nefs-i Emmare’deki insanı Kur’ân-ı Kerim’e göre karşılaştırırsak, Nefs-i Emmare’de olan bir insan, kendisini Muaz Bin Cebel’in yerine koyuyor.
Muaz Bin Cebel, herşeyden evvel, Resûlullah’ın sahâbesidir. Muaz Bin Cebel, Resûlullah’ın şefaatiyle o gün İslâm’ı yaşayan, İslâmî savaşlarda yer alan, fizik bedenini Allah için harcayabilen ve ruhunu Allah’a teslim eden bir sahâbidir. Eğer Resûlullah onu seçmişse, bu seçim Allah’ın seçimidir. O’nun hiçbir sözü kendi hevasından olmaz! O, tamamiyle Allah’ın vahyiyle hareket eden, Allah’ın tasarrufunda olan bir kişidir. Kendisine bağlı o kadar sahâbenin içerisinden Muaz Bin Cebel’i seçmişse, boşuna seçmemiştir. Muaz Bin Cebel, irşada ulaşmış, irşad etme yetkisinin sahibi kılınmıştır.
O halde bu vasıfların sahibi olan Muaz Bin Cebel: “Reyimle amel edeceğim.” dediğinde bugünkü dîni kaynaklardaki ismi ile en az müçtehitti. İçtihad yapabilen, nefsini Allah’a teslim eden birisiydi. Kendi reyi de olduğu zaman, aklını Allah’ın söylediğine tâbî kılması, mürşidine tâbî olmasıdır; Allah’ın seçimini benimsemesidir. Öyleyse bugün akîl-bâliğ olan, Nefs-i Emmare’de olan insanların adeta Allah’ı, Kur’ân-ı Kerim’i, Resûlullah’ı sorgulamaları, kendilerini cehenneme mahkûm etmeleridir. Akıl bize Allah’ın emirlerini çürütmek için verilmedi. Allahû Tealâ, bize aklı, O’nun âyetlerini, Resûlullah’ın hadîslerini algılayalım diye verdi. Dolayısıyla niyetimiz hiçbir zaman Allah’ın âyetlerini, Resûlullah’ın tatbikatını sorgulamak değil, aklımızla Allah’ın âyetlerini, Resûlullah’ın tatbikatını anlamak olmalı. Sorgulamak ayrıdır, anlamak ayrıdır. Allah’ın dînini çürütmeye çalışmak, ibadetlerin gereksiz olduğunu ispatlamaya çalışmak, “Kutuplarda insanlar nasıl namaz kılar?” şeklindeki sorular, Allah’ı sorgulamaktır. Bu, Allah’ın âyetlerine küfretmektir. Halbuki namaz, bütün insanlara farz olduğu gibi kutuptaki insana da farzdır. “Acaba kutuptaki insanlar nereye tâbî olarak namaz kılacaklar veya hangi şartlar altında namaz kılacaklar?” şeklindeki araştırmacı bir düşünce, insanı farklı bir sonuca götürür. Bu, meseleyi anlamaya çalışmaktır. Bunlardan birisi sorgulamaktır, birisi ise meseleyi anlamaktır. Allahû Tealâ aklı, Allah’ın sistemini, Allah’ın kanunlarını ve Resûlullah’ın tatbikatını algılayalım diye, yaşayalım diye, hayatımıza tatbik edelim diye bize vermiştir.
Ne yazık ki bugün Allah’ın ve Resûl'ünün emirlerini sorgulayan, aklı peşinden giden, hevasına uyan insanlar bu birinci tatbikatın içerisinde adeta Allahû Tealâ’nın emirlerini sorgularcasına, Allah istediği kadar Kur’ân-ı Kerim’de: “Sen nefsini tezkiye edemezsin.” dese bile “Hayır, aklımla kendi nefsimi tezkiye edeceğim.” demektedirler.
Eğer Allahû Tealâ, Kur’ân-ı Kerim’de; “Sen nefsini tezkiye edemezsin. Allah dilediğinin nefsini tezkiye eder. Ben sizin nefsinizi bir resûl vasıtasıyla tezkiye ederim.” diyorsa, o halde biz de aklımızı resûle teslim etmek zorundayız. Aklımız mürşide tâbî olmak zorundadır. İnsanların çoğu dîni el yazması kitaplardan öğrendikleri için Allahû Tealâ’nın emirlerine muhalif olmaktadırlar. El yazması kitaplar aklın ürünüdür ve Kur’ân-ı Kerim’e ters düşmektedir. Eğer insanlar dîni Kur’ân-ı Kerim’den öğrenselerdi, o zaman el yazması kitaplara ihiyaç duymayacaklardı.
Aşağıdaki âyet-i kerimenin bu konuda bize verdiği mesaja bakalım:

2/BAKARA-78: “Ve minhum ummiyyûne lâ ya'lemunel kitâbe illâ emâniyye ve in hum illâ yezunnûn(yezunnûne).”
Onlardan bir kısmı ümmîlerdir. Onlar (Allah'ın) Kitab'ını bilmezler (tanımazlar da). Sadece emaniyyeyi (kişilerin el yazması kitaplarını) bilirler. Onlar sadece zan (ve kuruntu) içindedirler.

Burada “Kitap” denilen; Kûr’an-ı Kerim’dir. “Emaniyye” ise aklın ürünü olan el yazması kitaplardır. Çünkü; takip eden âyet-i kerime, bize bu gerçeği ifade ediyor:

O halde şu sonuca ulaşıyoruz ki; âyetler gibi hadîsleri de açıklama yetkisine sahip olanlar ancak Allah’ın üst seviyedeki sevgili kullarıdır. Her önüne gelen hadîstir diye, Resûlullah’ın kelâmıdır diye: “Ben istediğim gibi yorumlayabilirim.” diyemez. Böyle derse dîni tahrif etmiş olur ve dîn tatbikatını değiştirmiş olur. Nasıl ki Kur’ân-ı Kerim’de muhkem ve müteşabih âyetler varsa, bugün hadîslerin kümülatif toplamını göz önüne alırsanız, müteşabih hadîsler de vardır. Bunlardan bir tanesini örnek olarak verelim.
Hz.Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz buyuruyor ki:
“Rabbimiz ben bir kulunu seversem onun gören gözü olurum, onun tutan eli olurum, onun yürüyen ayağı olurum, onun konuşan dili olurum, onun işiten kulağı olurum.”

Bunlardan göz, bir uzuv; el, bir uzuv; ayak, bir uzuv. Halbuki, Allah uzuvlardan münezzehtir. Allah mahlûkatın sahip olduğu bütün sıfatlardan münezzehtir. Ama Allah, “Ben böyle olurum.” diyor. Bundan, tasarrufa ulaşan Allahû Tealâ’nın en üst seviyedeki sevgili kullarının bu dizaynın içerisinde yer aldıklarını idrak etmemiz lâzım. Deniyor ki: “Tasavvufçular fizik âlemin ötesindeki şeylerle uğraşıyor. Subjektif, hayal mahsulü olan, dolayısıyla insanların sapmasına çok meyyal olan bir alanda çalışıyorlar.”
Subjektif denilen alanda Allah’ın gözü hakimdir, fakat objektif denilen alanda sizlerin gözü (kafa gözü) hakimdir. Allah’ın gözleriyle (kalp gözü), sizin gözleriniz (kafa gözü) mukayese edildiği zaman, şu sonuç çıkar: Bize verilen bu kafa gözü, objektif diye tanımlanan, gördüğü nesnelere îmân eden bir insana aittir. Subjektif olan ise kalp gözü, yani Allah’ın kumanda ettiği gözdür. Allah’ın tasarrufunda olan bir insanla, kendi kendine, aklıyla hareket eden bir insanı mukayese edebilir misiniz?


Bu mesaj 2 kez ve en son ahsenitakvim tarafından 29.07.2007 - 10:44 tarihinde değiştirilmiştir.
Ekleme Tarihi: 29.07.2007 - 10:37
Bu mesajı bildir   ahsenitakvim üyenin diğer mesajları ahsenitakvim`in Profili zum Anfang der Seite
Pozisyon düzeni - imzaları göster
Sayfa (1): (1)
önceki konu   sonraki konu

Kategori Seç:  
Sitemizde şu an Yok üye ve 1152 Misafir mevcut. En son üyemiz: Didem_


Admin   Moderator   Vip   Üye ]

Hayırlı ömürler dileriz.    Bu üyelerimizin doğum günlerini tebrik eder, sıhhat ve afiyet dolu bir ömür dileriz:
burcunur (42), jihad soldat (43), alpakman (34), kerbela_34 (41), SpedeR (47), eminilhan (47), Glkc (36), mujdatciftci (35), aklima gelmedi (34), meraladem (39), heval yunus (34), muhammet ali (38), sosyolog983 (41), agus (44), müslüman cocuk (37), nakirev (42), enime (42), furkan_^^ (49), guller (44), sahdamar (41), metin uzun (42), abdulsamet (55), negative (39), homurhomur (51), snibsirm (44), husamaygor (37), estor (63), caykarali61 (43), aLi_osman (36), Avci_55 (37)
24 Saatin Aktif Konuları
0

Copyright © ((( RAVDA.net )))  *  İrtibat   *   RAVDA Reklam Servisi   *   Tüm hakları saklıdır, izinsiz alıntı yapılamaz.
Sitemizde yayınlanan imzalı yazıların içeriğinden yazarları, forum ve yorumlardan ekleyen şahıslar sorumlu olup, kesinlikle sitemiz sorumlu değildir.
© by ((( RAVDA.net )))

Sayfa 0.75371 saniyede açıldı