0
Start Giriş Üye Ol üyeler ((( RAVDATe@m))) Arama
Toplam Kategori: 69 *** Toplam Konu: 30100 *** Toplam Mesaj: 148193
Forum Anasayfa » D İ N / İ S L A M » İBRET TABLOLARI » AB türkleri neden sevmez.?

önceki konu   sonraki konu
Bu konuda 3 mesaj mevcut
Sayfa (1): (1)
Ekleyen
Mesaj
fikri1 su an offline fikri1  
AB türkleri neden sevmez.?

6 Mesaj

Kayıt Tarihi: 14.12.2005
En Son On: 15.12.2005 - 12:37
Cinsiyeti: ----- 
Bir kısım öğrencisiyle Boğaziçi'nde geziye çıkan İstanbul Üniversitesi
profesörlerinden Alman asıllı Prof. Fritz Nuemark talebelerinden birinin:
"Avrupa bizi neden sevmez, Hocam?" sualine, şu cevabı verir:
-Çok samimi olarak itiraf edeyim ki, Avrupalı, Türkleri sevmez ve sevmesi de
mümkün değildir. Asırlardır kilisenin Türk ve İslâm düşmanlığı
Hıristiyanlar'ın hücrelerine sinmiştir. Sebeplerine gelince:

1-Müslüman olduğunuz için sevmez. Ama, fazla laik olmak şöyle dursun, Hıristiyan olsanız da size düşman olarak bakmaya devam eder.

2- Sizler farkında değilsiniz ama, onlar şu gerçeğin farkındadırlar: Tarihten Türk çıkarılırsa ortada tarih kalmaz. Osmanlı arşivi tam olarak ortaya çıkarsa, bugünkü tarihlerin yeniden yazılması gerekir.

3-Avrupa'nın pazarı idiniz. Şimdi Avrupa'yı Pazar yapmaya başladınız.

4-En az 400 yıl Avrupa'da sırtımızda ve ensemizde at koşturdunuz.

5-Selçuklular Anadolu'yu, Osmanlılar ise Orta Avrupa ve Balkanları Haçlıordularına mezar ettiler.

6-Sizi silah ile yenemeyenler, sizleri kendilerine benzeterek hakimiyet sağladılar. Önce giyiminizden hayat tarzınıza kadar, ahlâki değerlerinizi yıpratmaya başladılar, sonra da kendi içinizde sizi bölmeye başladılar.

7-Selçuklu ve bilhassa Osmanlı, İslâmiyet uğruna her şeyini feda etmeseydi,İslamiyet belki bugün belki sadece Hicaz'da varlığını devam ettirdi. Kaldı ki Vehhabiliği kuranlar da İngiliz Dominyon Bakanlığının adamlarıdır. Batı her yerde, İslamiyet'i sapık inançlara kanalize etti. Ama Osmanlı, Asr-ı Saâdet'i devam ettirdi.

8-ifade ettiğim sebeplerden kilise size kin kusmaktadır.

9-Ben Türkiye'ye geldiğimde 2 üniversiteniz vardı. Şimdi (o zaman) 19 üniversiteniz var. Osmanlı zamanında ise her yerde bir medrese vardı.
Tarihinize bakın! Her medrese de ilim tedrisâtı vardı.

İlk denizaltıyı Osmanlı'nın yaptığını çoğunuz bilmiyorsunuzdur belki de ama Avrupa bunu biliyor.

10-Sizler, gerçek hüviyetinize döndüğünüz an Avrupa'nın refâhı ve medeniyeti yıkılır. Ama bu şartlarda çok zor...

İşte Alman asıllı bir Profesör'ün ağzından dökülen gerçekler. Ve hiç yorum yapmadan sizlere sunmayı uygun gördüm.

Yorum sizin...

Ayhan ÇİFTÇİ/ ufukötesi gazetesi
Ekleme Tarihi: 15.12.2005 - 11:14
Bu mesajı bildir   fikri1 üyenin diğer mesajları fikri1`in Profili zum Anfang der Seite
severmisin su an offline severmisin  
Dinler Arası diyalog

41 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 09.12.2005
En Son On: 27.12.2005 - 10:03
Cinsiyeti: Erkek 
Dinler Arası Diyaloğ Ya da Ehl-i Kitabın Encamı

Son derece netameli hale sokuldu bu iki mesele! Diyaloğu basit insani ilişkilerin ötesine taşıyanlar:

a) Bu tebliğ için müzakere, muhavere ise hadi olsun



b) Karşılıklı dokunulmazlığı saldırmazlığı sağlamaksa o, dinler arası değil de toplumlar arası siyasi ilişki gibi olur ki, bunda da beis yok...



c) Yok dinleri kıyaslayarak; hangisi daha doğru, faydalı, geçerli olduğunu tesbit gibi bir şey ise, iki taraf için abes: Çünkü, kendi dininden/ geçerliliğinden şüpheyi ifşa eder ki küfür-dür, hiyanettir de.



d) Dördüncü ihtimalse, kişinin ahmaklığı ve haddini tanımazlığı olabilir...



Dayanak olarak alınan Ayet-i kerime’ye gelince; hem karşı taraf, bunu istismar etmekte, hem bu taraftan dinin izzetini kavrayamayanlar heveslerine malzeme etmektedir:

Çünkü bu din, en son ve ilâhi metodla en olgunlaşmış bir sonuçtur: ‘‘Bugün dininizi size ikmalettim, size nimetimi tamamladım. Din olarak da sizin için İslâmı uygun gördüm (İslamı-nızdan razı oldum.) (Maide: 3)



‘‘Allah indinde din İslâmdır. Kitablıların ihtilafı ise ilmin gelmesiyle, çekemezliklerin-dendir. Ha, Allah ayetlerini inkaredenlerin hesabını acilen görür. (A.İmran: 19)



‘‘Allah’ın dininden başkasını mı arıyorlar? (A.İ.: 83)



‘‘Kim İslâmdan başka din ararsa, asla kabul değildir.Öyleleri Ahirette de hüsrandadır’’

(A.İ.: 85)



‘‘Din’’ diye adlandırılan her hayat tarzını bu ‘‘diyaloğ’’ çağrısına katanların ise hiçbir mesnedi olamaz. ‘‘Kitap Ehl-i’’ diyerek bahane arıyanlar ise;

‘‘Deki (çağır) Ey Ehl-i Kitap gelin aramızda ortak bir ilkeye: Allah’dan başkasına tapmayalım. Ve ona ortak koşmayalım; başka şahısları da rab saymayalım.. Eğer gelmezlerse, şöyle diyin: Şâhidolun biz müslümanız!..’’ (A.İmran: 64)



‘‘Diyaloğ yaygarası’’nın papa ve patrik barışmasından sonra ortaya atıldığı biliniyor.Osmanlının vuruşturarak ayrı tuttuğu bu iki fitne yuvası 1965’lerden sonra bir diya-loğa girdi ve bunu icad etti. Bir de İbrahimî dinler safsatasını... ‘‘Ekümerik patrik’’ tezi ise Bizansı ihya hedeflidir. Hepsi de özünde aynı hedefe yönelik siyasi planlardır. Yoksa onlar da İslâm’ın gücünü ve ebediliğini çok iyi biliyorlar. Ama bizim milletin seksen yıldan beri cehhalete itildiğini de bilerek bunları teklif ediyolar. Bir de Hz. İbrahim’in iki nebinin babası olması vakıasıyla kendi bozuk dinlerine payanda arıyorlar. Halbuki:

‘‘İbrahim ise ne yahudi, ne hıristiyan ama hanif-müslimdi. Müşrikte değildi asla’’

(A.İmran: 66)

***



Bunu ta başa, temele götürmek gerekti: O evrensel (tabirine uyar) bir kuraldır: Çıkışı da hedefi de verir! Hadid suresi, 25.Ayete bakıyoruz:



‘‘Biz Rasullerimizi, mucize (belge)lerle donatarak göndermişizdir. Ve onlarla kitap ve mizan indirmişiz ki; İnsanlar adaletle ayakta durabilsin (adaleti gerçekleştirsin)

Biz demiri de indirdik (sezdirdik.) onda şiddetli belâ yanında, insanlara çok fayda var: Onunla Allah (insanların) hangisi, kendi dinine ve Rasulüne destek olacağını belir-ler. Aziz ve kavidir...’’

Burada, Ademden beri gelen her peygambere insanların adaletle (insan fıtrat ve haysiyetine uygun hayat) yaşaması için vahy etmiş; ölçüler, ilkeler öğretmiş: İnanılacak yapılacaklar...

Bu vahiyler ‘‘Kitap’’ olmuş. Ama hem ilâhi murad gereği hem de zamanın akışı içinde bunlar tahrif edilmiş, kaybolmuş, ilavelerle çok farklı akide ve ahlaklar ortaya çıkmış... Bunlardan cemaatıyla az çok Peygamberinden iz ve anılar taşıyan ancak Musa’nın, Davud’un ve İsa’nın vahiylerinin gölgesi sürmüştür.

Ama Kur’an öyle bir çağda gelmiş ki; insanlık rüştüne ermiş, teknik ve madeni unsurların esasları çıkmış ve oluşmuş. Böyle bir dönem, (uyanıklık dönemi) Kur’an’ın anlaşılması ve 30-40 yıl içinde tabilerinin dünya devleti çapına ulaşmasını getirmiş:

- Kitap sapasağlam,

- Peygamberi belli, hayatı besbelli.

- Peygamberin çevresi belli ve kadrosu (25 yıl) içinde en adil devleti kurmuş, yıldırım hızıyla da dünyayı tutmuştur.

- Devletli din olarak da, asla tağyine uğramamış...

‘‘Kitap Ehl-i’’ kavramını da işte bu bozulmayan Kur’an, o nisbeten de olsa semavi koku taşıyan Tevrat ve İncil ehline isim yapmış... İşte bu ayet de onları (A.İ.: 64) Son Nebi’ye bağlanıp Tek Allah’a inanmaya çağırıyor... Bu bir tebliğ ve davettir.

Metod olarak da, ‘‘İstila Tariki’’dir. Yani üstünlük her yönden (aslına uygunluk, güç ve üslûpça...) İslâmdadır. Bu çağrı bir tür icbar ve ilzamdır.

Allah ve Resul buyruğudur. Müzakereye, tartışmaya mahal yoktur: Nitekim de; devlet başkanına yazılan Peygamber mektuplarında bu teklife işaretle; ‘‘Müslüman olun kurtulun’’ deniyor. Aksi halde (Tevbe: 29. ayet) öne sürülüyor:

‘‘Kitap verilenler (Ehl-i Kitap)tan; Allah’a Ahiret gününe inanmayan, Allah ve Resul’ünün haram kıldığını haram saymayan, Hak Dini din edinmeyenleri alçaltarak cizyeye bağlayın!..’’

Cizye veren aşağıdadır. Alansa üstte. Hüküm üsttekindedir. O şartlarla müzakere, muhavere, cedel ve hatta diyaloğ yapılır. Hepsi İslâm’ı tebliğ, telkin ve öğretmedir, tâlimdir. Bu da vazifedir...

Ama kendi dinini ciddiyetle kavramamış, dil bilmez; ötekinin dinini ve yorumunu hiç bilmez kişi; İlâhiyat prof.’ü ya da müfti; kime ne öğretecek? Kime karşı ne savunacak? Belli ki, ezile büzüle misyonere/ papaza teslim olup en iyi ihtimalle;

‘‘Sizin dininiz de Hak dinidir...’’ diyecek...

Diyaloğ – diyalektik aynı kökten:

Diyalektik, söz istifi; bir fikri, inancı ve sistemi en üstün üslûpla sunmak ve karşıtını da ustaca çürütmek sanatıdır. Bu ise, önce kendi nizamına çok iyi kavramış olmaya, felsefe ve mantık kültürüne sahip olmuş olmaya, zekasıyla ani intikallerle hasmı susturma gücüne ermiş bulunmaya dayanır...

Biz, Türkiye ortamında bu kudrete sahip kişi görmediğimiz gibi; bu işe soyunanlarınsa, alabildiğine heveskâr ama aynı derecede boş ve yeteneksiz olduğunu okuyoruz. Sadece İslâm’ın izzetini harcamayı başarabilirler bu kişiler. Zihni kamaşmış, İslâm’ın geleceğinden şüpheye düşmüş; bu haliyle de kahramanlığa soyunan zavallılar...

Sözde İslâm’a hizmete koşarlar ama sonu hezimettir. Haniya kiminle müzakere ve neyi müzakere? Son ve ebedi olan; Kitabı-sünneti ve bu iki asla uygun bütün ilim ve ahlak kurum-larıyla dimdik ayakta duran dinle; herşeyini kaybetmiş olanları karşılaştırmak mı?.. Hakka hi-yanettir. Ayni zamanda öbürlerine de kıymaktır: Çünkü; ehliyetle bu işe girişen kişi, bir hıristiyan veya yahudiyi ikna ederek, hidayetine sebep olacakken; bu zihni kamaşık yalancı dahi (!) onları, İslâm’dan daha bir uzaklaştırır. Çünkü iyi savunulamayan fikir (tez) mağlup olur.[1] Güçlü savunma ise, zayıf fikri bile üste çıkarır.



Kısa bir kıyaslama:



a) İslâm’ın Amentüsü:



1. Allah’a, birlik ve mutlak hakimiyetine eşi ve benzeri olmadığına, her şeyin O’nun dilemesiyle olduğuna iman.

2. Peygamberlerin bütününe iman.

3. Meleklerin, varlık, mahiyet ve ödevlerine göre iman.

4. Kaza ve Kaderin Allah’ın elinde olduğuna iman.

5. Peygamberlere gelen vahiylerin aslına iman.

6. Ahiret ve suale inanmak...



b) Bir de Hıristiyan amentüsüne bakalım:



1- Ben, yeri-gögü yaratan, herşeye kadir baba Tanrıya.

2- Efendimiz olan, O’nun biricik oğlu İsa’ya.

3- Ruhü’l-Kudüsten gebe kalınana.

4- Bakire Meryemden doğana.

5- Onun pontus pilatus’tan zulüm gördüğüne.

6- Çarmıha gerildiğine, öldüğüne, gömüldüğüne.

7- Cehennemlere indiğine.

8- Üçüncü gün tekrar canlandığına.

9- Göklere çıkıp, kadir olan Baba Tanrı’nın sağına oturduğuna.

10- Oradan gelip, ölüleri, dirileri hesaba çekeceğine.

11- Ruhü’l-Kudüse.

12- Mukaddes katolik kilisesine.

13- Azizlerin cemaatına.

14- Günahların affedileceğine.

15- Vücudun tekrar canlanacağına.

16- Ebedi hayata... inanırım.[2]





–o–















Muhammed Hamidulah (merhum) Amentü kıyasına bir de baş dua karşılaştırması yapı-yor: Kur’an-ı Kerim’in ilk suresi Fatiha’ya karşı onların şu duasını almış.

(Matta İncili: 6/9-13; Luka İncili: 12/2-4)

‘‘Ey gökte olan Babamız. İsmin mukaddes olsun. Meleküt’un gelsin, Gökte olduğu gibi yerde de senin iraden olsun. Gündelik ekmeğimizi bize bugün ver. Bize, borçlu olanları bağışladığımız gibi sende bize bizim borçlarımızı bize bağışla. Bizi iğvaya götürme fakat bizi şerindan kurtar. Çünkü Meleküt ve kudret ve izzet ebedlere kadar senindir.’’



Not: Gerek amentüleri, gerek bu seçme duaları Hz. İsa tarafından öğretilen bir şey ol-mayıp; çok sonraları İncili tanzim edenler tarafından oluşturulmuştur...



Bu kadarcık karşılaştırma bile gösteriyor ki; Hıristiyanlar ‘‘diyaloğ’’ o tuhaflıkları şey sayıp Hakk düsturlarla tartma saçmalığına düşürür.









Yahudi’nin İmanı mı?



a) On emir tıpkı bizdeki haram ve farzlar gibi.

‘‘Kimseyi öldürmeyeceksin , zina etmeyeceksin. Ama babana iyilik edeceksin.Hırsızlık yapmayacaksın. Yalan söylemeyeceksin...’’ gibi evrensel uyarılar...

Ama kendi aralarında geçerli...

Irkı-milli bir düştür...

Başka milletlere karşı:

Öldürme, zinâ, hırsızlık, yalan, hile mubah değil ama vazife!.. Şimdi Tevrat’tan adresler vererek görelim:

***

Kur’an-ı Kerim’in tevsiriyle; Yahudilik ve Hıristiyanlık birbirini imha yolundadır: Tari-hi gerçek de bu: Hz.İsa’yı bir reformcu ve İsrail dininin bozguncusu biliyorlar. Onun içinde öldürmeğe azmettiler. (Ama İslâm-düşmanlığında elbirliği ettikleri de bir vakıa...)

Nitekim bir dönem geldi Yahudi ajanı Panlos kendisini İsa’nın hayranı, havari ilan etti. Sonra da ‘‘Mektuplatıyla’’ sözde İsa dinine hizmet ederken; aslında bu dini dejenere etti. O kadar etkili oldu ki, İsa tanrı oldu, kendisi de bir bakıma peygamber. (Aziz pool) Resim ve heykeli mabede soktu. Teslisi kurdu ve dini tam bir şirk dini haline getirdi ...

Yahudilikse ‘‘bir ırkın üstünlüğü’’ temeline oturtulmuş, başkaların (Musevi-Musa dininden) olması yasak ve merduttur. Çünkü tanrıları Yahova onlara evladlarım diyor; başka milletlerin elinden dünyayı kurtarmayı emrediyor. Cihan devleti istiyor. Bunun içinde her yolu meşru kılıyor:

Meselâ: İman-sistem ve uygulama olarak şu felaketlere bakın:



Özetle:

1. (İbrahin Yahova'yla görüştü) Sonra Rab sarayı ziyaret edip icra eyledi. Sara gebe kaldı. Bir oğul doğurdu. (Kitab-ı Mukaddes. Yani Tevrat; Tekvin 21/1)

2. Yakub (İsrail) Yahova ile görüştü. Hatta onunla güreşti, yahova’yı yendi. (Tekvin; 25/29)

3. Yakub ‘‘topuk tutan’’ demektir. Ana karnında ikiz kız kardeşinin topuğunu tutmuş!.. (Tesniye; 21/12,17)

4. Yakub, kendi teyzesinden intikam almak için, teyzesinin kızı ve sürülerinin en iyilerini alıp kaçmıştır. (Tekvin; 26,27,28,29)

5. Musa kavmine diyor... Çünkü Allah’ın Rab yiyip bitiren bir ateştir. Kıskanç bir tanrıdır. (Tesniye; 4,24) [Yahudi anlayışında her şey maddidir. Cennet bu dünyadadır.]

6. Rabbin diyor, sana miras bıraktığım bu kavimlerin şehirlerinde hiçbir canlıyı sağ bırakmayacaksın. Onları tamamen telef edeceksin. (Tesniye; 20/16)

7. Hiçbir leş yemeyeceksin, onu kapılarda olan garibe veresin. Yahut ecnebiye satasın. (Tesniye; 14/21)

8. [Hz. Yusuf’u Kur’an’daki üstün ahlakını Tevrat nasıl tersyüz yapıyor ve onu hiyle-kâr bir Yahudi tüccarı gibi anlatıyor.] (Tekvin; 43/32 ve 47)



Yedi yıllık bollukta zahireyi toplattığı zahireyi önce halka parayla sattırıyor. (Firavna böyle akıl veriyor) Paralar bitince, hayvanları karşılığı, o da bitince arazileri karşılığı, onlar da bitince canları yani hürriyet ve kişilikler... Yani herkes, Firavnın kölesi (parayla aldığı köle) oluyor... Ve tabii Firavn da tanrılığını ilan ediyor... İşte Tevrat’ın hali bu.


Yahova emir veriyor, Mısır çıkışında:

‘‘... her kadın komşusundan ve misafirlerinden altın gümüş, giyecek... emanet alacak ve geri vermiyeceksiniz. (Huruç; 3/21,22)

‘‘... Musa’nın sözüne göre... İsrailoğulları Mısırlıları soydular. (Huruç; 12/35)



9. Zinayı ilk icat eden İsraildir. (Tekvin; 49/4)

‘‘Nuh sarhoş olmuş uyurken, oğlu kendisine tecavüz etti...’’ (Tekvin; 9/20-25)

‘‘Davud, Urya’nın karısı ile zina etti. Yahova ona kızınca saklandı. Davud’un oğlu Apşalom da babası (Davud’un) on karısını dama çıkarıp hepsiyle zina etti...’’ (Samuel; 11-12/11, Samuel; 16/22)

Süleyman Peygamberin de yüzlerce karısı ve yüzlerce cariyesi olduğu; karılarının etkisinde kalarak, onların dinine girdiği ve putlara ibadet ettiği de yazılı olan Tevrat’ın şu hâli Kitab-ı Mukaddes midir? kirletilmiş anlamına (K.Mülevves) mi?



10.Bir de efsanelerle dolu İncili ekle! Bunların bağlılarıyla din tartışması yap ey diyaloğcu Molla bozuntusu !...


(Toplumlar arası diyalogtan bahsedilebilir ama dinler arası diyalogdan asla!!!)
Ekleme Tarihi: 19.12.2005 - 10:14
Bu mesajı bildir   severmisin üyenin diğer mesajları severmisin`in Profili severmisin Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
aybars77 su an offline aybars77  
Dikkatli bir şeklide,,,

264 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 28.08.2005
En Son On: 07.04.2006 - 22:17
Cinsiyeti: Erkek 
...bakan bir göz diyaloğun masal olduğunu ve bu faaliyetlerin bütün dünyayı Hristiyanlaştırmak için yapılan misyonerlik faaliyeti olduğunu görür ve tesbit eder.
Bakınız Hakikat Dergisinde bu konu ne güzel bir şekilde açıklanmaktadır.


--PARÇALANIP AYRILIĞA DÜŞENLER GİBİ OLMAYIN!--(Âl-i imrân: 105)
--Müminler Ancak Kardeştirler. Öyleyse Kardeşlerinizin Arasını Düzeltin ve Allahtan Korkun ki, Size Merhamet Edilsin.--
(Hucurât: 10)
--Ruhum Kudret Elinde Bulunan Allaha Yemin Ederim ki, İman Etmedikçe Cennete Giremezsiniz. Birbirinizi Sevmedikçe de Hakkıyla İman Etmiş Olamazsınız.--
(Hadis-i şerif, Müslim)
--Bir Mümin Diğer Bir Mümin İçin Birbirine Kenetlenen Tuğlalar Gibidir. Birbirinden Kuvvet Alır.--
(Hadis-i şerif, Münavî)
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimizden rivayet edilen bir Hadis-i şerifte Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
--Allahın öyle kulları vardır ki, ne peygamber ne de şehid olmadıkları halde, peygamberler ve şehîdler o kimselerin Allah indindeki derecelerine gıpta edecekler. Bunlar, aralarında ne akrabalık ne de mal menfaati olmadığı halde, birbirlerini sırf Allah rızâsı için seven kimselerdir.
And olsun ki, kıyamet gününde bunların yüzleri nûr saçacak, bütün vücudları da nur içinde olacak. Herkes korktuğu zaman onlar korku yüzü görmeyecek, herkes kederlendiği vakit onların gönlüne hüzün girmeyecek.-- (Ebu Dâvud)

Fitne, Fesad ve Bölücülük Memleketimizi Sardı:
Allah-u Teâlâ birliği-beraberliği emrettiği, müslümanların kardeş olduğunu beyan buyurduğu halde dinde bölücülük, vatanda bölücülük, kavmiyetçilik fitneleri ortalığı sardı. Bu fitne ve bölücülükler memleketimize çok büyük zararlar veriyor, küffarın ekmeğine yağ sürüyor.
--Allaha ve Resulüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin. Sonra korku ile zaafa düşersiniz ve kuvvetiniz elden gider.-- (Enfâl: 46)
Küffar sinsice zehrini zerkediyor. Bazı aymazlar ise küffarla işbirliği yapmakta bir beis görmüyor. Küffarın vatandaşı olmuş, oradan beslenir ama gelip vatanımıza sahip çıkıyor görünür. Bu mu müslüman? Memleketimizi bu küffarın ajanlarına mı teslim edeceğiz? Küffarın müslüman memleketlerine nüfuz etmesine yardım mı edeceğiz? Asla! Zaten yüzyıllardır bu necip milletle uğraşıyorlar. Allahımız muhafaza etsin.

İslâm Dini Birliği Emreder:
Kuran-ı kerimde müslümanların birlik ve tesanüd içinde olmalarını, parçalanıp ayrılığa düşmemelerini emreden, ayrılığın ve ayrılık yapanların İslâma ve müslümanlara büyük zararlar verdiğini beyan eden birçok Âyet-i kerimeler mevcuttur:
--Ey iman edenler! Allahtan nasıl korkmak lâzımsa öylece korkun. Sakın siz müslüman olmaktan başka bir sıfatla can vermeyin.
Hepiniz topluca sımsıkı Allahın ipine sarılın, parçalanıp ayrılmayın. Allahın size olan nimetini hatırlayın.
Hani siz birbirinize düşman idiniz. Allah gönüllerinizi birleştirmiş ve Onun nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz.
Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken, oradan da sizi O kurtarmıştı.
İşte Allah, doğru yolu bulasınız diye size âyetlerini böyle açıklıyor.-- (Âl-i imrân: 102-103)
Bu Âyet-i kerimeler Ashâb-ı kiramın câhiliye devrindeki durumları ile, iman şerefiyle müşerref olduktan sonra kazanmış oldukları saâdeti beyan buyurmaktadır. Bu büyük nimet kıyamete kadar, kendisini Allahın dinine teslim eden her müslüman için de aynıdır. Gerçekten de bu nimet, hatırlanması ve şükredilmesi gereken büyük bir nimettir.
İmanla, basiretle tetkik edildiği zaman görülecektir ki bu husus çok mühimdir ve her müslümanın imanını koruması için bu durumu daima göz önünde bulundurması gerekmektedir.
İslâm dini kardeşlik dinidir. Birlik, beraberlik, kardeşlik, huzur ve medeniyetin temelidir. Bugün yaşanan ayrılıklar, terör ve fitneler İslâm dininden uzaklaşmamızdan, dinde ve vatanda bölücülük yapılmasından kaynaklanmaktadır.
--Ey iman edenler! Hep birden tam bir teslimiyetle İslâmın sulh ve selâmetine girin. Şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır.-- (Bakara: 208)
İslâm dini gönüllere huzur, kalplere şifadır. Gönüllerdeki fitne ve fesadı yok eder, insanları kardeş yapar. Zira Allah-u Teâlâ fitne ve fesadı sevmez. Bunun en büyük delili Resulullah Aleyhisselâmın gönderildiği asır ve toplumda çok kısa zamanda yaşanan muazzam inkişaftır.
Öyle bir inkişaf ki, nur kaynağı Muhammedî güneş, karanlık ufukları aydınlattı, hayata gençlik getirdi. Bıçak bıçağa gelmiş, birbirlerinin kanına susamış, vahşî hayvanlar gibi dağılmış, kabileler halinde ilkel bir hayat yaşayan Araplar, birleşip tek bir vücud haline geldiler. İman şerefi ile müşerref, Kuran nûru ile münevver oldular. Cahili âlim oldu, harpçisi sulhsever oldu. Fitne fesad deryasında yüzenler salâha erdi. Müfsidler muslih, bozguncular ıslah oldu. Yol kesenler yol gösterici oldu. Kin ve düşmanlıkları sevgi ve dostluğa, bedevîlikleri medenîliğe inkılâb etti. Öyle bir medeniyet ki, bütün bir dünyaya, günümüz insanlığına ışık tutan bir medeniyet!.. Medeniyet yüzü görmemiş, devlet nedir, düzen nedir yaşamamış bir toplum kısa zamanda koskaca bir medeniyet haline geldi.
Bu inkılap Resulullah Aleyhisselâmın çok aşikâr bir mucizesi, İslâmın mükemmelliğinin büyük bir delilidir.
--Onların gönüllerini birleştiren Allahtır. Eğer sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin, yine onların gönüllerini birleştiremezdin. Fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O Azizdir, hüküm ve hikmet sahibidir.-- (Enfâl: 63)
Bugünkü fitne ve fesadın en büyük ilacı yine Resulullah Aleyhisselâmın nuruna tabi olmak, İslâmın kardeşlik dairesinde hemhal olmaktır. Irkçılık ve bölücülük fitnesi içerisinde yakıp, yıkıp, öldürenler Allah-u Teâlânın indinde çok büyük bir suç işlemişlerdir. Hem İslâma hem de vatana ihanetin cezası çok büyüktür. Hem dünyada hem de ahirette..
--Hem sizden hem de kendi topluluklarından emin olmak isteyen başkalarını da bulacaksınız. Bunlar her ne zaman fitneye götürülseler, fitnenin içine başaşağı atılırlar. Eğer onlar sizden uzak durmazlar, sulh işini size bırakıp ellerini çekmezlerse, onları yakalayın, bulduğunuz yerde öldürün. İşte öylelerine karşı size apaçık yetki verdik.-- (Nisâ: 91)

Birlik ve Beraberlik İslâmın Meyvesi
Hazret-i Allahın Nimetidir:
Kavmiyetçilik ve kabilecilik fitnesi bütün bir Arabistanı işgal etmiş olduğu gibi, Medineli Evs ve Hazreç kabileleri de birbirine hasım durumda idi. Bu iki kabile arasında câhiliye devrinde birçok savaşlar yapılmış ve kötülüğü devam ettiren işler meydana gelmişti. Resulullah Aleyhisselâmın teşrifi ve İslâm dininin nuru ile Allah-u Teâlâ bütün bunları lütuf ve keremi ile kaldırmış, yerini huzur ve sükûn almıştı.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz, Kudüs halkına verdiği emannamenin hutbesinde Hazret-i Allahın bu nimetini ikrar ederek şükrünü şöyle dile getirmişti:
--Hamd olsun O Allaha ki, bizi İslâm dini ile aziz etti. İman ile şereflendirdi. Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- hürmetine bizi rahmetine nâil kıldı. Dalâletten kurtardı. Dağınık iken onun sayesinde bir araya getirdi. Kalplerimizi birbirine ısındırdı. Düşmanlarımıza karşı muzaffer kıldı. Memleketler ihsan etti. Bizi sevişen kardeşler hâline getirdi.
Ey Allahın kulları! Bu nimetlerden dolayı Allaha hamd ve senâ ediniz.-- (Başbakanlık Osmanlı Arşivi, K. D., --Kamâme Defteri--, nr.:8)
İşte bu ilâhi lütfu idrak edenler böyle söylemiştir ve bununla övünmüşlerdir. Bu bir şükürdür.

--Siz beşeriyet için meydana çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız ve Allaha inanırsınız.-- (Âl-i imrân: 110)
Bu şerefe nâil olmak mı hayırlıdır, yoksa dini dünyaya satıp ebedî hüsrana uğramak mı hayırlıdır?
İşte biz bu Âyet-i kerimeye inandık, iman ettik ve bu yolda bulunmaya gayret ediyoruz.
Diğer bir Âyet-i kerimesinde ise şöyle buyurur:
--İçinizden, insanları hayra çağıracak, iyiliği emredecek, kötülükten alıkoyacak bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.-- (Âl-i imrân: 104)
Allah-u Teâlâ bunlardan râzı olmuştur. Ebedî saâdetine nâil ve dahil ettiği kimselerin de yalnız bunlar olduğunu bize bildiriyor.
Böyle bir saâdet-i ilâhîye nail olmak mı daha hayırlıdır, yoksa esfel-i sâfîlinde bulunmak mı?

Küffarı Hoş Görenler
Bölücülere ve Dış Düşmana
Zemin Hazırlıyorlar:
Gerek tertip edilen --Küfrü Hoş Görü Toplantıları--, gerekse AB adı altında yapılanlar, küffarın memleketimizde dilediği gibi at koşturmasına zemin hazırladığı gibi, halkımızın zihninde de kararsızlık husule getirmektedir. Verilen tavizler içeride huzursuzluğa, asayişsizliğe sebep oldu. Hırsızlık, arsızlık, gasp, soygun, cinayet, terör, fuhuş, kumar, uyuşturucu aldı başını gidiyor, önü alınamıyor. İnsanî ve ahlâkî bir çöküntü yaşanıyor.
Halkımıza küffarı hoş gösterenler, --Küffarı dinlemeyin, ayrılık yapmayın, biz birbimizle birlik olalım.-- deme hakkına sahip değildir. Bilakis bu hareketleri bu bölücülüklere fırsat vermiş, küffarın zehrini akıtmasına zemin hazırlamıştır.
Defaatle dergilerimizde neşrettik. Birlik müslümanlar arasında olur. Küffar birliği diye tutturanlar, küffarın oyununa alet olup zokayı yutanlar bu yaşananların müsebbiblerindendir. Fitne ehli, bölücü terör bu rahatlıktan, bu basiretsizlikten fırsat bulmaktadır.
Düşmanlarımız boş durmuyor. Bu milletin kardeşlik, uhuvvet duygularını köreltmeye, bölüp, parçalayıp yutmaya gayret ediyor. Asla fırsat vermeyelim. Silah ile bu vatanı zaptedemeyenler, içeriden yıkmaya çalışıyor. Aman uyanık olalım!
Birlik içinde, dirlik içinde olalım. İslâm kardeşliğinin her şeyin fevkinde ve üstünde olduğunu asla unutmayalım. Dinimizin ve vatanımızın düşmanlarının oyununa gelmeyelim. Bu oyunu daha evvel tarihte oynayanlar yine sahneye koymaya çalışıyorlar.
--Sen onların dinlerine uymadıkça ne yahudiler ne de hıristiyanlar aslâ senden hoşnut olmazlar.-- (Bakara: 120)
--Onlar düşmandırlar, onun için (kendilerine emniyet etme) onlardan sakın. Allah kahretsin onları!-- (Münâfikun: 4)
--İçlerinden pek azı hariç, onlardan daima hâinlik görürsün.-- (Mâide: 13)
--Onlar yeryüzünde durmadan fesat çıkarmaya koşarlar.-- (Mâide: 64)

Müslümanlar Yekvücud Olmalıdırlar:
İslâm dini kardeşlik dinidir. Bize Hakktan bir nûr gelmiştir. Bu nûr Kuran-ı kerimdir. Bize kardeşliği, tesanüdü emreder:
--Müminler ancak kardeştirler.-- (Hucurât: 10)
--İyilik ve takvâ üzerine yardımlaşınız, kötülük ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayınız.-- (Mâide: 2)
O halde Allah-u Teâlâ muhakkak iyilikte birleşmeyi emir buyururken, bizim Allah ve Resulünde birleşmemiz mi daha hayırlıdır, yoksa paramparça olmamız mı? --Elbette birliktir.-- diyeceksiniz.
O hâlde sizi Allah ve Resulüne dâvet ediyoruz. İç ve dış düşmanlarımıza karşı koyabilmemiz için.
Zira devlet ittifaktan, devletsizlik ise nifaktan doğar.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şeriflerinde:
--Bir mümin diğer mümin kardeşi için birbirine kenetlenen tuğlalar gibidir, birbirinden kuvvet alır.-- buyuruyorlar. (Münâvî)
Müslümanlar ana-baba bir kardeş gibidirler. Aralarındaki kardeşlik ebedî olup, âhirette de devam eder. Şu halde kardeşlik icraatını yapmamız lâzımdır. Mümin kardeşlerini Allah için seven, onların dertleri ile dertlenen kimselerden Allah râzı olur. Onlara akla-hayale gelmeyen dereceler verir.
Kardeşlik dini deyip isimde kalırsa mânâsına nüfuz etmemiş oluruz. Bu ayrılıklar nefsimizin hamlığından, tekâmül edemeyişimizden, ihlâsa varamadığımızdan ileri geliyor. Bu sebeple ne kadar kayıplara uğradığımızın hiç farkında değiliz.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimizden rivayet edilen bir Hadis-i şerifte Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
--Allahın öyle kulları vardır ki, ne peygamber ne de şehid olmadıkları halde, peygamberler ve şehîdler o kimselerin Allah indindeki derecelerine gıpta edecekler. Bunlar, aralarında ne akrabalık ne de mal menfaati olmadığı halde, birbirlerini sırf Allah rızâsı için seven kimselerdir.
And olsun ki, kıyamet gününde bunların yüzleri nûr saçacak, bütün vücudları da nur içinde olacak. Herkes korktuğu zaman onlar korku yüzü görmeyecek, herkes kederlendiği vakit onların gönlüne hüzün girmeyecek.-- (Ebu Dâvud)

İslâm Nuru Gönülleri Kaynaştırmış,
Görülmemiş Bir Medeniyet İnkişaf Etmiştir:
Muhammed Aleyhisselâmın âlemlere rahmet ve --Sirâc-ı münîr-- olarak gönderildiği milâdî altıncı asırda Arabistanda büyük bir cehâlet ve dalâlet, karışıklık ve huzursuzluk hüküm sürüyordu. Vahşet, kin, buğz ve düşmanlık son haddini bulmuştu. Dünyanın üzerini kara bulutlar kaplamıştı.
Arabistan halkı çok çeşitli aşiret ve kabilelere ayrılmış bulunuyorlardı. Bir hükümdara baş eğip itaat ederek toplu bir millet haline gelememişler, esaslı bir devlet kuramamışlardı. Hâl ve ahvallerini düzeltmeye yetecek ilâhî bir kanun o gün için mevcut değildi. Geleceklerini emniyete alabilecek kanunları da yoktu. Kabileler arasında kan dâvâları yüzünden iç harplerin ardı arkası kesilmek bilmezdi. Birbirleri ile uğraşmaktan başka işleri yoktu. Devamlı olarak düşmanlık ve çapulculuk yaparlar, erkekleri öldürüp, çocukları ve kadınları esir ederlerdi. Kız çocuklarını diri diri gömecek derecede vahşet gösteren ve bundan acı bile duymayan âileler vardı.
Âyet-i kerimede şöyle buyuruluyor:
--Halbuki onlar daha önceden apaçık bir sapıklık içinde idiler.-- (Cumâ: 2)
Bütün bunların yanında fakr-u zaruret içinde kıvranmakta ve ciğerleri kan ağlamakta idi. Açlıktan hurma çekirdeklerini dövüp yerlerdi. Ölü hayvanların etlerini bile yemek mecburiyetinde kalırlardı.
Aralarında okur-yazar olan kimseler hemen hemen yok gibi idi. Putlara heykellere tapıyorlardı. Mekke, putperestliğin merkezi haline gelmişti. Kâbe-i muazzamanın içinde üçyüzaltmış kadar put vardı. Arabistana yahudilik, hıristiyanlık ve ateşperestlik gibi dinler de girmişti.
Yalnız Araplar değil, insanlık âlemi maddî ve mânevî ızdıraplar içinde olup, bütün dünya zulüm, istibdat, cehalet ve sefalet içinde inliyordu.
Ne zaman ki İslâm geldi, aralarındaki bu vahşet ortadan kalktı. Yerini, kaynaşma, sevgi ve bağlılık aldı. Emsalsiz bir kardeşlik hâkim oldu. Büyük bir ittifak husule geldi. O imanın, o birlik ve beraberliğin verdiği heyecanla, kısa zamanda İslâmiyeti çok uzaklara kadar yaydılar. Gittikleri yerlere huzur, saâdet ve adâlet götürdüler. Gönülleri ve bünyeleri ile birlikte, büyük bir teslimiyet dairesine girdiler.
Allah-u Teâlâ ilâhî bir gaye uğrunda birleşen bu bahtiyar kullarını Kuran-ı keriminde meth-ü senâ etmektedir:
--Onların gönüllerini birleştiren Allahtır. Eğer sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin, yine onların gönüllerini birleştiremezdin. Fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O Azîzdir, hüküm ve hikmet sahibidir.-- (Enfâl: 63)
Diyarları değişmemişken, onlar birden nasıl değiştiler? O ümmî peygamber onlara öyle bir ruh nefhetti ki, hiçbir şey ellerinden gelmeyen kimseler, baştan başa değişerek memleket idare eder oldular. Siyaset sahasında dünyada hiç esâmesi bile okunmayan çöl Arapları, cihanda misli görülmemiş bir izzetle ve şerefle, faziletli, azametli, şevketli idareler kurmaya muvaffak ve mübeşşer oldular.
O Nûrun etrafında birleşip toplanmaları sayesinde, o imanın, o birlik ve beraberliğin verdiği heyecanla, kısa zamanda İslâmiyeti çok uzaklara kadar yaydılar. Allahın yüce adını yükselttiler. Gittikleri yerlere huzur ve saadet götürdüler. Adaletin temelini tesis ederek medeniyet nûrlarını yaygınlaştırdılar. Öyle ki, azamet ve kudreti herkesçe bilinen İran ve Rum devletlerini bütün şevketine rağmen kısa bir müddet içinde yerle bir ettiler. Cihanın şarkına ve garbına hakim olarak, beşeriyeti uyandırmaya, gönülleri nurlandırmaya gayret ettiler. Hakktan hakikatten, fazilet üzerine kurulmuş bir medeniyetten haberdar etmeye çalıştılar. Muvaffakiyetten muvaffakiyete nâil olup durdular.
--Siz beşeriyet için meydana çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz.-- (Âl-i imrân: 110)
Âyet-i kerimesinin muhatabı oldular.
Ölmüş kalpler canlandı, basîretler açıldı, kırılmış ve kopmuş olan ilâhî bağlar yeniden bağlandı. Bütün bunlara o Nûr vesile oldu.
Bütün insanlık bugün hâlâ o temiz, asil ve ulvî kardeşliğin hasretini çekmektedir.
İslâm milletinin bugünkü âkıbetinden kurtulması, tekrar eski şevketine kavuşabilmesi Hazret-i Allahın emir ve yasaklarına boyun eğip, Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin Sünnet-i seniyyesine sımsıkı sarılmakla mümkün olacaktır.
Çünkü devlet ittifaktan doğar, devletsizlik ise nifaktan..
Müslümanların fırkalara ayrılması, senlik-benlik yüzünden ihtilâf ve tefrikaya düşmeleri, İslâmın özüne ve izzetine, şevket ve satvetine halel getirdiği, kardeşlik bağlarını kopardığı, güçlerini parçalayıp zayıf düşürdüğü için şiddetle yasaklanmıştır.
Allah-u Teâlânın apaçık emirleri karşısında bir müslümanın, bölücülükten şiddetle kaçınması lâzımdır. Tefrikanın, bölücülüğün İslâmda yeri yoktur.
Âyet-i kerimede:
--Dine bağlı kalın ve dinde ayrılığa düşmeyin.-- buyuruluyor. (Şûrâ: 13)
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerimesinde de ayrılık yapmanın cezasının çok ağır olduğunu beyan buyurmaktadır:
--Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın! Onlar için kıyamet günü büyük bir azap vardır.-- (Âl-i imrân: 105)
Bu ayrılıklar nefsimizin hamlığından, tekâmül edemeyişimizden, ihlâsa varamadığımızdan ileri geliyor. Bu sebeple ne kadar kayıplara uğradığımızın hiç farkında değiliz.
Âyet-i kerimede:
--Hepiniz topluca, sımsıkı Allahın ipine sarılın, parçalanıp ayrılmayın.-- buyuruluyor. (Âl-i imrân: 103)
Emr-i İlâhî çiğnendiği için, dinde ayrılık yapmanın mesuliyeti, suç ve cezası o kadar ağırdır ki, Allah-u Teâlâ azapların tehirini âhirete bırakmamış olsa idi, bölücülük yapanların, tefrikaya sapanların cezalarını dünyada vererek onları hemen yok ederdi.
Âyet-i kerimelerde şöyle buyuruluyor:
--Onlar kendilerine ilim geldikten sonra, birbirlerini çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler.
Eğer belirli bir süre için Rabbinin verilmiş bir sözü olmasaydı, aralarında hemen hükmedilerek iş bitirilmiş olurdu.-- (Şûrâ: 14)
Görülüyor ki Hazret-i Allah birleşmeyi emrediyor, bölücülüğü de şiddetle yasak ediyor. İslâmda hizmet gerek, bölücülük değil.
Din adına yapılan her bölünme İslâm dininde bir ihanettir, bir zulümdür. Bölücüler rücû etmedikleri takdirde, çok şiddetli bir azabla kendilerine yazık etmiş olurlar.
Âyet-i kerimede:
--Aralarında çıkan gruplar birbirleriyle ayrılığa düştüler. Acıklı bir günün azabı karşısında vay o zulmedenlerin hâline!-- buyuruluyor. (Zuhruf: 65)
Allah-u Teâlânın beyanı budur.
Kitabımız birdir, o halde Allah ve Resulünde birleşmemiz gerekiyor. Bu da hiç bir zaman madde, menfaat, önderlik, liderlik istememek şartıyla gerçekleşir.
En üstün meziyet, İslâmda emrolunduğu gibi hizmet, müslümanım demek en büyük şereftir.
--İnsanları Allaha çağıran, kendisi de salih amel işleyen ve Doğrusu ben müslümanlardanım! diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?-- (Fussilet: 33)

--Kendisine apaçık deliller geldikten sonra, parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. Onlar için kıyamet günü büyük azap vardır.-- (Âl-i imrân: 105)
Bu Âyet-i kerimede Allah ve Resulünün yolundan giden fırkaya hitap ediliyor. Yani --Siz de o kayanlar gibi olmayın, onlar için pek acıklı bir azap hazırladım, siz de kayarsanız bu felâkete uğrarsınız.-- diye o bir fırkayı ikaz ediyor Hazret-i Allah.
Diğer bir Âyet-i kerimesinde ise:
--İnandıktan sonra yoldan çıkmış olmak ne kötü bir addır! Kim de tevbe etmezse işte onlar zâlimlerdir.-- buyuruyor. (Hucurât: 11)
Zâlimler güruhundan olmamamız için Hazret-i Allahta birleşmemiz, yekvücud hâlinde olmamız icabediyor.
Her kim ki bu emr-i ilâhiyi dinlemeyip yoldan saparsa, artık onun Hazret-i Allah ve Resulü ile ne ilgisi olur? Hiçbir ilgisi kalmaz.
Bir Âyet-i kerimede şöyle buyuruluyor:
--İşte böyle. İnkâra sapanlar bâtıla uydular, iman edenler ise Rabblerinden gelen hakka uydular.-- (Muhammed: 3)
Hakka uymak, Hakk ehline uymakla mümkün olur. Çünkü onlar hakkı gerçekleştirmekte ve ona yol göstermekte peygamberlerin vârisleridirler.
Hakk ehline uyan hakikati bulmuş ve hidayete ermiştir, bâtıl ehline uyan da sapmıştır.

--Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allahtan korkun ki, size merhamet edilsin.-- (Hucurât: 10)
Âyet-i kerimesinden anlaşılıyor ki insanlar fâni hayatlarının sebebi olan bir babaya bağlı oldukları gibi, müminler de ebedî hayatlarını temin eden bir imana mensupturlar. Bütün müslümanlar bir âilenin fertleri gibidirler.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şeriflerinde buyururlar ki:
--Ruhum kudret elinde bulunan Allaha yemin ederim ki, iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de hakkıyla iman etmiş olamazsınız.-- (Müslim)
Allah-u Teâlâ müminler arasındaki birliği temin edecek olan âmillerden bahsederken Âyet-i kerimesinde ihtilafa düşmemelerini emir ve tavsiye etmektedir:
--Siz gerçekten inanıyorsanız Allahtan korkun, aranızı düzeltin, Allaha ve Peygamberine itaat edin.-- (Enfâl: 1)
Müminlerin birleşmeleri, her hususta yardımlaşmaları farz-ı ayın hükmündedir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerimesinde:
--Kendisinin adını öne sürerek birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allahtan korkun ve akrabalık bağlarını kesmekten sakının.-- buyuruyor. (Nisâ: 1)
Fâni olan kan kardeşliğinden ibaret olan akrabalık alâkasının kesilmesi bu kadar şiddetle yasaklanırsa, artık ebedî ve sermedî olan din kardeşliği bağlarının koparılmasının ne derece günah olduğu kendiliğinden anlaşılmış olur. Zira geçici dünya hayatına mahsus olan akrabalığa nisbetle ebedî olan ahirete ait din kardeşliği pek tabiidir ki daha mühim ve daha kıymetlidir.
Bir müslüman vefat ettiği zaman, kâfir olan kardeşinden başka kimsesi yoksa, mirası müslümanlara kalır.
Nuh Aleyhisselâmın oğlu inanmayanlarla beraber suda boğulmuştu.
--Yâ Rabbi! Oğlum benim ehlimdendir, sen benim ehlimi kurtarmayı vâdetmiştin!-- diye münacaatta bulunduğu zaman Allah-u Teâlâ:
--Ey Nuh! O senin ehlinden değildir. Çünkü o kötü bir iş işlemişti.-- buyurdu. (Hûd: 46)
İnsana kendi evladından daha yakın hiç kimse olmadığına göre, Âyet-i kerimeden anlaşılıyor ki, hakiki yakınlık iman yakınlığıdır.
Bu hakikat şu Âyet-i kerimede daha şümullü olarak beyan buyurulmaktadır:
--Allaha ve ahiret gününe inanan bir milletin, babaları, oğulları, kardeşleri veya akrabaları da olsa, Allaha ve Peygamberine muhalefet eden kimselere sevgi beslediklerini göremezsin.-- (Mücâdele: 22)
Gerçek iman budur.
Görülüyor ki Âyet-i kerime, iman yakınlığı olmayan akrabalıkları kökünden yıkmış oluyor.
Diğer bir Âyet-i kerimede ise şöyle buyuruluyor:
--Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi dost edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zâlimlerdir.-- (Tevbe: 23)
Bunun gibi küffar milletlerini İslâm milletine tercih edenler de böyledir. Küffarın yağlı kemiği için onları dost edinen İslâmın yıkılmasına hizmet etmiş olduğu gibi, kim ki onlarla herhangi bir dostluk kurarsa o da onlardandır.

Allah-u Teâlâ İslâm dininde kimlerin kardeş olduklarını beyan buyuruyor ve iman edenlere duyuruyor:
--Eğer tevbe ederler, namazı kılarlar ve zekâtı verirlerse artık onlar dinde sizin kardeşlerinizdir. Bilen bir kavme biz âyetlerimizi böyle uzun uzadıya açıklıyoruz.-- (Tevbe: 11)
Allah-u Teâlâ imanla küfrü kesinlikle ayırdettiği halde bu emirleri kaldırmaya kalkan, iman ile küfrü karıştırmaya gayret eden kimse, Allah-u Teâlânın hükmünü hükümsüz hale getirmeye çalıştığı için küfre kaymıştır.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerimesinde, müminlerin kimleri sevip kimlerle dost olacaklarını beyan buyurmaktadır:
--Sizin yegâne dostunuz Allahtır, Onun Peygamberidir ve Allahın emirlerine boyun eğerek namaz kılan, zekât veren müminlerdir.-- (Mâide: 55)
Allaha, Peygambere ve müminlere dost olmak, bu dostluğun dışındakileri terketmekle mümkündür.
Şu Âyet-i kerimede ise iman dostluğunun mahiyeti ve hakikati beşeriyete ilân edilmektedir:
--Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velileri (dostları ve yardımcılarıdırlar). Onlar iyiliği emreder, kötülükten menederler. Namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler. Allaha ve Peygamberine itaat ederler.
İşte Allah onlara rahmet edecektir. Şüphesiz ki Allah Azizdir, hüküm ve hikmet sahibidir.-- (Tevbe: 71)
Müminler birbirlerinin dostları ve yardımcılarıdırlar. Birbirlerine yardım eder ve desteklerler. İnsanlara Allah-u Teâlânın râzı olacağı her türlü iyiliği ve güzelliği emrederler. Kötülükten nehyederler. Tefrika çıkarmaz, fitne ve fesadı sevmezler.
İslâm kardeşliği ebedidir, ahirette de devam eder.
Âyet-i kerimede:
--Dostlar o gün birbirine düşmandır, takvâ sahipleri müstesnâ.-- buyuruluyor. (Zuhruf: 67)
Onlar orada da dostturlar.

--Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir gün yere bir çizgi çizerek: --Bu Allah yoludur.-- buyurdular. Yine bu çizginin sağına ve soluna başka çizgiler çizdikten sonra: --Bunlar da yollardır, bu yolların her birisinde insanları o yola çağıran birer şeytan bulunur.-- buyurdular ve:
--İşte bu benim dosdoğru yolumdur, siz ona uyunuz. Başkaca yollara gidip de onlar sizi Allahın yolundan ayırmasın.-- (Enâm: 153)
Âyet-i kerimesini okudular.-- (Dârimî-Sünen)
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ- buyurur ki:
--Allah-u Teâlâ bu Âyet-i kerime ile müminlerin tek bir cemaat olmasını emrediyor, ayrılıkları, gruplaşmaları yasaklıyor ve geçmiş milletlerin bir çoğunun bölünüp parçalanma yüzünden yıkılıp yok olduklarını haber veriyor.--
Devlet ittifaktan doğar, devletsizlik ise nifaktan.
Allah-u Teâlâ bu Âyet-i kerimesinde kendi yolunu tek olarak zikretmiştir. Zira hak birdir. Şeytanın dâvet ettiği yolların ise çok olduğunu beyan buyurmuştur.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerimesinde şöyle buyuruyor:
--Allah iman edenlerin dostudur. Onları KARANLIKLAR dan kurtarıp NÛRa çıkarır.
İnkâr edip kâfir olanların dostları ise Tâğuttur. Onları NÛRdan alıp KARANLIKLARa götürür. İşte onlar cehennemliklerdir, orada ebedî kalacaklardır.-- (Bakara: 257)
Kim ki Allah-u Teâlânın: --Benim dosdoğru yolum.-- buyurduğu yolundan çıkarsa, ahirette de kaçınılmaz olarak cehenneme gidecektir. Çünkü Onun yolunun haricindeki bütün --Başkaca yollar-- cehenneme çıkar. Bu da yetmişiki fırkanın cehennemlik olduğunu gösterir.
Bir Âyet-i kerimesinde şöyle buyurur:
--Artık bundan sonra sizden kim inkâr yolunu tutarsa, gerçekten o dosdoğru yoldan sapmış olur.-- (Mâide: 12)
Âyet-i kerimede geçen: --Dosdoğru yoldan sapmış-- olmanın mânâsı: --Önce doğru yolu bulmuşken, sonra o bir yolu bırakmış ve helâk yollarına girmiştir.-- demektir.
Bir Âyet-i kerimede de şöyle buyuruluyor:
--Şüphesiz ki inkâr edip insanları Allah yolundan çevirenler, Hakktan çok uzak bir sapıklıkla saptılar.-- (Nisâ: 167)
İşte gerçekten Ümmet-i Muhammedi sapıklığa ve şaşkınlığa uğratmaya çalışanlar da İslâm gibi görünen sapmışlardır. İslâmı bilmeyenler, Kuran-ı kerimin emir ve beyanlarından haberi olmayanlar bunları İslâm zannediyor ve Din-i İslâmı yıksınlar diye onlara yardım ediyorlar.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şeriflerinde buyururlar ki:
--Fasıka ikram eden kimse İslâmiyetin yıkılmasına yardım etmiş olur.-- (Münâvî)
Fasıka yardım eden de fasıklardan olur.

--İyilik ve takvâ üzerine yardımlaşınız, kötülük ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayınız.-- (Mâide: 2)
Bu emr-i ilâhî karşısında bütün müslümanların birleşmesi ve Hazret-i Allahın ipine sımsıkı sarılması gerekir.
Kim ki bunu yapmazsa Allah-u Teâlânın apaçık emr-i şerifine itaat etmemiş olur. Din-i İslâmı parçaladığı için şeytan fırkasından olmuş ve kendisini cehenneme hazırlamıştır.

--Kâfir olanlar bile birbirlerinin dostlarıdırlar. Eğer siz bunu yapmazsanız yeryüzünde fitne ve büyük bir fesad (kargaşalık) olur.--
Allah-u Teâlâ müminlerin birbirlerinin dostu olduğunu zikrettikten sonra, onlarla kâfirler arasındaki dostluğu da kesmiştir.
Müminler birleşip birbirlerine destek vermezlerse, birbirlerinin dostu olan kâfirler fitne ve fesad çıkarmaktan geri kalmazlar.
İşte Allah-u Teâlâ onlara karşı birliği beraberliği ve onlara karşı mücadeleyi emrediyor. Şayet bu yapılmazsa, fitneye müdahale edilmezse, fitne ve fesad alır başını yürür. Umumun helâkına da vesile olur.
Bunun içindir ki bu Din-i mübini ve vatanımızı parçalamak isteyenlere müdahale etmemiz, ifsadlarına set olmamız gerekiyor. Aksi halde Allah-u Teâlânın azabı bize de dokunur.
Diğer bir Âyet-i kerimede şöyle buyuruluyor:
--Öyle bir fitneden sakının ki, aranızdan sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (Hepinize sirayet eder). Bilin ki Allahın azabı şiddetlidir.-- (Enfâl: 25)
Allah-u Teâlâ fitne çıkınca herkese isabet edeceğini beyan ediyor. Ya fitneyi bastırmamız lâzım, veya fitneden gelen azaba bizim de uğrayacağımızı unutmamamız lâzım.
Nitekim görülüyor ki Allah-u Teâlânın Âyet-i kerimeleri birleşmemizi emrederken, bu bölünmeler başımıza büyük felâketler getirebilir.
Ümmü Seleme -radiyallahu anhâ- Vâlidemizden rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır:
--Ümmetim içinde açıktan kötülükler işlenirse, o zaman Allah-u Teâlâ katından hepsine birden azap eder.
– Yâ Resulellah! Onların içinde sâlih insanlar yok mudur?
– Evet vardır.
– O halde onlara bunu nasıl yapar?
– İnsanların başına gelen onların da başına gelir. Sonra Allahtan bir bağışlanma ve hoşnutluğa ulaşırlar.-- (Ahmed bin Hanbel)

--Allaha ve Resulüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin, sonra korku ile zaafa düşersiniz ve kuvvetiniz elden gider. Bir de sabırlı olun, çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.-- (Enfâl: 46)
Hazret-i Allahın emri budur. Hazret-i Allahın kitabı budur, Hazret-i Allahın dini budur.
Bir Âyet-i kerimede şöyle buyuruluyor:
--Size açık açık deliller geldikten sonra yine kayarsanız, bilin ki Allah azizdir, hüküm ve hikmet sahibidir.-- (Bakara: 209)
Kendisine isyan edenlerden intikam almaktan âciz değildir.

--Kendilerine kitap verilenler, onlara apaçık delil geldikten sonra ayrılığa düştüler.
Oysa kendilerine, dini yalnız Allaha has kılıp Onu birleyerek Allaha kulluk etmeleri, namaz kılmaları, zekât vermeleri emredilmişti. İşte dosdoğru olan din de budur.-- (Beyyine: 4-5)
Allah-u Teâlânın bu emr-i şeriflerine itaat eden, namaz kılan, zekât veren kimse Allah-u Teâlâya ve Resulüne iman etmiş olur.
Din budur ve Allah-u Teâlânın vaad-i Sübhânisine nâil olanlar işte bunlardır.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şeriflerinde buyururlar ki:
--Kim Allaha ve Resulüne inanır, beş vakit namazını kılar, Ramazan orucunu tutarsa, Hakk yolunda cihad etse de veya doğduğu yerde otursa da, Allah onu cennetine koymayı vâdetmiştir.--
–Yâ Resulellah! İnsanlara bunu müjdeleyeyim mi?
--Elbet Cennette yüz derece vardır. Allah onu Hakk yolunda cihad edenlere hazırlamıştır. İki derece arasındaki mesafe gökle yer arasındaki mesafe gibidir. Allahtan istediğiniz zaman Firdevsi isteyiniz. Çünkü o, cennetin ortası ve yücesidir. Üzerinde Allahın arşı vardır, ondan cennetin ırmakları akar.-- (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1179)
Allah-u Teâlânın cennet sakinlerine lütfettiği nimetler, beşer aklına gelmeyecek kadar farklı ve çeşitlidir. Bunların birbiri arasındaki farklar da büyüktür.
Allah yolunda bilfiil cihad edenler, güzel niyetleri sebebiyle mükâfata erecekleri gibi, bu mühim vazifeyi severek yaptıkları için ayrıca mükâfata müstehak bulunmuşlardır. Cehennemden kurtulmuş, cenneti ve oradaki nimetleri elde etmişlerdir.
Allah-u Teâlânın sözü Kelimetullahın daha yüce olması, İslâmiyetin dimdik ayakta durması, fitne ve fesadın önlenmesi için Onun yolunda her türlü fedakârlığa katlananlar, bütün dünyayı karşılarına almak pahasına da olsa cihad edenler, lâyık oldukları mükâfatlara bir bir kavuşunca, vaadinde sâdık olan Allah-u Teâlânın her an övülmeye lâyık olduğunu düşünerek derin bir sevgi ve saygı ile hamd ve senâ edecekler ve şöyle diyecekler:
--Bize verdiği sözü yerine getiren ve bizi cennete vâris kılan Allaha hamd olsun. Cennette dilediğimiz yerde oturuyoruz. (Allah için) çalışanların mükâfatı ne güzelmiş!-- (Zümer: 74)
Allah-u Teâlâ bunları bir mükâfat olarak Allah için cihad edenlere nasip buyurdu.
Müslümanlar son nefesine kadar bu vecibeyi yerine getirmekle vazifelidirler.

--Dine bağlı kalın ve dinde ayrılığa düşmeyin.-- (Şûrâ: 13)
Bu Allah-u Teâlânın apaçık emridir. İşte bölücüler Allah-u Teâlânın bu kadar açık emirlerini hiçe saydıkları için dinden atılmış oluyorlar.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin mahrem-i esrârı olan Huzeyfe -radiyallahu anh- Hazretleri buyururlar ki:
--Münâfıklık Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- devrinde vardı. Şimdi ise imandan sonra küfür vardır.-- (Buhârî. Fiten: 21)
Huzeyfe -radiyallahu anh- Hazretlerinin bu sözü ile ne demek istediğine dair bazı âlimler şöyle söylemişlerdir:
--Cemaate tefrika sokmak Allah-u Teâlânın --Velâ teferrekû=Tefrikaya düşmeyin.-- emrine aykırıdır. Bütün bunlar artık gizli-kapaklı değildir. Öyleyse bu, imandan sonra küfür gibidir.--
Bölücülerin bütün gayeleri ilâhî hükmü silmek, dinlerini ayakta tutmaktır. Biz de onlara deriz ki --Küfürde kalmayı hoş görmüyorsanız bölücülüğü terk edin. Hazret-i Allah ve Resulüne teslim olup, emir ve nehiylerinde birleşelim. Yetmiş üç fırkadan çıkın, o bir fırkada toplanalım.--
--Ümmetim benden sonra yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bir fırka müstesna diğerleri hep ateştedir.--
–Onlar kimlerdir yâ Resulellah!
--Benim ve ashabımın yolunda olanlardır.-- (Ebû Davud)
Hadis-i şerifine ittiba edin ki, böylece müşrik olarak yaşamamış ve cehennemlik olmamış olursunuz.
Dikkat edilirse Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz --Benim ümmetim-- buyuruyor, benî İsrail buyurmuyor.
Bu Âyet-i kerimeleri hatırlattığımızdan dolayı bize teşekkür etmeniz gerekmez mi?
Bir Âyet-i kerimede şöyle buyuruluyor:
--Kendisine Rabbinin âyetleri hatırlatılarak öğüt verildikten sonra, onlardan yüz çeviren kimseden daha zâlim kim olabilir?
Muhakkak ki biz suçlulardan öç alacağız!-- (Secde: 22)
Bu sözü Allah-u Teâlâ beyan buyuruyor. Çünkü müslümanların birleşmelerini emreden, tefrikayı, bölücülüğü şiddetle yasaklayan bunca Âyet-i kerimeler yüzlerine karşı okunuyor da yüz çeviriyorlar.
Bir Âyet-i kerimesinde ise şöyle buyuruyor:
--Bunlara ne oluyor ki hiçbir sözü anlamaya yanaşmıyorlar.-- (Nisâ: 78)
Gözleri kör, kulakları sağır olmuş!

--Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!-- (Hûd: 112)
İman etmenin en mühim şartlarından birisi de teslimiyettir. Bir müslüman Allah-u Teâlânın bütün emir ve nehiylerine uymak zorundadır.
Hüküm koyucu tek makam Odur, hükmünde asla kimseyi ortak kabul etmez.
Âyet-i kerimesinde:
--Yaratmak da emretmek de Ona mahsustur.-- buyuruyor. (Arâf: 54)
Bunu bir kere insan evvelâ kendi nefsine duyuracak. Bu duyulmuyor.
Mâdem ki yaratmak da emretmek de Ona mahsustur, artık sen yüzünü Ona çevireceksin. Ne emrediyor, neyi nehyediyor diye bakacaksın. Aklını, gözünü, kulağını bu hedefe yönelteceksin.
Emrettiği herhangi bir şeyi umursamayarak, Onun kesin beyanlarını dinlemeyerek, Onun düşmanlarına hoşgörü ile bakmak, kişiyi otomatik olarak onlara kaydırır. Onun emrini ve hükmünü nazar-ı itibara almayıp onlara meylettiği için, onların arasına dahil eder, hiç ruhu bile duymaz. Allah-u Teâlâ hükmünü koydu. O onlardandır artık.
Bir Âyet-i kerimede de şöyle buyuruluyor:
--Yoksa onların, Allahın izin vermediği bir dini ortaya koyan ortakları mı var? Eğer erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilirdi.
Şüphesiz ki kâfirlere can yakıcı bir azap vardır.-- (Şûrâ: 21)
Allah-u Teâlâ dinini ve dini hükümleri ancak kendisinin koyacağını, hükmünde asla kimseyi ortak kabul etmediğini ferman buyurduğu gibi, zâtından başka din koyanlara uymalarının sebebini sual etmekte ve onlara uymanın kötü âkıbetini haber vermektedir.

--Bir zulüm ve saldırıya uğradıkları zaman birbirine yardım ederler.-- (Şûrâ: 39)
Bunu ancak müslümanlar yapar, hiçbir bölücü bunu yapmaz. Neden? Çünkü o kendi dininin kuvvetlenmesini düşünür, saltanat sevdası güder, İslâmı düşünmez.
Nitekim durumlar meydanda.
Paramparça etmişler ve küffara zemin hazırlamışlar.

--Ey iman edenler! Bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın. Alay edilenler belki de Allah katında kendilerinden daha hayırlıdırlar.-- (Hucurât: 11)
Allah-u Teâlâ bu Âyet-i kerime ile müminlerin ne kadar yüksek bir terbiye seviyesine yükselmelerini emir buyurmaktadır.
Çünkü bir mümini hakir görüp beğenmemek kendini beğenmekten ileri gelir ki, bu da şeytanın sıfatıdır. Şeytan kendisini Âdem Aleyhisselâmdan üstün görmesi sebebi ile dergâh-ı izzetten tardedildi ve ebedî hüsrana mahkum oldu.
Âyet-i kerimenin nihayetinde:
--Kendi kendinizi ayıplamayınız.-- buyuruluyor. (Hucurât: 11)
Allah-u Teâlâ burada müminlerin bir tek can gibi olduklarını beyan buyurmaktadır. Çünkü bütün müminler bir tek bedenden ibarettirler. Her mümin o bedene bağlı bir uzuvdur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır:
--Bir mümin diğer bir mümin için birbirine kenetlenen tuğlalar gibidir. Birbirinden kuvvet alır.-- (Münâvî)
Tevhid inancı altında bir araya gelen müminler, kardeşlik bağlarıyla bir bütünlük arzederler. Kardeşini ayıplayan dolayısı ile kendisini ayıplamış olur.
Şu Âyet-i kerime ne kadar ince ve derin bir noktaya işaret ediyor:
--Gözlerinizin hor ve hakir gördüğü mümin kimseler için: Allah onlara hiçbir hayır vermeyecektir! diyemem. Özlerinde olanı daha iyi bilen Allahtır.
Bunu söylediğim takdirde mutlaka ben de zâlimlerden olurum.-- (Hûd: 31)
Müminleri özle ve sözle değil gözle bile hâkir görmenin en büyük zulüm olduğu ortadadır.
Bir Hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor:
--Bir kimseye şer olarak bir müslüman kardeşine hakaret etmesi kâfidir.-- (Müslim)
Ola ki Allah-u Teâlânın bir veli kulunu hor görmüş olursun. Bu da senin helâk olmana vesile olur.

--Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakka iletirler ve Hakk ile hüküm verirler.-- (Arâf: 181)
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri kendi has kullarını tarif ediyor ve buyuruyor ki:
Onlar yalnız benim hoşnutluğumu kazanmak için çalışırlar. Hiç kimsenin hiçbir şeyine iltifat etmezler. Hazret-i Allahın dininin kaim olmasını isterler. Çünkü onlar Allah-u Teâlâya iman etmişler ve Allah-u Teâlânın düşmanlarına hasım kesilmişlerdir.
Bir Âyet-i kerimede şöyle buyuruluyor:
--Kâfirlere karşı çok çetin, birbirlerine karşı çok merhametlidirler.-- (Fetih: 29)
Bu da ona iman eden müminlerin vasfıdır. Kâfirlerin küfürlerine karşı zayıflık, yılgınlık ve müsamaha göstermezler, kızgın ve asık suratlıdırlar. Dinlerine muhalefet edenlere aslâ sevgi beslemezler.
Aralarındaki din kardeşliği sebebiyle birbirlerine karşı alçakgönüllü, güleryüzlüdürler. Birbirleriyle karşılaştıklarında selâmlaşır, tokalaşır ve kucaklaşırlar.
İçlerinden birinin bir belâ ve musibete uğraması hepsini üzer. Aralarında birlik, beraberlik ve kardeşlik devam eder durur.

--Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun. Onlar doğru yoldadırlar.-- (Yâsin: 21)
Bu Âyet-i kerimesinde Allah-u Teâlâ yalnız Rızâ-i Bârîsi için çalışanları tarif ediyor.
Onlar rızâdan başka hiçbir şeye eğilmezler, hiçbir maddi menfaata değinmezler. Ancak onların doğru yolda olduğunu açık olarak ifade ediyor. Ve fakat cep cihadçılarından da hiç şüphesiz ki nefret ediyor. Çünkü bunlar bu cep cihadçılığı ile din-i İslâmı küçük düşürüyorlar, halkı yoluyorlar. Her topladıkları haramdır.
Bütün Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz, Hakkı tebliğ ettikleri, hakikata çağırdıkları topluluklara:
--Sizden buna karşılık hiçbir ücret istemiyorum. Benim mükâfâtım âlemlerin Rabbine âittir.-- demişlerdi. (Şuarâ: 109)
Allah için çalışan, Allahtan başka birinden herhangi bir ücret talep etmez.

--Onlar Allaha ve Âhiret gününe inanırlar. İyiliği emreder kötülükten men ederler. Hayırlı işlere koşuşurlar. İşte bunlar sâlih insanlardandırlar.-- (Âl-i imrân: 114)
Allah-u Teâlâ iyiliği emredip kötülükten nehyederek, hayır işlerinde yarışmamızı bize öğütlüyor.
İşte gerçek müminler bunlardır.
Bunu yapmayanlar hakkında ise bir Âyet-i kerimede şöyle buyuruluyor:
--Onlar işledikleri kötülükten birbirini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Andolsun ki yaptıkları ne kötüdür!-- (Mâide: 79)
Fakat onlar bunun hiç farkında değiller.

--Allah, kendi yolunda kenetlenmiş bir duvar gibi saf bağlayarak savaşanları sever.-- (Saf: 4)
Buradan anlaşılıyor ki Allah-u Teâlâ gerek iç düşman olan bölücülerle, gerek harp meydanında dış düşmanlarla, kâfirlerle cihad etmek için rızasında birleşenleri, İlâ-yı Kelimetullah için çalışanları sever, onlardan hoşnud olur.
Nitekim bir Âyet-i kerimesinde de şöyle buyuruyor:
--Müminler içinde öyle erler vardır ki, Allaha vermiş oldukları ahde sadakat gösterirler. Onlardan kimi bu uğurda canını feda etti, kimi de bu şerefi beklemektedir. Ahidlerini hiç değiştirmemişlerdir.-- (Ahzâb: 23)
Allah-u Teâlânın bu has kulları her zaman için mevcuttur. Kimisi canını bu uğurda fedâ ederek ebedî saâdete nâil olmuş, kimisi de ebedî saâdetin şerefine nâil olmak için canını ve malını hiçe saymış, Rızâ-i Bârî yolunda gayret sarfetmektedir.
Zira bir Âyet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır:
--Hiç şüphesiz Allah yolunda savaşıp düşmanları öldüren ve öldürülen müminlerin canlarını ve mallarını Allah, cennet kendilerinin olmak karşılığında satın almıştır.
Onlara vaad olunan cennet haktır ki, Tevratta da, İncilde de ve Kuranda da sabittir.
Allahtan ziyade ahdine vefa gösteren kimdir?
O halde yaptığınız bu hayırlı alış-verişten dolayı sevinin. İşte bu çok büyük bir saâdettir.-- (Tevbe: 111)
Hazret-i Allah Hâlık iken mahlukunu alış-verişe dâvet ediyor. Hâlık ile alış-veriş yapabilmek şerefine nâil olmak ne büyük saâdettir!
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerimesinde buyurur ki:
--Ey iman edenler! Elem verici, can yakıcı bir azaptan sizi kurtaracak bir ticaret yolunu göstereyim mi size? Allaha ve Resulüne imanda sebat eder, Allah yolunda mallarınızla canlarınızla cihad edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için çok daha hayırlıdır.
Böyle yaparsanız Allah günahlarınızı size bağışlar, sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerinde hoş yerlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur-- (Saf: 10-11-12)
Bu ticaret öyle büyük bir kazanç yoludur ki, artık ondan öte bir kazanç düşünülemez. Dünya ticareti ile kıyas bile edilemez.
Yaptığı ticaretten çok çok kâr eden bir kimse, etrafındaki insanlar tarafından parmakla gösterilir, herkes kendisine imrenir. Tasavvur edin ki günleri sayılı olan dünya hayatına karşılık ebedî ahiret hayatını kazanan kimsenin kârı ne ile kıyaslanabilir?
Bu alış-verişi bırakıp şeytan ile alış-verişe girişenlerin durumu ne olur?
Âyet-i kerimelerde şöyle buyurulmaktadır:
--Onlar âhiret karşılığında dünya hayatını satın alan kimselerdir. Bu yüzden azapları hafifletilmez, onlar yardım da görmezler.-- (Bakara: 86)
--Onlar hidayet yerine dalâleti, mağfiret yerine azabı satın almış kimselerdir. Onlar ateşe ne kadar da dayanıklıdırlar!
O azabın sebebi, Allahın Kitabı hak olarak indirmesidir. (Buna rağmen) Kitapda ayrılığa düşenler, derin bir anlaşmazlık içindedirler.-- (Bakara: 175-176)
Böyleleri eskiden de öyle idiler, şimdi de öyledirler.

--İşte bundan ötürü sen onları tevhide, birliğe dâvet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların heveslerine uyma.
Ve de ki:
Allahın indirdiği kitaba inandım, aranızda adalet yapmakla emrolundum. Allah bizim de Rabbimiz sizin de Rabbinizdir.
Bizim işlediklerimiz bize, sizin işledikleriniz size aittir. Bizimle sizin aranızda tartışılacak bir şey yoktur. Allah hepimizi bir araya toplar. Dönüş de ancak Onadır.-- (Şûrâ: 15)
Âyet-i kerimeye dikkat edilirse, hakikat apaçık öğrenilmiş olur.
Allah-u Teâlâ bu gerçeği gözler önüne sermiş, tartışılacak hiçbir şey bırakmamış.
Binaenaleyh bir kimse çıkıp da bunları bizim beyan ettiğimizi iddia ederse, iyi bilsin ki Hazret-i Alahın emirlerini yok etmeye, bu emr-i ilâhiyi mahluka bağlamaya çalışmaktadır. Halbuki biz her fırsatta deriz ki --Hükümsüz ve değersiz bir mahlukum, hüküm ve değer sahibime aittir.--
Bunu bize isnad etmeleri ilâhi hükmü çürütmeye çalışmalarından ileri gelir.
Diğer Âyet-i kerimelerde ise şöyle buyuruluyor:
--Seni yalanlarlarsa de ki:
Benim yaptığım bana, sizin yaptığınız sizedir. Siz benim yaptığımdan uzaksınız, ben de sizin yaptığınızdan uzağım.-- (Yunus: 41)
--De ki: Allah bizim de Rabbimiz sizin de Rabbiniz iken, Onun hakkında bizimle tartışıyor musunuz? Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız size âittir. Biz Ona gönülden bağlananlarız.-- (Bakara: 139)
Binaenaleyh ben Hazret-i Allaha inanmışım, iman etmişim, ilâhî hükümleri size tebliğ etmekle vazifeliyim. Hakikati söylemek mecburiyetindeyim. İster kabul edin, ister etmeyin. Bizimkisi bizim olsun, sizinkisi sizin olsun!
Dikkat ederseniz kendimden konuşmuyorum. Ancak Âyet-i kerime ve Hadis-i şerifleri esas tutarım, hep Âyet-i kerimeleri konuştururum ve karşımdakini de durdurturum. Niçin durdurturum? Çünkü Allah-u Teâlâ Âyet-i kerimesinde:
--Onlara de ki: Yanınızda bize karşı çıkarabileceğiniz bir bilginiz var mı? Siz sadece zanna uyuyorsunuz ve siz sadece yalan söylüyorsunuz!-- buyuruyor. (Enâm: 148)
Hazret-i Allahın beyanı varken ben niye konuşayım?

Kalp ve ruh birliğinden, iman nûrundan mahrum ve matrud olan nasipsizlerden Kuran-ı kerim şöyle bahsetmektedir:
--Sen onları derli-toplu sanırsın, halbuki kalpleri darmadağınıktır.-- (Haşr: 14)
Bu gibi kimselerin ahiretteki âkıbetleri hakkında da Âyet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır:
--O gün bazı yüzler ağarır, bazı yüzler kararır. Yüzleri kararanlara İnanmanızdan sonra kâfir mi oldunuz? Öyle ise inkâr etmenizden dolayı tadın azabı! denilecektir.-- (Âl-i imrân: 106)
Çünkü onlar bu azabı haketmişlerdir.
Müminlerin ahiretteki durumları hakkında ise şöyle buyurulmaktadır:
--Yüzleri ağaranlara gelince, onlar Allahın rahmeti içindedirler. Orada ebedi kalacaklardır.-- (Âl-i imrân: 107)
Nice nice tecellilere nâil olacaklardır.

Saâdet Fırkası:
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır:
--Ümmetim benden sonra yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bir fırka müstesna, diğerleri hep ateştedir.
– Onlar kimlerdir Yâ Resulellah?
Benim ve Ashâbımın yolunda olanlardır.-- (Ebu Dâvud)
Bu bir fırka Resulullah Aleyhisselâm tarafından --Fırka-i Nâciye-- yani --Kurtulmuş Fırka-- lâkabıyla müşerref kılınmıştır. Bu kalpleri diri hakikat erleri, Resulullah Aleyhisselâmın, Ashab-ı kiramın, Selef-i salihînin yolundan yürümüşler, sırat-ı müstakimden bir an bile ayrılmamışlardır. Bugüne kadar da bu âlî himmetleriyle Hakk yolunun sâliklerini bidatçıların, ehl-i dalâletin iğvâ ve saptırmalarından korumuşlardır.
Allah-u Teâlâ onların doğruluğunu bizzat kendisi rahmetiyle müminlere göstermiş, müminler de bu büyüklerden istifade etmişler, feyz almışlardır.
Allah-u Teâlâ bu Nur sahipleri vekillere öyle büyük lütuflarda bulunmuş ki, onları zâtına çekmiş, onlara her şeyin en güzelini vermiş, onları takvânın en yüksek derecesine yükseltmiş, gönüllerini mârifet nurlarıyla nurlandırmıştır.
Onlar da Allah-u Teâlâya gönülden bağlanmışlar, hükmü Hakktan beklemişler, daima ilticâ hâlinde olmuşlar, fazl-ı ilâhîye ve feyz-i Samedânîye bağlılık halinde bulunmuşlardır.
Allah-u Teâlânın tevfiki, onların refikidir. Tefrika ve çekişmelerden, muhalefet ve ihtilâflardan kurtuldukları için bütün mahlûkata şefkat ve merhamet nazarıyla bakarlar.
Onların ilmi mükâşefât ve müşâhedât ilmidir, ilâhî ilhama dayanan bir ilimdir. Naklî ve aklî delillerle teyid olunmuştur. Onların hâl ve ahvallerini, ilim ve irfanlarını kelime ve kalıplara sığdırmak mümkün değildir.
Onlar gerçekten Allah yolunu bulan kimselerdir. Gidişleri, gidişlerin en güzelidir. Gittikleri yol, yolların en doğrusu, ahlâkları ahlâkların en temizidir.
Niçin? Çünkü onlar Habibullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in ahlâkı ile ahlâklanmışlar, tabiatıyla tabiatlanmışlar, onun boyası ile boyanmışlardır.
Onlara düşmanlık eden veya haklarında suizan besleyen kimse, farkına bile varmadan helâk olur. Çünkü onların üzerine titreyen bir Allah-u Zülcelâl vardır. Onlar Hakkın yardımına ve desteğine mazhardırlar.
Âyet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır:
--Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir.-- (Mücâdele: 22)
Onlar Allah-u Teâlânın bütün emir ve nehiylerine dikkat ederler.
--Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!-- (Hûd: 112)
Âyet-i kerimesi mucibince emir doğrultusunda, istikamette yürürler. Beşeriyete güzel birer numune olurlar. Nasipdar olanlar onlardan numune alır, Hakkı ve hakikati bilir ve bulur.
Bu fırka yok denecek kadar azdır, fakat gerçek müslümanlar da bunlardır.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerimelerinde şöyle buyurmaktadır:
--Rabbin dileseydi insanları tek bir ümmet yapardı, fakat onlar hâlâ ayrılıktadırlar.
ANCAK RABBİNİN RAHMETİNE NÂİL OLANLAR MÜSTESNÂDIR. (ONLAR BU İHTİLÂFIN DIŞINDA KALMIŞLARDIR.)-- (Hûd: 118-119)
Allah-u Teâlâ kime rahmet etmişse, ihtilâfa, tefrikaya düşmemişlerdir.
Âyet-i kerimenin devamında ise şöyle buyuruluyor:
--ESASEN ONLARI BUNUN İÇİN (RAHMET ETMEK İÇİN) YARATMIŞTIR.
Rabbinin: Andolsun ki ben cehennemi cinlerle ve insanlarla dolduracağım! sözü tamamen yerine gelmiştir.-- (Hûd: 119)
Onlar Allah ve Resulüne dâvet ederler. Gönüllere Allah ve Resulünün muhabbetini sokmaya gayret ederler. İnsanları arındırıp rızâ yolunda birleştirmeye çalışırlar.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şeriflerinde bu bir tâifeye işaret etmiş ve şöyle buyurmuştur:
--Ümmetimden bir tâife, kıyamet kopuncaya kadar Allahın yardımı ile muzaffer olmakta devam edecek, muhalefette bulunanlar onlara zarar veremeyecektir.-- (Tirmizî)
Ümmet-i Muhammedin yetmiş üç fırkaya ayrılacağını beyan eden Hadis-i şerif mucibince, kurtulan o bir fırkanın içinde de Allah-u Teâlânın vazifedar kıldığı kimseler vardır.

Allah-u Teâlâ Kuran-ı keriminde kendi dinini, kendi partisini, kendi dosdoğru yolunu ilân etmiş, kurtuluşun ancak ve ancak burada olduğunu Âyet-i kerimesinde ferman buyurmuştur:
--İşte onlar Allahın hizbi (partisi)dir. İyi bilin ki kurtuluşa ulaşacak olanlar Allahın hizbi (partisi)dir.-- (Mücâdele: 22)
Âyet-i kerimede geçen --Ülâike Hizbullah-- Allah-u Teâlânın ve Resulullah Aleyhisselâmın hizbi, yani partisidir. Bu parti 1400 sene evvel kurulmuş olup, Allah yolunda olanların, sırat-ı müstakim üzere gidenlerin, ilâhî hükümlere göre hayatını düzenleyenlerin, Allah-u Teâlânın ve Resulullah Aleyhisselâmın emir ve nehiylerine gönülden teslim olanların, fisebîlillâh malı ve canı ile cihad edenlerin, din-i İslâma yardım edenlerin yoludur.
--Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allahtan hoşnut olmuşlardır.-- (Mücâdele: 22)
Çünkü onlara verdiği bu büyük nimet, tasavvurlarının da fevkinde tecellî etmiştir. Allah-u Teâlânın rızâsı nimetlerin en büyüklerinden birisi ve mertebelerin en yücesidir.
--İman edip de imanlarına herhangi bir zulüm bulaştırmayanlar var ya, işte emniyet onlarındır ve doğru yolu bulanlar da onlardır.-- (Enâm: 82)
Allah-u Teâlânın râzı ve hoşnut olduğu, hıfz-u himayesine ve tasarruf-u ilâhîsine aldığı, inayetine ve desteğine mazhar ettiği, dünya saâdetine ve ahiret selâmetine lütfu ile dahil ettiği parti budur. Allah-u Teâlânın vaad-i Sübhânîsine nâil olanlar işte bunlardır.
--İşte onlar Rabblerinin yolunda olanlardır. İşte onlar saâdete erenlerdir.-- (Bakara: 5)
Her türlü korkudan, ahiret sorumluluğundan emin olanlar onlardan başkası değildir.
--Kim Allaha sımsıkı sarılırsa, muhakkak ki o doğru bir yola iletilmiştir.-- (Âl-i imrân: 101)
Hidayete ermiş, saâdet ve selâmete kavuşmuş, dalâletten kurtulmuş olur. Artık hangi aklı başında olan bir insan bu yolu aramak istemez?
--Ben sizin sadece Rabbine doğru bir yol tutmak isteyen kimseler olmanızı istiyorum.-- (Furkân: 57)
Yol ve gidiş olarak sizin bu şekilde hareket etmenizi istiyorum, Hakkı bulasınız, hakikata eresiniz diye.
--Yolun doğrusunu göstermek Allaha âittir. Yolun eğri olanı da vardır. Allah dileseydi hepinizi hidayete erdirirdi.-- (Nahl: 9)
Allah-u Teâlâ insanı yaratmış, ona cüzi bir irade vererek bu imtihan sahnesine koymuştur. Kendisine varan yolu da peygamberler göndererek, kitaplar salarak göstermiştir.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerimesinde şöyle buyurmaktadır:
--O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır.-- (Mülk: 2)
İradesini doğruya ve iyiye kullananlar doğru yola erişirler, --Saâdet Fırkası-- dâiresine girerler, iradesini kötüye kullananlar şeytanın hizbinde kalırlar.
Diğer Âyet-i kerimelerde şöyle buyurulmaktadır:
--Biz ona hidayet yolunu gösterdik. İster şükredici olsun, isterse nankör olsun.-- (İnsan: 3)
Bu durumda hiçbir insanın mazeret ileri sürmesine hakkı kalmamıştır. İsteyen nimetlerin kıymetini bilir ve şükreder, hakikati anlar, mümin olur, nurlu yolu takip eder. İsteyen nankörlük eder ve bedbaht bir kâfir olur. Sonra da lâyık olduğu cezâya en ağır bir şekilde çarptırılır. Kendisine gösterilen hidayet yoluna girmemenin vebâli kendisine çok pahalıya mâlolur.
--Biz ona iki göz, bir dil ve iki dudak vermedik mi? Biz ona (doğru ve eğri olmak üzere) iki de yol göstermedik mi?-- (Beled: 8-9-10)
Hidayet Allah-u Teâlânın, kendi zâtını bilmek için lütuf ve keremi ile kullarında halkettiği muvaffakiyettir. Hidayetin zıddı dalâlettir. Dalâlet doğru yoldan sapmaktır. Hidayetin neticesi iman, dalâletin neticesi imansızlıktır.
Hidayeti de dalâleti de ancak Allah-u Teâlâ yaratır. Bir insanda dalâlet yaratması, o insanın kendi arzusu ile sapıklık yolunu şeçmiş olmasındandır. Yoksa kul iradesini dalâlete yöneltmedikçe, Allah-u Teâlâ onu zorla sapıklığa düşürmez. Çünkü insanda hidayet ve iman fitrîdir, yaratılışında vardır. Dalâlet ve küfür insanın cüzî iradesini kötüye kullanmasından dolayı sonradan ârız olmuştur.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerimesinde şöyle buyurmaktadır:
--Kim Allahı, Onun Peygamberini ve müminleri dost edinirse, bilsin ki galip gelecek olanlar Allahın hizbi (partisi)dir.-- (Mâide: 56)
Asıl velâyet, asıl dostluk Allah-u Teâlânın dostluğudur, diğerlerinin üstünlüğü görünüşte veya geçicidir.
--Allah imân edenlere hem dünyada hem de ahirette o sabit söz üzerinde daima sebat ihsan eder. Allah zâlimleri saptırır. Allah dilediğini yapar.-- (İbrahim: 27)
O dilediğini yapar, yaptığından sorumlu olmaz. İnsanlar ise yaptıklarından sorumludurlar.
--Hidayet verici ve yardımcı olarak Rabbin yeter!-- (Furkân: 31)
Nitekim bu ilâhî vaad yerini bulmuş, Hakk yolda olanlar daima galip ve muzaffer olmuşlardır.
--İşte Rabblerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır, yalnızca onlar doğru yolu bulmuşlardır.-- (Bakara: 157)
Dinin esası işte budur. Allah-u Teâlâ bu kimselerin hidayete erdirildiklerine, doğru yolda olduklarına şehadet etmektedir.
--Hidayeti kabul edenlere gelince, Allah onların hidayetini artırmış ve onlara takvâ yollarını ilham etmiştir.-- (Muhammed: 17)
Dünya saâdetine, ahiret selâmetine erişenler bunlardır.
--İşte hidayet üzere bulunanlardan olmaları umulanlar bunlardır.-- (Tevbe: 18)
Onlar bunu ilâhî bir lütuf olarak kabul ederler. Her lütuf Onun, her lütuf Ondandır.
--Senin Rabbin kendi yolundan sapanı en iyi bilendir. Hidayete ermiş olanları da en iyi bilen Odur.-- (Enâm: 117)
Onları yolunda bulundurur, o yolda yürütür, her türlü tehlikelerden muhafaza eder.
--Şüphesiz ki bu bir öğüttür. Artık dileyen Rabbine varan bir yol tutar.-- (İnsan: 29)
İman, itaat ve güzel amellerle Rabbine emniyetler içinde ermeye ve yaklaşmaya çalışır.
Her kim Rabbine doğru varmak, Onun rahmetine erip gayesine ulaşmak isterse, Ona götürecek bir dönüş yolu, sonunda o gayeye erdirecek bir başvuru makamı edinmelidir.
Herkes iradesini sarfettiği yöne muvaffak ve müyesser olur. Yani hidayet ve dalâlette hâline uygun bir yol tutar.
Böylece de hidayet yolunda yürüyenler mükâfatlarına nâil oldukları gibi, dalâlet yollarına gidenler de lâyık oldukları cezalara kavuşurlar. Herkesin amelinin karşılığı verilecektir.
Âyet-i kerimede şöyle buyuruluyor:
--De ki: Herkes kendi yaratılışına göre iş yapar. Rabbiniz kimin en doğru yolda olduğunu daha iyi bilir.-- (İsrâ: 84)
Burada herkesin takip ettiği yol ve işlediği amel neticesi, ceza ve mükafatla karşılaşacağı hatırlatılarak insanların hidayet yoluna yönelmeleri için öğüt verilmektedir.
--Şüphesiz ki: Rabbimiz Allahtır! deyip, sonra da dosdoğru olanlara korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.-- (Ahkâf: 13)
Zira onlar içinde ebedi kalmak üzere girdikleri cennet halkıdırlar. Dünyada iken iman nuru ile münevver olmanın, istikametten ayrılmamanın mükâfatını yaşamaktadırlar.
--De ki: Herkes beklemektedir, siz de bekleyin. Doğrusu düz yolun sahipleri kimdir, doğru yolda olan kimdir, yakında bileceksiniz!-- (Tâhâ: 135)
Sapıklığa düşmemiş, Hakk ve hakikate sarılmış, selâmete ermiş olanların kimler olduğu yakında meydana çıkacaktır.
Allah-u Teâlâ Hâtem-ül Enbiyâ olan rahmet peygamberine, insanlara şöyle ferman buyurmasını emretmektedir:
--Resulüm! De ki: İşte benim yolum budur. Ben Allaha dâvet ediyorum. Ben ve bana tâbi olanlar basiret üzerindeyiz. Allahı noksan sıfatlardan tenzih ederim. Ben müşriklerden değilim.-- (Yusuf: 108)
Ben inanan ve Allahı birleyen bir kulum.
Bu Âyet-i kerime gösteriyor ki, hidayete dâvet ancak bu şartlar gözetildiği zaman faydalı olur. Hakka ve hakikate dâvet, basiret üzere, ne söylendiğini bilerek, ihlâs ve samimiyetle yürüyerek nezahet ve hikmet dâiresinde olmalıdır.
Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtı ümmetlerini kesin delillerle dine dâvet ettikleri gibi, peygamber vârisî olan ümmetin hakiki âlimleri de dine dâvet ederler, ilâhî hükümleri takviye ederler. Binaenaleyh ulemanın tebliği dâima katî delillere dayandırıldığından dolayı, onları yıkmak ve çürütmek mümkün değildir. Zanlarıyla onlara karşı çıkanlar her zaman için zelil düşmüşlerdir.

Allah-u Teâlâ Kelâm-ı kadiminde kendi dinini ilân etmiş, kurtuluşun sadece burada olduğunu ferman buyurmuştur.
Âyet-i kerimede:
--Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâmı beğendim.-- buyuruluyor. (Mâide: 3)
Yani İslâmdan başka bütün dinler, yollar batıldır.
Bu Allahın dinidir. Onun yoludur. Sırat-ı müstakim olan bu dinden başka bir din yoktur. Onun katında kabul ve makbul olan başka din yoktur. Bu din Allah tarafından gönderilmiş bir dindir ve bütün heybetiyle, azametiyle ayaktadır. Bu din-i mübinin hükümleri kıyamete kadar bâkidir. Ancak ayakta duran bu dine uyanlar saadete ererler.
Âyet-i kerimede:
--Allah katında din İslâmdır.-- buyuruluyor. (Âl-i İmrân: 19)
Onun katında sadece kabul olunan din Allahın ve Resulullahın dini, partisi olduğuna göre, daha başka bir isimle çıkmış din kurucuların dini de, partisi de hükümsüzdür. Binaenaleyh Allah katında hiçbir dinin ve ismin hükmü yoktur. Gerek yahudilerin, gerek hıristiyanların, gerekse bölücülerin kurdukları din hükümsüzdür. Allah katında kabul değildir. Bu hakikat Ayet-i kerimelerde apaçık ve aşikârdır.
Âyet-i kerimenin devamında ve mütebâki Âyet-i kerimede şöyle buyuruluyor:
--Ancak kendilerine kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonra birbirlerini çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler. Kim Allahın âyetlerini inkâr ederse, bilsin ki Allah hesabı çok çabuk görendir.
Eğer seninle tartışmaya girişirlerse de ki: Bana uyanlarla birlikte ben kendimi Allaha teslim ettim.
Kendilerine kitap verilenlere ve kitapsız ümmilere de de ki: Siz de İslâm oldunuz mu?
Eğer İslâm olurlarsa doğru yolu bulurlar. Yok eğer yüz çevirirlerse sana düşen yalnızca duyurmaktır. Allah kullarını görür.-- (Âl-i imrân: 19-20)
Allah-u Teâlâ önceki ümmetlerden kendilerine kitap verilenlerin, kendilerine peygamber gönderilip kitaplar inzâl edilmek suretiyle aleyhlerinde hüccetler, deliller olmasından sonra ayrılığa düştüklerini haber vermektedir.
Burada anlaşılıyor ki, kim Allahın kitabında beyan etmiş olduğu hükümleri inkâr ederse, Allah-u Teâlâ onu hesaba çekecek ve bu yalanlamasından dolayı onu şiddetli azaba çarptıracaktır.
Hüküm vermek sadece ve sadece Allaha aittir. Başkasına âit değildir. Onun hükmü esastır.
--Hüküm ancak Allahındır.-- (Yusuf: 40)
Onun hükmü esastır, mahlûkun hükmü yoktur. Emir ve yasak koyma hakkı yalnız Ona mahsustur, bu hakka sadece Allah-u Teâlâ sahiptir.
Âyet-i kerimenin devamında yalnız kendisine kulluk yapmamızı emrediyor ve İslâm dininin dosdoğru bir din olduğunu haber veriyor:
--O, yalnız kendisine kulluk etmenizi emretmiştir.-- (Yusuf: 40)
Çünkü Ondan başka hiç kimse ibadete lâyık değildir. İbadetin hangi çeşidi olursa olsun, Ondan başkası için yapılacak olursa şirk ve küfürdür.
--İşte dosdoğru din budur.-- (Yusuf: 40)
İnsanlar Onun koyduğu hükümleri uygulamak zorundadırlar. Onun hükmü esastır. Emir ve yasak koymak hakkı yalnız Ona mahsustur. Bu hakka sadece Allah-u Teâlâ sahiptir. Onun tevil buyurmadığı bir şeyin hiçbir meşruiyeti yoktur.
--Fakat insanların çoğu bilmezler.-- (Yusuf: 40)
Hevâ ve heveslerine uyarlar, bâtıl dinlere tâbi olur dururlar. Dolayısıyla onların çoğu şirke düşmüştür.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerimede:
--İyi bilin ki yaratmak da emretmek de Ona mahsustur. Âlemlerin Rabbi olan Allahın şânı ne yücedir!-- buyuruyor. (Arâf: 54)
Bu bir Allah kelâmıdır. Mülk Onundur, hükmünü hiç kimse değiştiremez.
Tatbikini emir buyurduğu bütün hükümler kemâle ermiş, tamamlanmıştır. Hiçbirisinde noksanlık ve eksiklik tasavvur edilemez, hükmünde yanılması düşünülemez. Onun haber verdiği her şey gerçeğin ta kendisidir. Onun emrettiği her şey adaletlidir, Onun dışında hiçbir şey adaletli değildir. Onun yasakladığı her şey bâtıldır. Hiç kimse Ondan daha doğru söz söyleyemez, hiç kimse Ondan daha adil hüküm koyamaz. Hükmünde hikmet sahibidir, her şeyi hikmetle yapar.
Allah ve Resulünün dininden başka bir din olmayacağı ve din kurucuların dini ve başka dinlerin kabul edilmeyeceğini diğer bir Âyet-i kerimesinde şöyle ferman buyuruyor:
--Kim İslâmdan başka bir din ararsa, onunki katiyyen kabul edilmeyecek ve o âhirette kaybedenlerden olacaktır.-- (Âl-i İmrân: 85)
Bu Âyet-i kerime Allah-u Teâlânın İslâmdan başka bir din arayanın dininin kabul edilmeyeceğine dair açık fermân-ı ilâhîsidir. Artık kişilerin başka din seçmesi, din kurması ancak nefsini ilah edinmelerinden ötürüdür. Bunlar Hazret-i Allaha ve Resulüne iman etmiş değillerdir. Yaptıkları iş Allah katında kabul ve makbul değildir. Allah katında makbul olan din İslâmdır. Başka dinler, isimler bâtıldır ve hakk olan, katında makbul olan din budur. Cennet ve Cemâlullah ile müjde kıldığı dindir.
Onun sözlerini değiştirecek, temyiz edecek, tashih yapacak hiçbir kimse olamaz. Söz Onun sözü, hüküm Onun hükmü, Kitap Onun Kitabıdır.
Onun verdiği hükmü değiştirecek, engelleyip ortadan kaldıracak, hiçbir kuvvet, hiçbir devlet, hiçbir makam ve mevki yoktur. Mülk Onundur. Ondan başka hiç kimsenin hiçbir şeye müdahale etmesine hakkı ve salahiyeti yoktur. Yalnız emir, yasak, tedbir, irade, tam tasarruf Ona âittir. Hükmünü hiç kimse değiştiremez.
Zira:
--Hüküm, yücelerin yücesi Allahındır.-- buyuruluyor. (Mümin: 12)
Çünkü O mülkünde yücedir, dilediğini yapar, dilediği hükmü verir. Onun verdiği hükümler belirli bir asır ve zaman ile sınırlı değildir. Kıyamete kadar geçerlidir.
Hazret-i Allah Kelâm-ı kadiminde cennetine koyacağını vaad ettiği, razı ve hoşnut olduğu kullarını şöyle tarif buyuruyor:
--Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir.-- (Mücâdele: 22)
Onlar dünyada Hazret-i Allaha ve Resulullaha iman etmişlerdir, bu onlara Allah-u Teâlânın bir ihsanıdır.
Zira onları bu dünyada lütuf olarak kudsî ruhu ile desteklemiştir. ahirette ise onları cennet ve cemâlullah ile müjdeliyor:
--Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allahtan hoşnut olmuşlardır.-- (Mücâdele: 22)
Binaenaleyh Allah-u Teâlânın râzı olduğu, hoşnut olduğu parti budur. Onlar da Hazret-i Allahtan hoşnutturlar. Bütün iyiliklerin Ondan geldiğini, bütün kötülüklerin nefis ve şeytandan geldiğini bilirler. Allaha gönülden teslimdirler. Neyi taksim ve takdir buyurmuşsa râzı ve hoşnutturlar.
İslâm âlemine bakıldığında, müslümanların fırkalara ayrıldığı, senlik-benlik kavgası, liderlik-önderlik dâvâsı, makam, nam ve menfaat kaygısı ile ihtilâf ve tefrikaya düştükleri acı bir gerçektir.
Halbuki Allah-u Teâlâ müminlerin birleşmelerini emir buyururken, ayrılık yapanlarla tefrika çıkaranları ağır bir dille tehdit ediyor ve Âyet-i kerimesinde şöyle buyuruyor:
--Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. Onlar için kıyamet günü büyük bir azap vardır.-- (Âl-i imrân: 105)
Zâlimler güruhundan olmamamız için Hazret-i Allahta birleşmemiz, yekvücud halinde olmamız icabediyor.
Müslümanların, Allah ve Resulünde birleşmesi en büyük arzumuzdur.
Zira Allah-u Teâlâ Âyet-i kerimesinde buyurur ki:
--Fırka fırka olup dinlerini parça parça edenlerle senin hiçbir bir ilgin yoktur. Onların işi Allaha kalmıştır. Sonra O, yaptıklarını kendilerine haber verecektir.-- (Enâm: 159)
Bütün gayemiz iman kurtarmaktır. Hiç kimseye buğzumuz, adâvetimiz yoktur. Fakat imansızlığa da rızâmız yoktur.


Hakikat Dergisi
Ekleme Tarihi: 19.12.2005 - 10:43
Bu mesajı bildir   aybars77 üyenin diğer mesajları aybars77`in Profili aybars77 Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
Pozisyon düzeni - imzaları göster
Sayfa (1): (1)
önceki konu   sonraki konu

Kategori Seç:  
Sitemizde şu an Yok üye ve 1895 Misafir mevcut. En son üyemiz: Didem_


Admin   Moderator   Vip   Üye ]

Hayırlı ömürler dileriz.    Bu üyelerimizin doğum günlerini tebrik eder, sıhhat ve afiyet dolu bir ömür dileriz:
sefa46 (70), sa71bo (53), hacý46 (39), talathoca (68), volkanadar (46), abcesam (66), ~YaSeMeN~ (40), Yavuz Selim Hay.. (54), sezerarzumanogl.. (40), mhakanavci (43), mevlüt01 (43), ravza dila (41), cartel02 (43), CANBULUT (48), mbitis (39), nurkelebek (56), lokmanyavuz1959 (65), mke55 (40), Seymaa (51), veyselkarani (51), a_musab (38), uyuz (45), tugbil (60), Guldemet (49), Fatih Erus (38), Nedim06 (59), Yusra (36), a_Sena_a (49), abdullah acar (47), M HAKAN AVCI (43), kral (48)
24 Saatin Aktif Konuları
0

Copyright © ((( RAVDA.net )))  *  İrtibat   *   RAVDA Reklam Servisi   *   Tüm hakları saklıdır, izinsiz alıntı yapılamaz.
Sitemizde yayınlanan imzalı yazıların içeriğinden yazarları, forum ve yorumlardan ekleyen şahıslar sorumlu olup, kesinlikle sitemiz sorumlu değildir.
© by ((( RAVDA.net )))

Sayfa 1.03035 saniyede açıldı