0
Start Giriş Üye Ol üyeler ((( RAVDATe@m))) Arama
Toplam Kategori: 69 *** Toplam Konu: 30100 *** Toplam Mesaj: 148193
Forum Anasayfa » A I L E / E Ğ İ T İ M / S A Ğ L I K » SAĞLIK & SPOR » PSİKİYATRİ SOHBETLERİ"ÖLÜM TERAPİSİ"

önceki konu   sonraki konu
Bu konuda 1 mesaj mevcut
Sayfa (1): (1)
Ekleyen
Mesaj
Gast Muhammed Alperen  
PSİKİYATRİ SOHBETLERİ"ÖLÜM TERAPİSİ"

Misafir

Kayıt Tarihi: 30.12.2024
En Son On:
Cinsiyeti: ----- 
Psikiyatri sohbetleri



ÖLÜM TERAPİSİ



YUSUF KARAÇAY



ÖLÜM, bu hayatın en kesin gerçeği. Hatta tek kesin gerçeği. Ve ölümü çözmeden hayatı çözmek mümkün değil. Küçücük çocuklar bile “ben nereden geldim?” sorusunun ardından, “ölünce nereye gideriz?” sorusunu cesaretle sorarken, ölümün ve hayatın sırrını merak ederken, ölümü çözemeyen, daha doğrusu çözülmez sanan, ya da bulacağı cevap ilk bakışta “işine gelmediği” için çözmeden bırakan insanların, hayatlarına doğru ve anlamlı bir anlam katmaları çok zor. Olsa olsa sahte teselli, geçici oyuncak ve yalancı tanrılarla oyalanır ve kendilerini uyutup kandırabilirler, o da bir süreliğine. Ama ne zaman ki insan zayıflığını, muhtaçlığını ve ölüm karşısındaki çaresizliğini itiraf eder ve çözüm için “yalvarırsa,” ancak o zaman “içine düştüğü o kuyunun duvarı yarılır ve şahane bir bahçeye dönüşür.” Yoksa “ben kendime sahibim, kendi adıma yaşıyorum, kendime güveniyorum, ölümü de düşünmek istemiyorum” mantığında inat eden bir insan için, sahte cennetler dahi cehennem olur. Zira bir dünya cenneti kurmak, faraza kurabilse dahi onu bozulmaktan, kaybolmaktan korumak ve öleceğini bile bile ama ölüm yokmuş gibi yaşamak, kaldırılacak yük değildir. Hayat gemisinin sahibine dayanıp tevekkül etmek ve “yükünü gemiye bırakıp” zahmetini çekmekten kurtulmak lazım.

Çocuk büyütenler bilirler, 3-4 yaşlarından itibaren çocuklar iki konuyu ısrarla sormaya başlarlar: Biri doğum, diğeri ölüm. Bir yandan “ben nasıl doğdum?” sorusu, diğer yandan da “ölünce ne olur, ölenler nereye giderler?” soruları büyükleri sıkıştırır bu dönemde. Ve bu sorulara maalesef bazen saçma, bazen de kaçamak cevaplar gelir erişkinlerden. “Seni leylek getirdi yavrum” sözü bu saçmalıkların en çok bilinenidir. Oysa (hep söylüyoruz) çocuklar cevabına hazır olmadıkları soruyu sormazlar zaten. Dünyayı ve hayatı yeni yeni tanımaya, anlamaya çalışan o meraklı zihinlerin, bu temel bilgilere ihtiyacı vardır tabii ki. İşte bu dönemlerde eğer aile özellikle ölümle ilgili sorulara yetersiz ve yanlış cevaplar verirse, çocuğun kafası karışır. “Yavrum, merak etme, sen ölmezsin”, “sadece yaşlılar ölür evladım” gibi cevapların çocuğu kandırabileceğini mi sanıyorsunuz? Çocuğunuz aptal mı? TV’den, çevreden, gençlerin, hatta kendi gibi çocukların da ölebildiğini görmüyor mu sanki? Herkesin ölebileceğini, daha doğrusu herkesin mutlaka öleceğini anlamıyor mu?

İşte erişkinler ölüm konusu açıldıkça böyle saçmalar, eveleyip gevelemeye başlarlarsa, çocuk şöyle düşünür: “Anlaşılan ölüm, korkunç ve çözümsüz bir gerçek, bu konuyu kapatmak lazım.” Ve soruları kesilir. Cevabı alınmayacaksa neden soru sorulsun ki? Aile de bu fırtınayı atlattığı düşüncesi ile rahatlar ama asıl fırtına çocuğun iç aleminde şimdi kopmaya başlamıştır. O nazik ve kırılgan ruhu, kaçınılmaz ve (güya) acımasız olan ölüm gerçeğine, ölüm korkusuna dayanamaz. Ve kaçar. Oyuncaklarına kaçar, haylazca eğlencelere kaçar, kendini avutmaya çalışır. Ölümü görmemeye, düşünmemeye gayret eder.

Ama ne garip bir zamanlamadır ki, tam da bu yaşlarda birtakım sebepsiz(?) korkular gelişir çocukta. O güne dek mesela köpeklerden, karanlıktan vs. hiç korkmayan çocuk, artık karanlıkta yatamaz, köpek gördü mü çığlık atar, öcülerden bahseder. Neden olur bu sizce? Sebep açıktır aslında. Ölüm korkusu ruhuna sinmiştir. Ama ölüm her an, her yerden gelebileceği için, bu sürekli tedirginlikten kaçınabilmek için, bu korkunun yerine, yine ölüme yol açabilecek, ama aynı zamanda kaçınabileceği bir “sembolik korku” geçirilir. Buna tıbbi dilde “replasman” denir, “yerine geçme” yani. Kaçınılamayan bir korkunun yerine, kaçılabilecek bir korku objesi geçer. Böylece ölüm korkusu mesela köpek korkusuna yerini bırakır ve köpek olmadığı sürece de rahattır çocuk. Tabii aslında derinde ölüm korkusu olduğu yerde durmaktadır. O yüzden çocuğun mesela köpek korkusu bir şekilde çözülse bile, bir süre sonra yerine başka (ve yine sembolik) bir korkunun geçmesi kaçınılmazdır. Ve yaş ilerleyip erişkin çağa gelindiğinde ve mesela köpekten korkmak, artık komik kaçtığında, onun yerini mikrop kapma korkusu veya yükseklik korkusu gibi korkular alır, eğer ölüm korkusu hâlâ halledilmemişse.

İşte bu durum yıllar içinde özü aynı kalmakla beraber görünüşte biraz değişir ve sonunda kişi bize gelir. “Doktor bey, ben asansörden korkuyorum”. Bu durumda bizim yapacağımız iki şey vardır.



1- Doğrudan ve sadece bu korkuyu yenmesi için ona yardım etmek.

2- Alttaki esas kaynak olan ölüm korkusuyla yüzleştirip onu çözmesini önermek.

Birinci aşamada hasta bize hayli yardımcı olur. Ama sıra temeldeki korkuyla, yani ölümle yüzleşmeye gelince işimiz her zaman kolay olmaz. Zira ölüm bir tabudur o kişinin zihninde. Problemin ölüm korkusu ile olan ilişkisi yıllar önce kesildiği için, bazı hastalar anlayamaz bile aradaki bağı. Ölüm bahsine girmemek için ayak sürerler. Ve biz de bazı soru ve örneklerle konuyu açarız.

Mesela size psikiyatride en çok rastlanan fobi (korku) objelerini sayayım: Yükseklik, asansör, kapalı yerde kalmak, yılan, köpek gibi hayvanlar, mikrop kapmak, hasta olmak, deprem, yangın, sel, fırtına vs. Listeyi uzatabiliriz. Peki tüm bunların ortak noktası nedir sizce? Tabii ki ölüm. Tüm bunlar ölüme yol açmaları ihtimali olan objelerdir dikkat ettiyseniz. Asansörden neden korkar ki kişi? Ağız kokusu duyulacak diye mi? Tabii ki değil. “Ya asansör düşerse veya arada kalır da havasızlıktan ölürsem” diye korkar. Ya yükseklikten niye korkar bir insan? Rüzgarda üşütürüm diye mi? Elbette hayır, “ya düşer ölürsem” diye korkar. Peki ölüm korkusunu yenmeden bu tip korkulardan kurtulabilir mi kişi? Hayır.

Aslında ölüm insanın en büyük meselesidir. Soruyorum, bir insan mutlaka ünlü olur diye bir kural var mı? Yok. Veya mutlaka evlenir diye bir kural? Yok. Peki mutlaka zengin olur diye? Hayır. Peki insan mutlaka ölür diye bir kural var mı? Evet, var. Bu hayatın tek kesin gerçeğidir ölüm aslında. Başka herşey mümkündür ama ölüm kesindir. Üstelik öleceğini bile bile yaşamak da sadece insana mahsustur. Hayvanlar bu bilince sahip değildir mesela. Kurban bayramlarında görürüz, hayvanlar sırayla kesilirler ama sırası gelene dek, diğerleri afiyetle otlamaya devam eder. Zira o bilinç hayvanda yoktur. Ama insan öleceğini bile bile yaşayan tek varlıktır. Peki bu açmazı çözmeden, bu korkuyu üstüne gidip halletmeden insan huzurlu olabilir mi? Tabii ki hayır.

Bunu sadece ben söylemiyorum ama. Bakın, “dünyanın en ünlü psikiyatristi kimdir?” diye sorsanız, bugün çoğu kişinin vereceği cevap “Irwin Yalom” olacaktır. İşte bu Yalom’un “Varoluşçu Psikoterapi” isimli ünlü kitabının yüzlerce sayfa tutan ilk iki bölümü sadece ölüm üzerinedir. Üstelik Yalom (anlaşıldığı kadarı ile) inançsızdır da. Ama bu, onun apaçık ölüm gerçeği ile yüzleşmesini önlememiştir. Hastalarıma da bunu söylüyorum zaten. İlla ki inançlı olmanız gerekmez. Ama madem ki insansınız ve ölümlüsünüz, ölümle yüzleşmek ve onu çözmek zorundasınız. Bunu nasıl yapacağınız bir psikiyatrist olarak benim saham değildir aslında. İster inançlarınızı kuvvetlendirirsiniz, ister başka bir felsefe ile çözersiniz, o size kalmıştır. Eğer inançlı iseniz (ki ben de inanç dışı yollarla bu meselenin “tam olarak” halledileceğini düşünmüyorum) belki o yönde tavsiyelerim de olabilir. Ama isterseniz siz mesela “ben ölünce kurbağa olacağım, zürafa olacağım” da diyebilirsiniz, “yokluk güzel şey aslında” diye bir teselli de geliştirebilirsiniz. Bizi esas ilgilendiren, sizin bu soruna öyle veya böyle, bir çözüm bulmuş olmanızdır. O zaman mesele kalmaz psikolojik açıdan.

Bilgisayar konusunda uzman, hem de aşırı zeki bir hastam olmuştu. Her konuda tıkır tıkır işliyordu kafası. Ne sorsam dakikalarca ve zekice cümlelerle cevap veriyordu. Zihnim ona yetişemiyordu bazen. Dakikada 120-130 kelime üretebiliyordu sanırım. Birden bire “ölüm konusunda ne düşünüyorsun?” diye sordum. Sonraki bir dakika boyunca “hık mık” şeklinde sadece 3-5 kelime çıktı ağzından. Afallamıştı. Ardından yavaş yavaş açıldı. Ve öylesi ilginç şeyler anlattı ki. Aslında ölümden fena halde korkuyordu. Hiç yaşlanmamak, hiç ölmemek istiyordu. Hatta o yüzden içki-sigara içmiyor, sayması uzun sürecek bir sürü sağlıklı yaşam prensibi uyguluyordu gündelik yaşantısında. Ama maalesef ölecekti sonunda, biliyordu. Zira henüz ölüme çare bulunamamıştı. Fakat 60-70 sene sonra tıp bunun da çaresini bulacaktı, inanıyordu buna. Ama o zamana kadar beklese, bekleyebilse bile, yaşlı insanların bedeninde bu “ölümsüzleştirme” işlemi muhtemelen yapılamayacağı için, kendisinin işine yaramayacaktı bu gelişme. Bu durumda tek yol kalıyordu geriye. Bir şekilde kendisini dondurtup, o zaman geldiğinde çözdürerek ölümsüzleşmek. Bu işlem yapılıyordu yurt dışında, duymuştu ama bunun için de çok para lazımdı. O yüzden 5-10 yıl içinde iddialı bir şeyler yapıp astronomik ölçülerde para kazanmalıydı. O zaman ölümden kurtulabilecekti belki.

Ama aslında bu da tam bir çözüm değildi. Zira bunu başarsa ve ölümsüzleşse dahi, fiziksel hesaplara göre ve entropi kanunu uyarınca, milyonlarca yıl sonra dahi olsa, bir şekilde kâinat yok olacaktı ve sonunda öyle veya böyle mutlaka ölecekti. “Ha on yıl yaşayıp ölmüşüm, ha on milyon yıl yaşayıp ölmüşüm, ne farkı var ki?” dedi. Zekası muazzamdı ama temel meselesi beş yaşındaki çocuklar dahil olmak üzere, hepimizin ortak meselesiydi yani. Ve ölüm konusuna girince ölesiye korkuyordu. Konuyu değiştirdi ve içindeki “sebepsiz” gerginliği anlatmaya döndü. Ama ben ona tavsiye edeceğim kitabı bir kağıda yazmaya başladım: “Ölüm Son Değildir, Selim Gündüzalp.”

Bu kitapla ilgili bir hatıram daha var. Yaşlı bir teyze gelmişti. Yaşıtı olan bir dostunun ciddi bir hastalığa yakalanması sonrası nedense(?) sıkıntı, moral bozukluğu ve uykusuzluk başlamıştı. Konu ister istemez ölüme geldi tabii. O kadar açıktı ki sebep-sonuç ilişkisi. Biraz direndi. Ama sonunda bu konuyu düşünmeye ve önerdiğim o kitabı okumaya söz verdi. Birkaç gün sonra kızı aradı telefonla. “Doktor bey, siz o kitabı önerdiniz ama, annem okudukça ‘ben de öleceğim’ diye daha da korkuyor. Bence yanlış yaptık.”

“Hayır! Bugüne dek üstü örtülmüş bir yarayı açığa çıkardık” dedim. “Başlangıçta bir tedirginlik yaşaması doğaldır. Bir sorunu çözmek için yüzleşmek lazım. İlk yüzleşmede de bazı sıkıntılar olabilir, bence dozunu düşürmekle beraber devam edin.” Pek aklına yatmadı kızının. “Biz şimdilik sadece ilaçları kullanalım, kitap sonraya kalsın” dedi. “Siz bilirsiniz” deyip ısrar etmedim. Bir hafta sonra hayli rahatlamış olduğu haberi geldi. Kitap konusunda yine uyardım, yine dinlemediler. Ondan da bir hafta sonra bu kez kendisi geldi teyzenin. Bitkindi, çok moralsizdi. Kitabı okuduğundan değil, okumadığından. Zira önceki gün hasta arkadaşı ölmüştü. Görüşme sonunda kızına şöyle dedim: “Eğer çevrenizde mesela bir yıl boyunca, kimsenin ölmeyeceğini, annenizin de hiçbir şekilde ölüm haberi vs. almayacağını garanti edebiliyorsanız, bu konuyu kapatabilirsiniz. Yok bunu yapamayacaksanız, ki yapamazsınız, o zaman lütfen şu ölüm korkusunun üstüne gidin artık.” “Haklısınız” dedi.

Yaşlılar kadar, hatta daha da fazla, çocuklar için ölüm korkusu ciddi bir sorundur demiştik. Bir akrabamın altı yaşında bir oğlu var. Kızlarımla oynarken hep “seni bir bıçaklarım, kafanı uçururum, ölürsün” gibi sözler kullanıyordu ve hayli de hırçındı. Hâli ilgimi çekti. Bilinç altında ölümle ilgili korkuları olduğu açıkça belliydi. Bir kenara çekip sordum: “Ölünce ne olur?” Birden ciddileşti ve “hastaneye götürürler” dedi. “Sonra?” dedim. “Orda kalır” dedi yüzüme bakmadan. “O kadar mı?” “Evet.” Suskunlaşmıştı. Annesine döndüm. Güya annesine hitaben, “Siz ölümün bir son olmadığını, ölenlerin buradan daha güzel bir dünyaya gittiklerini, hele çocuklar ölürse doğrudan cennete gideceklerini anlatmadınız mı?” diye sordum. Çaktırmadan beni dinleyen çocuk birden gülümsemeye başladı ve “biliyorum, duymuştum” deyip atlaya zıplaya keyifle oynamaya devam etti. Sonra annesini uyardım. Yaptıkları hata, çocuğa bu bilgileri bir zamanlar sadece birkaç kez verip sonra bunu yeterli görmeleri olmuştu. Oysa sürekli tazelenmesi gerekirdi bu telkinlerin. Ve çocuğu bu konularda bilgilendirdikten sonra, ilerleyen günlerde çocuğun hırçınlığında da belirgin bir azalma olduğunu hayretle gördüler.

Aslında çocuklar ölüm konusunda en rahat konuştuğumuz kişilerdir, biliyor musunuz? Erişkinlerin manevraları, yandan cevapları, kaytarmaları, uzun cümlelerle yaptıkları (güya) mantıklı savunmaları çocuklarda yerleşmemiştir henüz ve 5-10 yaş arası bir çocuğa “ölüm hakkında ne düşünüyorsun?” diye sorduğunuzda o denli ilginç ve ayrıntılı cevaplar alırsınız ki, şaşarsınız. Bazı erişkinlerden gelen “Doktor bey, ben ölümden korkmuyorum, prostat kanserinden korkuyorum sadece” türünden komik savunmalar yapmaz onlar. Ve çocuklar sandığınızdan çok daha fazla düşünürler ölümü. Ama siz konuşmaz veya hep konuyu başka yerlere çevirirseniz neden eşsinler ki bu tabuyu? Konuyu önce siz açmalısınız. Bir zamanlar geçiştirdiğiniz soruları kaza etmelisiniz yani.

Denilebilir ki “herkes ölümden korkar, bunda bir gariplik yok.” Hayır, herkes korkmaz. Birçok insan hayat felsefeleri veya inançları sayesinde ölüm korkusunu yenmeyi başarabiliyor. “Ölüm bugün gelse baş-göz üstüne geldin diyeceğim” diyenler çoktur. Hele inancı sağlam olan birisinin ölümden korkması anlamsızdır bile denebilir. Ama o inancı tam sindirmek gerekir tabii.

Mesela, inançlı olduğu konuşmalarından anlaşılan, hatta tesettürlü bir bayan hastam, aynen şöyle demişti bana: “Doktor bey, ben ölümü ve sonrasını kitaplardan öğrendim zaten. Ölüm aslında güzeldir, bunu biliyorum. Ama böyle sıkıntılı şeyleri düşünmem şart mı?” Elimde olmadan gülümsedim bu çelişkiye. Hem “ölüm güzel” diyordu hem de “sıkıntılı”. Neden? Zira ölüm konusunda bildikleri “rafta duran ilmihal kitabı” gibiydi. Çok gerekmedikçe devreye girmeyen, hakkıyla sindirilmemiş bir bilgi. Bu gibi kişiler genellikle bir “devekuşu” mantığı kullanırlar. Konu açılmadıkça ölüm yokmuş gibi yaşamaya çalışırlar. Ölümden sadece başkaları için bahsederler. Ama bıçak kemiğe dayanınca, bir hastalıkla, bir kayıpla ölümün kendileri için de hak olduğunu hissedince, ancak o zaman rafta duran kitabı açar ve “ha, ölüm son değilmiş” diye teselli bulurlar. Fakat biraz rahatladıktan sonra ölümü yine unuturlar. O yüzden de bu korku tam olarak çözülmez.

Bazen de şöyle bir itiraz gelir:

“Doktor bey, ölümün son olmadığını, ahireti biliyorum ama açıkçası pek hazırlıklı değilim, ibadetimi yapamıyorum. O yüzden korkuyorum ölümden.”

Ben de sorarım:

“Kendinizi hazırlıklı hissetmeniz için ne yapmanız gerekir sizce?”

“Namazımı kılmam lazım hiç olmazsa.”

“Kılın o zaman. Çok mu zor namaz kılmak?”

“Değil aslında ama nedense başlayamıyorum.”

“Demek ki siz ölümle hakkıyla yüzleşmemişsiniz, biraz daha düşünün bu konuda.”

“Nasıl yani?”

“Gerçekten ölümü düşünmüş ve hakkıyla korkmuş olsaydınız gereğini yapardınız, değil mi? Bakın, ölümü (yeterince) düşünmeyen, ölüme hazırlanmaz. Ölüme hazırlanmayan, ölümden korkar. Ölümden korkan, ölümü düşünmemeye çalışır. Ölümü düşünmeyen de yine ölüme hazırlanmaz. Ölüme hazırlanmayan da yine ölümden korkar, ve bu böyle gider. Bir fasit daire kurulur yani. Bunu bir yerde kırmazsanız, devekuşu mantığı ile hayatınız boyunca ‘iki arada bir derede’ gidersiniz.”

O yüzden ben hastalarıma ölümü düşündürmeyi tercih ederim, es geçmeyi değil.

Bunun ilginç bir örneğini de geçenlerde yaşadım. Yaşlı bir teyze gelmişti bana. Fiziksel hastalıkları sebebiyle “bir ayağı çukurda” denebilecek durumdaydı. Ve sebepsiz bir sıkıntı ve uykusuzluk gibi yakınmaları vardı. Ölüm korkusu o kadar net hissediliyordu ki. Görüşme sırasında ölüme getirdim bahsi. Önce biraz direnç gösterdi ama sonra inancının da yardımı ile yüzleşmeyi başardı. Görüşme bitip teyzeyi dışarı çıkarırlarken son söz olarak ona “ilaçlarını kullan, ölümü de unutma” dedim. Kapıda teyzeyi götürmeye hazırlanan hemşirenin yüzünü görmeliydiniz. Zira o “merak etme teyze, aslan gibisin, ölmezsin, sen beni bile gömersin” türünden sözlere alışıktı. Neden böyle yapar bazı doktorlar bilmem. Hastaları saf mı zannediyorlar acaba? Vücudunun her yeri iflas etmeye başlamış ve ölümü ensesinde hisseden birisine, bu tip yalanların ne faydası olur sizce? Siz “merak etme, sağlamsın” deseniz, bu onun apaçık hissettiği ölüm gerçeğini yok edebilecek mi sanki? Böyle yapmakla aslında ölümün ne denli korkunç bir şey olduğunu imâ etmiş olmuyor muyuz? Nereye kadar kandırıp kaçıracaksınız ki o kişiyi ölümden? Ve faraza o hastalıktan ölmese, başka bir sebeple ölmeyecek mi?

Fırtına ve selden korkan bir diğer hastam olmuştu. Ağustos 2000 de İzmit’te yaşanan sel felaketinden beri gözü havalardaydı sürekli. Uzakta bir bulut görse korkuyordu, “ya yine sel olursa” diye. Ona sordum:

“İzmit’te böyle bir sel olma ihtimali nedir? On yılda bir ancak olur, değil mi?”

“Evet?”

“Peki böyle bir selde kaç kişi ölebilir?”

“Olsa olsa 10 kişi.”

“Kaç kişi yaşıyor İzmit’te? Yakın çevreyle beraber 500 bin kadar diyelim. Bu durumda senin bu yıl selden dolayı ölme ihtimalin ne oluyor? 500 binde bir.”

İster istemez güldü, “çok düşükmüş” dedi.

“Peki” dedim, “sen daha kaç yıl yaşarsın?”

“20 yaşındayım” dedi. “İnşallah 50 yıl daha yaşarım.”

“Bu 50 yılın herbirinde ölme ihtimalin olduğuna göre, bu yıl herhangi bir sebeple veya ecelinle ölme ihtimalin 50 de bir olmuyor mu?”

“Evet?”

“Ama sen bu 50 de birlik ihtimali hiç düşünmüyor ve 500 binde bir ihtimalden korkuyorsun?”

“Haklısınız” dedi, “peki ne yapayım?”

“Her an ölebileceğini hatırlayıp ve kendini buna hazırla”

“Nasıl?”

“Mesela bugün bile ölebilirsin değil mi?”

“Evet?”

“Bugün ölseydin nasıl olurdu bu ölüm, dakika dakika ayrıntılı bir senaryo yazsana.”

“Bu bir tür terapi mi oluyor?”

“Evet” dedim. Yalom’un kitabında geçer. Ama aslında eskiden beri tasavvuf ehli tarafından yapılan ve adına ‘rabıta-i mevt’ denilen bu yöntem, şimdi Batıda terapi olarak uygulanıyor.”

“Çok ilginç” dedi, “ölüm terapisi ha?”

“Evet” dedim, “istersen sana o kitapta bahsedilen bir terapi yöntemi daha anlatayım. Mezar taşına ne yazılmasını isterdin, onu söyle mesela.”

Biraz düşündü ve “hiç” dedi.

“Zaten” dedim, “ölümü hakkıyla düşünmeyenler hep bu cevabı veriyorlar.” Güldü.

Bir diğer bayan hastam ise, herhangi bir yeri ağrısa, müthiş bir korkuya kapılıyordu. “Acaba ölüyor muyum?” diye panikliyor ve doktor doktor geziyor, tetkikler yaptırıyor, tonla ilaç yutuyordu. Görüşme sırasında ölüm konusuna girmeye çalıştım. Müthiş direnç gösterdi. Sonra bir gün eşime (ki tanışırlar) dert yanmış: “Doktor bey’e gitmeye çekiniyorum. Benim ölümden korktuğumu söylüyor, o konuyu açıyor, bu da beni rahatsız ediyor. Bir daha gitmeyeceğim ona. Sahi, benim için tefriciye duası okur musun? Eşimin kalbi biraz rahatsız da, ciddi bir şey çıkmasın diye korkuyorum.” Ne denebilir böyle bir mantığa sizce?

Böyle hastalar bazen itiraz ederler “doktor bey, siz de hep ölümden bahsediyorsunuz. Sürekli ölümü düşünürsek, hayatın ne tadı kalır ki?” Onlara şöyle cevap veririm: “Ben herkese ölümden bahsetmiyorum. Sadece açıkça ölümle ilgili korkuları olan, bu konuyu çözememiş kişilere bahsediyorum. Üstelik ölümü düşünmek, hayatın tadını filan da kaçırmaz. Hatta tam tersine. Ölümle yüzleşmenin iki temel faydası vardır:

Birincisi: Ölümle bile yüzleşen ve ölümden korkmamayı öğrenen kişi, artık hiç bir şeyden korkmaz kolay kolay. Ne mikroptan, ne hastalıktan, ne fırtınadan. Ki bunu birçok hastamda görüyorum. Bana ilk geldiğinde kalbini dinlemekten, hastalık evhamından hayatı zehir olmuş birçok hastam, şimdi bunları hiç önemsemediklerini, hayatlarının çok daha huzurlu ve korkusuz olduğunu söyleyip teşekkür ediyorlar.

Ve ikinci faydası: Ölümü düşünen, hayatın kıymetini daha iyi anlar. Aslında hayatı kıymetsiz ve anlamsız hale getiren, hiç ölmeyecekmiş gibi ve hedefsiz yaşamaktır. Sanki bu dünyaya çiviyle tutturulmuş gibi, hiç kopmayacakmış, sonsuza dek yaşayacakmış gibi hissedip, amaçsız bir şekilde, vur patlasın-çal oynasın matığıyla günübirlik yaşamak, hayatı anlamsız bir koşturmacaya çevirir. Oysa ölümü düşünen ve hayatının sınırlı ve geçici olduğunu hisseden kişi, “peki ben niçin yaşıyorum, hayatımın hedefi nedir?” diye sormaya başlar ve daha bir hissederek, daha bir anlamlı yaşamaya başlar ömrünü.

Aslında ölümle yüzleşmeyi, kişinin sadece kendisi için değil, yakınları ve sevdikleri için de yapması gerekir.

İstanbul’da oturan erişkin bir tanıdığıma sormuştum:

“Depremden korkuyor musunuz?”

“Hayır” dedi, “kendim için korkmuyorum ama çocuklarım için korkuyorum.”

“Nasıl yani?”

“Depremde ben en kötü ihtimalle, ölürüm. Ölüm ise zaten kaçınılmaz. Üstelik bir son da değil. Öbür dünyaya gideriz. İnşallah Allah rahmet ederse, buradan daha güzel bir yerdir. Çok korkacak bir şey yok yani.”

“Peki,” dedim, “ölmek güzel bir şeyse, bu güzelliği çocuğunuzdan neden esirgemek istiyorsunuz?”

“Eee, şeyy...”

“Bunu biraz düşünün bence” dedim, “ölüm aslında güzelse, kendimiz için de, çocuklarımız, sevdiklerimiz için de ondan korkmamamız lazım. Yok eğer kötüyse, o zaman bırakın çocukları öne sürmeyi, kendimiz için de korkmalıyız.”

Kısacası, herkesin hem kendisi hem de sevdikleri için ölüm gerçeği ile yüzleşmesi şarttır. Özellikle anne-babaların çocuklarına “bir şey olması” (ki hep böyle derler, ölüm kelimesini anmamak için) konusunda hayli tedirgin oldukları, bilinen bir gerçektir. Çocuğu 5 dakika gecikse, çoğu anne-babanın aklına “başına bir şey mi geldi acaba, yoksa kaza mı geçirdi?” gibi düşünceler gelir ister istemez. Peki çocuğunun ölümüne engel olması mümkün mü bir insanın? Hayır. Tüm gün başında bekçilik yapsanız bile, bir mikrop onu elinizden alabilir, değil mi? Peki eğer o çocuk mesela bugün bir sebeple ölseydi, nasıl düşünür ve nasıl teselli bulabilirdiniz acaba?

“Ay, düşünmek istemiyorum.”

“O zaman çocuğunuzun ölebileceğini de hiç düşünmeyin.”

“Ama ister istemez aklıma geliyor.”

“O zaman bu meseleyi çözün.”

Ve bir hadis anlatırım bu noktada: Bir sahabenin çocuğu ölür. Ağlayarak Peygamberimizin yanına gelir. Peygamberimiz onu alır yanına, çocuğun mezarına giderler beraberce.

Peygamberimiz mezara doğru seslenir: “Ey filanca!” Mezardan cevap gelir: “Buyur ey Allah’ın elçisi!”

“Anne-babanın yanına dönmek ister misin?”

“Hayır, ben onlardan daha hayırlısını buldum.”



NOT: Bu yazı, tıpkı çoğu insanın ömrü gibi, umulmadık bir yerde, hazırlıksız biçimde, âniden bitiverdi.





yusufkaracay@zaferdergisi.com
Ekleme Tarihi: 18.01.2004 - 08:30
Bu mesajı bildir   zum Anfang der Seite
Pozisyon düzeni - imzaları göster
Sayfa (1): (1)
önceki konu   sonraki konu

Kategori Seç:  
Sitemizde şu an Yok üye ve 1096 Misafir mevcut. En son üyemiz: Didem_


Admin   Moderator   Vip   Üye ]

Hayırlı ömürler dileriz.    Bu üyelerimizin doğum günlerini tebrik eder, sıhhat ve afiyet dolu bir ömür dileriz:
zec (53), yesil07 (39), volkansav52 (40), bebecik1974 (50), mcamlica (38), serdar414 (47), musoylemez (56), KalpYapalim (32), gurbat (62), yasen (47), yilmaz (63), kenzularsh (40), srknsrt (51), puma (54), mazpolat (67), pskofb (38), akaasa (49), oguzy (74), arkadasim (51), Mecnun2000 (55), sarenge (44), SarCopTeS (43), halil40 (36), belan08 (47), halil_10 (37)
24 Saatin Aktif Konuları
0

Copyright © ((( RAVDA.net )))  *  İrtibat   *   RAVDA Reklam Servisi   *   Tüm hakları saklıdır, izinsiz alıntı yapılamaz.
Sitemizde yayınlanan imzalı yazıların içeriğinden yazarları, forum ve yorumlardan ekleyen şahıslar sorumlu olup, kesinlikle sitemiz sorumlu değildir.
© by ((( RAVDA.net )))

Sayfa 0.57002 saniyede açıldı