0
Start Giriş Üye Ol üyeler ((( RAVDATe@m))) Arama
Toplam Kategori: 69 *** Toplam Konu: 30100 *** Toplam Mesaj: 148193
Forum Anasayfa » D İ N / İ S L A M » SİYER-İ NEBİ » Ayrılık Vakti ve Son Namaz

önceki konu   sonraki konu
Bu konuda 1 mesaj mevcut
Sayfa (1): (1)
Ekleyen
Mesaj
Muhtazaf su an offline Muhtazaf  
Ayrılık Vakti ve Son Namaz

Moderator
4254 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 04.06.2007
En Son On: 30.07.2020 - 23:50
Cinsiyeti: Erkek 
Ayrılık Vakti ve Son Namaz

Her namazınız son namaz gibi olsun, diyordu ashabına; tıpkı vedalaşır gibi… Biraz sonra hayat son bulacak ve sanki, hayatla ölüm arasındaki o incecik perde kalkıverecekmişçesine!..

İşte, bir pazartesi günü tan yeri ağarırken.. Mescid-i Nebevi’ye açılan perde son kez kalkıyordu.

Genç-ihtiyar herkes, ‘acaba namaza çıkar mı’ diye mescide koşmuş, mihraptaki imamı merak ediyorlardı; zira, on dört gündür hastaydı.

Perşembeden bu yana dört gündür, namazlara da çıkamaz olmuştu.

Halbuki Çarşamba günü ağırlaşıp bayılmış, kendine gelir gelmez de, üzerine su döktürerek mescide gelmişti. Belli ki, ashabıyla helalleşmeyi arzu ediyor, kimin de kendisinde hakkı varsa gelip almasını istiyordu.

Zihinlerdeki hatıralar tazelenmeye çalışılıyordu; yoksa, bu bir vedalaşma mıydı!? Daha önceki beyanlarını hatırlamaya çalışıyorlardı. Bir gün aralarına çıkmış ve onlara şunları söylemişti:
- Sizler Beni, aranızda en son vefat edecek olan birisi olarak mı sanıyorsunuz!
- Evet, demişlerdi o zaman. Halbuki, o gün O (s.a.s.):
- Şüphesiz ki Ben, aranızda en önce vefat edeniniz olacağım, buyurmuştu.
- Şüphe yok ki Ben, yolculuk için davet aldım ve bu davete icabet sözü verdim, demişti başka bir gün.

Amcası Hz. Abbas bir gün, rüyasını anlatmış ve semaya doğru sağlam bir halatın yükseldiğini söylemişti O’na. O zaman da:
- O gördüğün, senin kardeşinin oğlunun vefatıdır, demiş ve bunu, yüce dostluğa pervâz edişi olarak yorumlamıştı.

Birkaç gün önce de, bir mecrasını bulup sözü vedaya getirmiş ve şöyle buyurmuştu:
- Şüphe yok ki Allah (cc), dünya hayatının güzelliklerinden dilediğini vermek ve katındakilere nail kılmak arasında kulunu muhayyer bıraktı; kul ise, Allah katında olanı tercih etti.

Daha cümlelerini tamamlamamıştı ki, mescidin bir köşesinden yakıcı bir çığlık kopuvermişti:
- Analarımız-babalarımız Sana feda olsun yâ Resûlallah!

Şaşkınlıkla bakıyorlardı sesin geldiği tarafa ve:
- Adama bak, diyorlardı. Allah Resûlü (s.a.s.), bir adamın dünya ile huzur-u ilahide olan konusunda muhayyer bırakıldığını ve onun da Allah katındakini tercih ettiğini haber veriyor, Ebû Bekir ise, tutmuş, ‘analarımız-babalarımız Sana feda olsun yâ Resûlallah, deyip ağlıyor.

Anlayan anlamıştı; Allah Resûlü de, sâdık yâri Ebû Bekir’i nazara veriyordu.

Aynı zamanda o gün:
- Şayet Ben, Rabbimden başka dost edinecek olsaydım, mutlaka Ebû Bekir’i dost edinirdim, demiş ve Ebû Bekir’in kapısı dışında mescide açılan bütün kapıların kapatılmasını istemişti.

Çarşamba günü ağırlaştığı duyulunca, herkes mescide koşmuş ve dışarıda merakla beklemeye başlamıştı; ölümünden endişe duyuyorlardı. Önce, amca oğlu Fadl, ardından sırasıyla Hz. Ali ve Hz. Abbâs girdi huzura; her biri, dışarıda bekleşen topluluktan bahsediyorlardı. O gün, iki kişinin yardımıyla huzurlarına çıkmış ve şunları söylemişti cemaatine:
- Ey insanlar! Bana ulaştığına göre sizler, nebinizin vefatından endişe ediyormuşsunuz; Benden önce hangi peygamber ebedi yaşadı ki Ben, burada ebedi kalayım! Dikkat edin! Ben de Rabbime kavuşacağım, sizler de!

Sonra da şu hakikati aktardı onlara:
- Şüphe yok ki sizin için Benim, hayatım da hayırlıdır ölümüm de!

Zaten son kıldırdığı namaz da, Perşembe günkü akşam namazıydı ve bu namazda, Mürselât suresini okumuştu.

Bugün olduğu gibi o gün de Bilâl, yatsı namazı için ezan okumuş, mescide koşan cemaat de imamını beklemeye durmuştu.

Hücre-i saadetlerinde olanlardan habersizlerdi; zira, hastalığı şiddetlenen Resûlullah (s.a.s.), orada kendinden geçmiş ve bayılmıştı. Ayılır ayılmaz namazın kılınıp kılınmadığını sormuş ve abdest alıp namaza çıkmak istemişti. Ancak, bunun için takati yoktu; zira, tekrar tekrar bayılıyordu. Nihayet, namazı Hz. Ebû Bekir’in kıldırmasını isteyecek ve daha sonra da kendisi, ancak iki kişinin yardımıyla namaza çıkabilecekti.

Gelişini bekleyenlerin üzerine dolunay misali doğuverince o gün, mescide bir heyecan dalgası yayılıvermişti. Feraset insanı Hz. Ebû Bekir, işi sahibine bırakmak için geri geri çekilmek istiyordu. Elleriyle işaret ediyor ve ‘yerinde kal!’ diyordu. Açılan safların arasından, imamın yanına kadar geldi. Ayakta duracak takati yoktu ve ancak, oraya oturarak namazını tamamlayabildi.

O gün de cemaatine dönmüş, aynı zamanda şunları söylemişti:
- Artık sizin aranızdan Benim ayrılık vaktim geldi; şüphe yok ki Ben de bir beşerim. Kimin Bende bir alacağı varsa, gelsin ve bugün alsın!

İşte, o perşembeden bu yana Allah Resûlü (s.a.s.), namazlara çıkamamış ve ashabına imam olup namaz kıldıramamıştı.

O gün geldiği gibi, belki bugün de gelir diye ümit ediyorlardı.

Bugünün sabah namazına da, bir umut deyip gelmişlerdi; iyileştiğini görmek ve yine önlerine geçip de namaz kıldırmasını istiyorlardı.

Halbuki O (s.a.s.), aylar öncesinden mesajı almış ve yönünü de, ebedi dostluğa çevirmişti.

Onun için, her yıl on gün mescide çekilip itikaf yaparken bu yılın Ramazan ayında, mescidde yirmi gün kalmayı tercih etmişti.

Ayrıca bu Ramazan, Cibrîl-i Emîn gelmiş ve karşılıklı olarak Kur’ân’ı iki defa mukabele ederek hatmetmişlerdi.

Aylar öncesinden, Muâz İbn Cebel’i Yemen’e gönderirken yanına çağırmış ve ona da şunları söylemişti:
- Yâ Muâz! Şüphe yok ki sen, bu yıldan sonra Beni göremeyeceksin; geri geldiğinde artık, Benim şu mescidimle kabrimi ziyaret edersin!

Demek ki O (s.a.s.), daha o günden vedalaşmaya başlamış, Yüce Dostluğa pervaz edeceği bu pazartesi günü, yanında göremeyeceğini bildiği dostlarıyla daha o günden teker teker helalleşiyordu.

İlk ve son haccı da, zaten böyle bir vedalaşmayı ifade ediyordu.

O gün, Hacûn’da toprağa emanet ettiği çeyrek asırlık hayat arkadaşı Hz. Hatice validemizin mezarını ziyaret edecekti; vefa insanıydı ve ashabına da vefa dersi veriyordu.

Zaten, Arafat’ta gelen ayet, dinin tamam olduğunu ilan etmiş, kitleler halinde insanların dine girdiklerini gördüğünde de Rabbini zikirle tesbih etmesi istenmişti. Onun için:
- Ey insanlar, diye başlamıştı hutbesine. Sözlerimi iyi dinleyin! Çünkü Ben, bu yıldan sonra bir daha sizinle burada asla buluşamayacağım!

Bu ifadeleri duyar duymaz, bir kenara çekilip de ağlaşanlar vardı… Zira biliyorlardı ki, din tamamsa, vazife bitmiş demektir; vazife bitmişse, yolculuk var; Resûlullah da gidecektir!

Bir de işin, hüsn-ü şehadet boyutu vardı; zira, ümmet-i Muhammed’in şehadetine Allah (cc) da, ayrı bir ehemmiyet atfediyordu. Onun için:
- Yarın size, Beni de soracaklar; ne diyeceksiniz? Bana düşen tebliğ vazifemi yerine getirdim mi, diye soracaktı.

Arafat meydanı, kazan gibi kaynıyor:
- Evet, hepimiz şehadet ederiz ki Sen vazifeni hakkıyla eda ettin, çığlıkları, Fârân dağlarına çarpıp geri geliyordu.

Nur insan, huzur kesilmişti. İşaret parmağını semaya doğru kaldıracak ve şunları söyleyecekti:
- Allah’ım, Sen şahid ol! Allah’ım, Sen şahid ol! Allah’ım, Sen şahid ol!

Her cümlesinde bir veda bûsesi gizliydi. Yirmi üç yıllık birikimi siyah gözleriyle süzüyor ve cemaatini, kendisinden sonraki günlere hazır hale getirmek istiyordu. Onun için bir ara sesini yükseltecek ve:
- Hac vazifesiyle ilgili amel ve davranışlarınızın keyfiyetini bugün Benden öğrenip alın; zira Ben, bu yıldan sonra bir daha hac vazifesi yapacağımı sanmıyorum, diyecekti.

Medine’ye döndükten sonra da vedalaşmaya devam etmişti; Uhud’a gitmiş ve yaşayan ashabıyla vedalaştığı gibi Hz. Hamza ve Mus’ab başta olmak üzere Uhud şehidlerine de selam verip vedalaşmıştı.

Cennetü’l-Bakî’ye emanet ettiği ashabını da unutmamıştı; onların yanına da uğruyor, adeta her biriyle konuşarak helalleşiyordu. Bu helalleşme sonrasında, yanında bulunan Ebû Müveyhibe’ye şöyle seslenmişti:

- Ey Ebâ Müveyhibe! Şu anda Bana, dünya hayatının hazinelerine ulaştıracak anahtarlarla burada ebedi kalma imkanı, ardından da cennet vaat edildi; ve Ben, Rabbime kavuşmak ve cennetle bunlar arasında muhayyer bırakıldım!

Böyle bir tercihten memnuniyetini dile getirmek isteyen azatlı Ebû Müveyhibe:
- Anam-babam Sana feda olsun yâ Resûlallah, diyecekti. Önce dünya hayatının hazinelerine ulaştıracak anahtarları ve burada ebedi kalmayı, ardından da cenneti tercih et!

O (s.a.s.), tercihini çoktan yapmıştı:
- Vallahi de ey Ebâ Müveyhibe, dedi. Ben, Rabbimle buluşmayı ve cenneti tercih ettim!

Yaklaşık bir ay önce de, yakın akrabalarını bir araya toplamış ve ruhu pervâz edip vuslata erince, bedeni konusunda kimin ne yapacağını anlatmıştı onlara bir bir…

İşte, bütün bu süreci O’nunla birlikte yaşayan sahabe, dikkat kesilmiş sabah namazını birlikte kılabilmek için mescidde Resûlullah’ı bekler olmuştu. Nereden bileceklerdi ki bu namaz, O’nunla birlikte kıldıkları son namaz olacaktı!

Takvimler, Rebîülevvel ayının on ikisini gösteriyordu. Ümmü Mektûm’un ezanıyla müdavimlerini toplayan mescid, Bilâl’in ezanıyla birlikte dolup taşmıştı.

Yine gelememişti; sabah namazını da, yerine tayin ettiği imam Hz. Ebû Bekir (ra) kıldırıyordu.

Bir aralık mescidin köşesinde bir hareketlilik olmuştu; Âişe validemizin hücresindeki perde aralanmış ve Nur Cemali, dolunay misali mescide doğuvermişti. Yine mübarek başını sarmış, öylece kapıda duruyor, mushaf sayfası gibi duru ve aydın Sima, mihrabındaki imama nazar ediyordu. Mübarek yüzlerindeki tebessüm dikkatlerden kaçmadı; huzur doluydu.

İşte bu nazarlar, aynı zamanda ashabını dünya gözüyle görebileceği son bakışlarını ifade ediyordu. Sevinçten, neredeyse namazlarını bozacaklardı!

İkinci rekata kalkmışlardı. İntizam içinde saf tutmuş cemaati, gelişini hissedip yol veriyorlardı. O (s.a.s.) da, Ebû Bekir’in arkasına kadar geldi; geri çekilmek isteyen Ebû Bekir’in omzuna koydu ellerini. Belli ki, yerinde durup da namazına devam etmesini istiyordu.

Tayin ettiği imamın arkasında O (s.a.s.) da, oturduğu yerden namaza durdu. İmam selam verince, yetişemediği rekatı da kıldı. İşte bu, O’nun son namazıydı. Ardından, direklerden birisine sırtını dayayıp, sesini de yükselterek, fitneler konusunda ashabını uyardı ve daha sonra da nazarlarını, yeniden Kur’an’a çevirdi. Cezîratü’l-Arap’da iki dinin bulunmasını fazla buluyor ve İslamdan başka bir anlayışın burada barınmasını istemiyordu. Oradan ayrılırken de şunları söyleyecekti:
— Bir Nebi, cemaatinden birisi kendisine imamlık yapmadan vefat etmez!

Ve.. içeri girerken inen bu perde, bir daha açılmamak üzere kapanıyordu.

İyileşmiş gözüküyordu. Endişeler geride kalmış gibiydi. Cemaatinin sevincine diyecek yoktu. Yeniden aralarına dönmüş ve kendileriyle birlikte saf tutup namaz kılmıştı. Sanki her şey, normale dönüyor gibiydi.

Bir aralık, Rûm diyarına komutan olarak tayin ettiği genç Üsâme, yanına girdi; ordusu hakkında tekmil verip vedalaşmak için geliyordu. Bir gün önce de gelmiş ve ‘işin ucunda ayrılık da olsa’ hareket emri almıştı. Yanına yaklaşıp oturduğunda, mübarek elleriyle başını sıvazlayacak ve on sekiz yaşındaki genç komutan Hz. Üsâme’ye, giderayak dua edecekti.

Genç komutan ve ordusu hakkında ashabına şunları tembih etmişti:
- Benim hazırladığım bu orduyu, sakın geri bırakmayın ve gecikmesine mahal vermeden vazifesini yerine getirmesine yardımcı olun!

Daha birkaç gün önce de, yanına çağırdığı Üsâme’yi sinesine sarmış ve onu yetersiz görenlere karşılık, onun da babası gibi bu işe layık olduğunu bir kez daha tescil etmişti.

Güneş doğup da kuşluk vakti yaklaşınca, kızı Fâtıma’yı yanına çağıracak ve kulağına bir şeyler fısıldayacaktı.

‘Benden bir parça’ dediği Hz. Fâtıma, bir çığlık kopardı; hıçkırıklara boğulmuş ağlıyordu.

Ardından, tekrar kulağına eğildi ve yeniden bir şeyler fısıldamaya başladı; az önce, matem havasına bürünüp feryat koparan Hz. Fâtıma, bir anda değişmiş ve sürûrundan uçacak gibi olmuştu.

Ona bir kez daha döndü ve:
- Bugünden sonra senin baban, artık hiç sıkıntı yaşamayacak, dedi.

Torunları Hasan ve Hüseyin’i yanına almış, öpüp kokluyor ve hayır tavsiye ediyordu.

Hz. Abbas da, yeğeni Hz. Ali’yi bir kenara çekmiş, Resûlullah’ın ebedi aleme göç etmek üzere olduğunu haber veriyordu.

Yanındakilere nasihatte bulunuyor ve henüz imkan varken burada ahireti kazanmak gerektiğini hatırlatıyordu. Eldeki imkanlar, hayır adına kullanılmalı ve bunlara ebediyet libası giydirilerek, daha buradayken ahiret yurdu kazanılmalıydı.

Bir gün önce de, hizmetçi ve kölelere hürriyet yollarını gösterip serbest bırakmış, Âişe validemizde bulunan altı dinarı da, ihtiyaç sahiplerine dağıtmalarını söylemiş ve bayılmıştı. Ayılır ayılmaz, altınların dağıtılıp dağıtılmadığını sordu. Henüz dağıtılmamıştı. İstedi onları ve avucuna koyup teker teker saydı önce. Ardından onları, yeğeni ve damadı Hz. Ali’ye göndererek, hepsini ihtiyaç sahiplerine dağıtmasını emredecekti:
- Bunlar yanındayken Muhammed, nasıl olur da Rabbinin huzuruna gidebilir, diyordu.

Kılıç ve kalkan gibi savaş malzemelerini de, mü’minler arasında paylaştırmıştı. Belli ki, dünya adına neye malikse, hepsini dağıtıyor ve ebedi dünyaya intikal ederken yalın gitmeyi hedefliyordu. O kadar ki, o günün akşamı Hz. Âişe validemiz, kadınlardan birisine kandilini gönderecek ve:
- Bizim kandile, birkaç damla yağ damlatabilir misin, diyerek, akşam karanlığında odacığını aydınlatacak kadar ödünç yağ talebinde bulunacaktı.

Başka alternatif bulamayınca da, bazı ihtiyaçlarına karşılık, savaşlarda kalkan olarak kullandığı zırhını, bir yahudiye rehin vermişlerdi.

Gün, zevâle doğru kayıyordu; zira mevsim, artık buluşma mevsimiydi. Derken, sancıları yeniden şiddetlenmeye başladı. Hz. Âişe validemizle şunu paylaşıyordu:
- Ey Âişe! Şüphen olmasın ki Ben, hâlâ Hayber’de yediğim o yemeğin elemini duyuyorum! İşte bundan dolayı, sanki o zehirin tesiriyle içimin parçalandığını hissediyorum.

Ardından, mübarek yüzünü örttü. Bir ara bunalınca da onu yeniden açtı. Peygamberlerinin kabirlerini puthaneye çevirenlerin, lanetle karşılanacaklarını tekrarlıyordu. Bu arada, yeniden sözü namaza getirdi ve defalarca:
- Namaz! Namaz! Ve, elinizin altında bulunan emanetler, diye tekrarlamaya başladı. Belli ki, ‘namazı aman ihmal etmeyin ve köleler başta olmak üzere sorumluluğunu üzerinize aldıklarınız konusunda da daha duyarlı olun!’ demek istiyordu. Dünya ve dünyadakilere veda etmeden önce ashabına son tavsiyeleriydi bunlar…

Cumartesi ve Pazar günü yanına gelen Cibril-i Emîn yine huzurdaydı; bir farkla ki bu sefer, huzur-u nebevi meleklerle doluvermişti. Her biri, yetmiş bine hükmeden yetmiş bin melek vardı huzurda!

- Yâ Muhammed, diyordu yine. Allah’ın selamı var ve beni özellikle Sana, Seni tekrim ve tazim için gönderdi. O (cc), bildiği halde Sana sormamı istedi; kendini nasıl hissediyorsun, nasılsın?

- Biraz halsizim ve ağrılar içindeyim, ey Cibril, buyurdular. Yanına daha da yaklaşmasını istiyordu.

- Rabbin diyor ki, dedi Cibril. Şayet dilerse O’na şifa verir, isterse huzuruma alıp O’nu rahmetimle kucaklarım!

- Bu, Rabbim’e ait bir iştir; O (cc), Benim için dilediğini yapar, diye mukabelede bulundu.

Daha sonra da, Cibril-i Emîn’in tanıştırdığı melekü’l-mevt, izin istedi:
- Allah’ın selam ve rahmeti Senin üzerine olsun yâ Resûlallah, diyordu. Allah beni Sana gönderdi ve ne emredersen onu yapmamı emir buyurdu. Şimdi Sen, ey Ahmed! Eğer emaneti almamı emredersen ben onu yerine getirecek, bırakıp da geri gitmemi dilersen ben de onu yapacağım!

Tercihinde bir değişiklik yoktu ve ona da:
- Ey ölüm meleği! Sen, yapman gerekeni yap, dedi.

Bu arada, hafifçe ıslattığı eliyle mübarek yüzünü sıvazlayacaktı. Bunu yaparken de:
- Allah’ım, diyordu. Ölümün sıkıntılarına karşı Bana yardım et!

Artık, vakit tamamdı; yolculuk emareleri iyice belirmiş ve Resûlullah (s.a.s.), dünya ile ahiretin arasındaki incecik perdenin öbür tarafına geçmek üzereydi. Mübarek başlarını, Âişe validemizin sinesine yaslamış, siyah gözlerini de tavana dikmişti.

Bu sırada huzura, Hz. Ebû Bekir’in oğlu Abdurrahman girdi; elindeki misvak dikkatini çekmişti. Feraset sahibi Hz. Âişe, çok hoşlandığı misvağı arzuladığını anlamış ve:
- Onu senin için alayım mı, demişti.
- Evet, dercesine başını sallıyordu.

Kardeşinden aldı ve onu, Alemin Efendisi’ne vermek istedi. Ancak, misvak çok sertti. Bunun üzerine Âişe validemiz:
- Onu senin için ıslatıp yumuşatayım mı, diye teklif etti. Yine mübarek başları hareket ediyor ve:
- Evet, diyordu. Belli ki, artık dil sükûta başlamış, gözler konuşuyordu.

Maksat anlaşılmıştı; hemen misvağı ağzına aldı ve onu ıslattıktan sonra Efendiler Efendisi’ne uzattı.

Aldı onu ve inci misal dişleri üzerinde gezdirmeye başladı. Ebedi aleme giderken bile, dişlerini temizliyordu. Bir taraftan da:
- Lâ ilâhe illallah! Gerçekten de ölüm için ciddi sekerât var, diyordu.

Bir aralık, sıhhat ve afiyet bulması için elinden tutup da dua etmek isteyen Âişe validemize nazar atfetti:
- Hayır, diyordu. Belli ki, aslî vatana giderken burada kalmayı talep uygun değildi. Onun için elini şiddetle geri çekiverdi.

Yine bayılmıştı. Belli ki, dayanılmaz acılar içindeydi.

Bir müddet sonra, yeniden kendine geldi.

Bu arada parmağını da yukarıya doğru kaldırmıştı. Gözleri tavana yeniden yönelmiş ve dudakları da hareket ediyordu. Âişe validemiz, söylediklerini duymak için kulağını fem-i mübareklerine doğru yaklaştırdı. Şunları söylüyordu:
- Peygamberler, şehidler, sıddîkler ve Salihlerden, kendilerine nimette bulunduklarınla beraber, Beni de affet ve rahmetinle kucakla! Artık Beni, yüce dostluğuna kabul buyur!

Allah’ım, Yüce dostluğunu istiyorum! Allah’ım, Yüce dostluğunu istiyorum! Allah’ım, Yüce dostluğunu istiyorum!

Atmış üç yıl önce bir pazartesi günü başladığı bu yolda, yine bir pazartesi günü son noktayı koyuyordu. Vahyin sağanak olup yağdığı yirmi üç yıllık hayatında, kıyamete kadar karşılaşılacak her türlü ihtiyaca cevap verecek bir model bırakmış, tebliğ vazifesini de arkadakilere emanet ederek yoluna devam ediyordu.

Sabahleyin perdeyi aralayıp mihrabdaki imama bakarken zaten, bu emanetin yerde kalmayacağını görmüş ve son namazını da bu huzur içinde kılmıştı.

Vazife bitmişti ya! Artık, iki omuz küreği arasında bulunan ve Son Nebi olduğunu gösteren risalet mührü de yoktu.

Odaya, enfes bir koku yayılmıştı.

Derken eli, bir kenarda duran su kabının üstüne doğru akarken, mübarek parmakları arasında duran misvak da, yere doğru kayıvermişti.

Her namazı son namaz olan Resûlullah (s.a.s.), artık arzuladığı vuslata ermiş ve ebedi aleme pervaz etmişti.
Dr. Reşit HAYLAMAZ

Ekleme Tarihi: 03.08.2008 - 02:12
Bu mesajı bildir   Muhtazaf üyenin diğer mesajları Muhtazaf`in Profili Muhtazaf Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
Pozisyon düzeni - imzaları göster
Sayfa (1): (1)
önceki konu   sonraki konu

Kategori Seç:  
Sitemizde şu an Yok üye ve 1295 Misafir mevcut. En son üyemiz: Didem_


Admin   Moderator   Vip   Üye ]

Hayırlı ömürler dileriz.    Bu üyelerimizin doğum günlerini tebrik eder, sıhhat ve afiyet dolu bir ömür dileriz:
kadirizim07 (46), omer873 (40), AKSA21 (45), dilegim (44), torontolu (44), aguler1980 (45), DelikanliGenc (43), johannes (41), CracK (42), Vuslatgülü (38), eren038 (42), mender21 (45), mertkonya (40), BOSNALI (55), enesnat (42), ibrahim47 (37), selamiaydin (44), aysenur83 (41), hüsnü ça.. (43), ilk_nur (47), Phoenix (44), can davetci (39), Bulaoglu Meheme.. (), NURULLAH YENEN (64), isa26 (46), jennifer (35), _CUNEYD_ (50), Turan Halil (35)
24 Saatin Aktif Konuları
0

Copyright © ((( RAVDA.net )))  *  İrtibat   *   RAVDA Reklam Servisi   *   Tüm hakları saklıdır, izinsiz alıntı yapılamaz.
Sitemizde yayınlanan imzalı yazıların içeriğinden yazarları, forum ve yorumlardan ekleyen şahıslar sorumlu olup, kesinlikle sitemiz sorumlu değildir.
© by ((( RAVDA.net )))

Sayfa 0.66515 saniyede açıldı