0
Start Giriş Üye Ol üyeler ((( RAVDATe@m))) Arama
Toplam Kategori: 69 *** Toplam Konu: 30100 *** Toplam Mesaj: 148193
Forum Anasayfa » K İ T A P / K Ü L T Ü R / S A N A T » KİTAP & DERGİ » DİRİLER KABRİ

önceki konu   sonraki konu
Bu konuda 14 mesaj mevcut
Sayfa (1): (1)
Ekleyen
Mesaj
ebu_hanzala su an offline ebu_hanzala  
DİRİLER KABRİ

395 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 26.12.2007
En Son On: 14.06.2008 - 17:49
Cinsiyeti: Erkek 
Küçük Bir Yanlışlık


"Şu balkon fena değil" diye geçirdi içinden. Kolayca tırmanabilirdi. Balkona açılan kapıyı açmak ise çok kolaydı. Çelik kapılarla uğraşmanın alemi yoktu. Akşama ke­şif için küçük bir tur, yeterli olacaktı.

Zengin bir semtte dolaşıyordu genç adam. Dikkat çek­mesin diye kıyafetine oldukça Özen göstermişti. Bu semtin birçok sakini akşam yemeği için dışarı çıkıyor, gece geç saat­lerde dönüyorlardı. Bu, bir hırsız için bulunmaz fırsattı.

"Fırsatları değerlendirmek gerekir" diye düşündü Ve­dat. Sanatını iyi icra ettiğine inanıyordu. Her şeyi hesaba kat­maya çalışıyor, olabilecek muhtemel aksiliklerin önlemini al­maya özen gösteriyordu. Yine de hiç umulmadık risklerle, sürprizlerle karşılaşmak her zaman mümkündü. Aslında za­ten mesleğin bizzat kendisi oldukça riskliydi. Birkaç kez en­selenmiş ve bir sefer iki ay kadar cezaevinde kalmıştı. Ceza­evi uzmanlaşma sürecine katkıda bulunduğu için iyi gelmiş­ti. Artık daha dikkatli, daha planlıydı. Ama şehrin polisi,

onu fişlemişti bir kere. Sanatını icra etmek için mekan değiştirmesi kanaatine varmış ve büyük şehre gelmişti. Burada kimse onu tanımıyordu.

"Çalışmak benim ruhuma aykırı" diye geçirdi için­den. "Ailem ısrarla bir işe girmemi istiyor."

Kibirli bir gülümseme yayıldı yüzüne. Gururla baktı ellerine. Kendisinde bu maharet varken ne diye çalışacaktı. "Varsın birileri çalışsın." Bu, aslında dünyanın kanunuydu. Tabii ki birileri çalışacak, birileri de yiyecekti. Herkes aynı oranda akıllı değildi. Zaten dünyada kerizler olmazsa akıl­lılar nasıl ekmek yiyecekti? Hem mesele bu kadar basit de değildi. Bu işleyiş dünya boyutunda bir şeydi. Bir çok ülke çalışıyor, ancak birkaç ülke rahat ve konfor içinde yaşıyor­du. Kimsenin de buna tepki gösterdiği yoktu. Demek ki ka­nun buydu.

"Hele bir akşam olsun" dedi içinden. Her zamanki gi­bi keyifli bir heyecan sardı bedenini. Son kez baktı çevresine. Cebindeki sigara paketlerinden en kalitelisinden bir si­gara çıkarıp yaktı. Sokağı terk ederken akşama kadar orta­lıkta görünmenin sakıncalı olacağını düşünüyordu.

Zaman su gibi geçti bilardo salonunda. Göz attığında, saatinin akrebi sekizin üzerine gelmek üzereydi. Kendinden emin hareketlerle çıktı salondan. Elinde tuttuğu otuz üçlü teşbihi cebine yerleştirdi. Gökte bir parça bile bulutun olmadığı hoş bir bahar akşamı başlıyordu. Derin birkaç so­lukla, temiz havayı çekti ciğerlerine. Sakin adımlarla yürü­meye başladı.

Sokak sakindi. Birkaç dakikada bir geçip giden araba­lardan başka sessizliği bozan bir şey yoktu. Tespit ettiği evleri birer birer gözetlemeye başladı. İlk evin ışıkları yanıyordu. Yoluna devam etti Vedat. İkinci evin ışıkları kapalıydı. Üç katlı, bahçeli, lüks bir binanın üçüncü katıydı bu. Bahçe­ye yaklaştığında bir köpeğin havlama sesiyle irkildi. He­men uzaklaştı bahçeden. Yoluna devam etme kararı aldı. Keskin dişlerini göstererek hırlayan bir kurt köpeğinin ona hiçte dostça davranmayacağı belliydi. Bekçi köpekleri bü­yük tehlikeydi onun mesleği için. Aslında köpekleri saf dışı etmenin bazı yollarını öğrenmişti," ama belaya bulaşmanın gereği yoktu. Böyle girişimlerde her an işlerin ters gitme ih­timali söz konusuydu.

Sokağın sonlarına varırken umutları söner gibi oldu. Tam "şansımı başka yerde deneyeyim" diye düşünürken gözüne bir bina daha ilişti. İkinci ve üçüncü katlarda üst üs­te iki dairenin lambaları sönüktü. Üçüncü-kattaki dairede şansını deneyecekti.

Usulca süzüldü bahçe kapısından. Bahçede köpek bulunduğuna dair bir emare yoktu. "Şansım iyi gidiyor" dedi içinden. Binaya yaklaştı. Bir iki silkinip el-ayak bilek­lerini hareket ettirdi. Binanın dış kapısı kapalıydı. Bunun Vedat için bir önemi yoktu. Çünkü onun zaten kapıyı kul­lanmaya niyeti yoktu.

Balkonun parmaklıklarına tutunup kendisini yukarı doğru çekti. Sessizliğe azami özeni gösteriyordu. Birinci kattakiler işitmesin diye biraz da acele ile ikinci katın balkonuna tırmandı. Akrobatik hareketlerle parmaklığın üzerine çıkıp üst balkonun saçaklarını tutu. Üçüncü kata çıkması da kolay oldu. Bir dakikanın sonunda üçüncü katın balkonun­da nefesleniyordu. Sürat ve yeteneğiyle gurur duyuyordu.

Kapıya yanaştı. Dikkatle dinledi içeriyi, kimse yoktu. Kapı kolunu çevirince güldü içinden, "Şanslı günümdeyim". Ka­pı kilitli değildi. Gerçi kilitli olsaydı da pek bir şey fark et­mezdi. Bu tür kilitleri açmak Vedat'ın en fazla iki dakikası­nı alıyordu.

Kapı salona açılıyordu. İçeri girdiğinde gözleri ka­ranlığa alışsın diye bir süre durdu. Sonra süratle girişti işe. Kısa bir aramadan sonra evin yatak odasını buldu. Yükte hafif, pahada ağır şeyler, genellikle bu odalarda bulunurdu. Dikkatle çekmeceleri karıştırmaya başladı. Olabildiğince ortalığı dağıtmamaya özen gösteriyordu. Ortalık dağınıksa ev sahipleri hemen hırsızlığın farkına varırlardı. Ama dağı­nıklık göze çarpmıyorsa uyanmaları uzun sürebiliyordu.

Aramalar sonuçsuz kaldıkça öfkelenmeye başladı Ve­dat. Her yeri aradığına kanaat edince bir sıkıntı kapladı kendisini. Bir şey bulamamıştı. Bir daha baştan itibaren gözden geçirmeye başladı aradığı yerleri. Canı sıkıldığı için tedbiri elden bırakmış, çekmeceleri boşaltmaya başlamıştı. Makyaj malzemelerinin bulunduğu tuvalet aynasının altın­daki ilk çekmecede bir anormallik olduğunu fark etti. Çek­mecenin dibi oynuyordu. Eliyle dibini ve yanlarını kontrol edince ek bir bölüm olduğunu anladı. Yan tarafa açılan kü­çük gizli bir çekmece daha... "Zekice bir düşünce" dedi içinden. Ama işte kendisinden kaçmıyordu. Çekmeceyi aç­tığında gözleri parladı. İki künye, iki kolye, yüzükler, küpe­ler hiç de fena değildi kendisi için. Cebinden çıkardığı po­şete Özenle yerleştirdi mücevherleri. Aynı özenle poşeti kat­layıp cebine koydu. Daha fazla aramasına gerek olmadığını düşündü. Odayı olduğu gibi bırakıp salona geçti. "Bir göz atmakta fayda var" diye geçirdi içinden. Dış kapının Önün­den gelen sesler, yüreğini hoplattı. Tehlikeli bir durum orta­ya çıkabilirdi. "Belki başka daireye gidecekler" düşüncesiy­le teselli olmaya çalıştı. Kapını zili, kanarya sesiyle ötmeye başlayınca irkildi Vedat. Hızla balkona koştu. Zili çalan ev sahibi olamazdı, ama yine de beklemek riskliydi. Balkonda derin birkaç soluk alıp, sakinleşmeye çalıştı. Geldiği şekilde aşağı inecekti: Etrafı gözleriyle dikkatle süzdü. Parmaklığa tutunup aşağı inmeye başladı. İkinci katın parmaklığına in­mek üzereyken, bir ses duydu. Gerçek miydi acaba? Kalbi hızla atmaya başladı. Hayır, kulakları yanlış duymuyordu. Polis araçlarının siren sesiydi duyduğu ve bu ses hızla yak­laşıyordu. Vedat, dondu kaldı öylece. Toparlanmaya çalıştı sonra. Ama tedbir ve soğukkanlılık yoktu artık davranışla­rında. Ayağını parmaklık demirine basıp ikinci katın balko­nuna inecekti, fakat kaygan bir yere basmıştı. Ellerini bırak­tığında bir ayağı da boşluğa düştüğünden dengesini kay­betti. Can havliyle saçağı tutmaya çalıştı, ama onu da başa­ramadı. Aşağı düştü. Düştüğü yerde zemin topraktı, ama kafasını alt katın saçağına çarptığı için kendinden geçti.

Ekleme Tarihi: 13.03.2008 - 15:36
Bu mesajı bildir   ebu_hanzala üyenin diğer mesajları ebu_hanzala`in Profili ebu_hanzala Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
ebu_hanzala su an offline ebu_hanzala  

395 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 26.12.2007
En Son On: 14.06.2008 - 17:49
Cinsiyeti: Erkek 
- Bayılmış, dedi bir polis.

- Ambulans çağırayım mı? dedi bir diğeri.

- Kafası kanıyor. Bir yere çarpmış olmalı. Ambulans çağırsan iyi olur.

- Tipi hırsıza benzemiyor.

- Belki apartman sakinlerindendir.

- Olabilir. İçip balkondan düşmüştür.

- Hayır! dedi sertçe elli yaşın biraz üzerinde bir ba­yan. Apartmanda kalanlardan değil!

- Merkezi ara! dedi polis, arkadaşına. Şüpheli bir du­rum olduğunu söyle.

- Baş üstüne!

Vedat gözlerini aralayınca çevresinde bir kalabalık gördü. Polisler, erkekler, kadınlar, çocuklar... "Eyvah" dedi içinden. "Yine yakayı ele verdik."

Ambulans gelince yerden kaldırdılar genç adamı. Eli­ni cebine attı Vedat. Bir şey yoktu. "Düşmüş olmalı" diye düşündü. Üzerinde yakalanmaması iyi bir şeydi. İçten içe kararını verdi. Ne olursa olsun hırsızlık yaptığını kabul et­meyecekti.

Ambulansa bindirilirken, aralık tuttuğu gözlerini kapattı. Muayene, tetkik ve röntgen çekimleri sırasında hiç açmadı gözlerini. Kafasına dikiş atılırken dişlerini sıkması­na rağmen dayanamayıp birkaç kez inledi. Doktorun polis­lere söylediği sözleri duyduğunda artı rol yapmanın anlam­sız olacağım düşündü.

- Hiçbir şeyi yok, dedi doktor.

Gözlerini açtı Vedat. Polisler, onu sedyeden kaldırma­ya geldiklerinde hiç direnmedi. Polislerin arasında sakince yürüyerek çıktı hastahaneden. Karakola gidinceye kadar hiçbir şey sormadılar.

Evlerin arasında küçük bir karakola geldiler. Gözle­rinden uyku akan bir memur oturuyordu masa başında. Sıkıntılı bir yüzle baktı Vedata. Önündeki daktiloya bir kağıt yerleştirdi. Bir süre tuşlara baktıktan sonra vazgeçti. Bir parça kağıt çıkardı çekmeceden. Vedat'ın rahat duruşu ca­nını sıkıyordu memurun. Kalemlikten bir tükenmez ka­lem aldı:

-Adın, soyadın?

Sesi emrediciydi. Bir süre düşündü Vedat. Hırsızlığı­nı kamtlayamazlarsa da fişli olduğu için ellerinden kurtulması zor olurdu. Parlak bir fikir oluştu zihninde. Kardeşi Sedat... "Nedenolmasın". Onun-ismini pekala söyleyebilir­di. "Nasıl olsa benim kimliğim yok. Sedat'ı araştırsınlar araştıracakları kadar. Namazında niyazında melek gibi ço­cuk." Gözlerinde bir ışıltıyla baktı memura:

- Doğum yerin?

- Diyarbakır.

- Doğum tarihin?

- 1975

- Kimliğin nerde? Ne yaptın kimliği?

- Kaybettim.

- Bu, hırsızlıktan kaçıncı yakalanışın?

- Ben hırsız değilim. Memur öfkelendi.

- Hırsız değilsin de gece gece ne arıyorsun elalemin bahçesinde? Yoksa apartmanda bir tanıdığın mı var?

- Tanıdığım yok. Yolda ayağım kaydı. Başımı kal­dırım taşma çarptım. Bahçeye nasıl girdiğimi hatırlamı­yorum.

Memur, "Sen bunları külahıma anlat" der gibi baktı yüzüne. Vedat'm. Vedat bu bakışları hiç umursamadı.

- Şehre ne zaman geldin?

- Bir haftadır.

- Ne için geldin?

- Çalışmak için.

Memur elini telefon ahizesine atarken, alaycı bakış­larla baktı Vedata:

- Görüşeceğiz, dedi.

Vedat umursamıyordu. Kardeşi ile ilgili bilgileri verip büyük oranda paçayı sıyırmıştı. Tek yapacağı ifadelerinde çelişkiye düşmemek için dikkatli davranmaktı. Memur, ka­ğıda not aldığı bilgileri vererek sabıkası olup olmadığını so­ruyordu. Beş-on dakikaya kalmaz Sedat'ın temiz sicili kara­kola ulaşır, kendisi de rahat ederdi.

Çok çabuk çaldı telefon. Vedat, gülümsedi şüpheli ba­kışlarla kendisine bakan memura. İşte her şey ortaya çıkı­yordu. Ama sanki bir terslik vardı. Telefonu dinleyen me­murun gözleri iri iri açıldı. Dudağında belirgin bir titreme gözüktü.

- Tamam tamam... olur, dikkat ederim... Sizi bekliyo­rum... Acele etseniz iyi olur..

Memurun yüzünde uykudan eser kalmamıştı. Telefo­nu yerine bıraktıktan sonra tedirgin bakışlarla baktı Vedata. Heyecanlanmıştı. Belinden tabancasını çıkardı:

- Çabuk arkanı dön! Çabuk diyorum!..

Memur bağırıyordu. Sesinde hem korku, hem de öf­ke vardı. Vedat, şaşkınlık içinde bocaladı bir süre. Çabucak toparlanıp memurun dediğini yaptı. Üzerine çevrili soğuk bir namlu vardı.

- Yüzüstü yat!

Ekleme Tarihi: 13.03.2008 - 15:37
Bu mesajı bildir   ebu_hanzala üyenin diğer mesajları ebu_hanzala`in Profili ebu_hanzala Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
ebu_hanzala su an offline ebu_hanzala  

395 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 26.12.2007
En Son On: 14.06.2008 - 17:49
Cinsiyeti: Erkek 
Yüzüstü yattı Vedat! Ne olduğunu arılamıyordu. Me­mur dizleriyle sırtına bastıktan sonra ellerini arkadan ke­lepçeledi. Sonra da çekilip sandalyesine oturdu..

Azıcık dönmeye çalıştı Vedat.

- Bu ne demek oluyor memur bey?! diye sordu; biraz sitemkâr bir ses tonuyla.

- Deprenme yerinden! diye bağırdı memur. Deprenir-sen vururumjona göre. Konuşma!

Vedat," korkmaya başladı. Başına hiç böyle bir şey gelmemişti. Suçüstü yakalandığında bile böyle davranma­mışlardı kendisine. Bir karışıklık, bir yanlışlık olmalıydı. En iyisi şimdilik ses çıkarmamaktı. Kısa süre içinde işin içyüzü açığa çıkardı.

Fazla zaman geçmeden karakol hareketlendi. İçeri birkaç kişinin hızla girdiğini fark etti Vedat.

- Bu mu? diye sordu bir ses.

- Evet, dedi memur.

Hemen gözlerini,bağladılar Vedat'ın. İki kişi kolların­dan tutup onu kaldırdı. Hızla karakoldan çıktılar. Vedat dehşet içindeydi. Tüm bunlar ne anlama geliyordu? Ellerin arkadan kelepçelenmesi, gözlerin bağlanması, sert davra­nışlar.. . Nereye bastığını göremiyordu. Bir arabaya bindiril­di ve araba hiç beklemeden yola çıktı. Ne kadar yol kat etti­ler bilmiyordu, ama durur durmaz yine kollarından tutup sürüklercesine götürdüler onu. Önünü göremediği için ba­samaklara çarptı ayağını. Sendeledi, ama hiç bekletmeden yürütmeye devam ettiler. Durdurulduğunda kalp atışları hızlanmıştı. Nerdeydi, çevresinde kimler vardı bilmiyordu. Bir görevli üstünü aramaya başladı. Çok titiz ve dikkatli bir aramaydı. Ceplerinden çıkan her şeyi aldılar. Az miktarda para, sigara paketleri, çakmak, mendil, otuz üçlük bir tes­pih... başka bir şey yoktu üzerinde. Fazla umursamadı, ama kolundaki saati aldıklarında huzursuzluğu arttı.

- Otur!

Gırtlaktan boğucu bir şekilde çıkan, ürkütücü ve so­ğuk bir sesti. Hemen itaat etti Vedat.

- Kaç gün oldu buraya geleli?!

- Bir haftadır.

- Nerde kaldın bu bir haftada?!

- Bir otelde...

- Hangi otel?

- Çamlıca oteli.

- Niçin geldin buraya?

- Çalışmak için...

Sert bir tokat darbesiyle sarsıldı Vedat. Farklı yönler­den ardı ardına gelen sorulara cevap vermeye çalışırken, beklemediği bir anda gelen tokat, allak-bullak etti zihnini. Gözünde şimşekler çakmıştı. Sol kulağı çınlamaya devam ediyordu.

- Bize masal anlatmaktan vazgeç! diye bağırdı biri. Bunlara karnımız tok.


- Artık elimizdesin. Seni kimse kurtaramaz, dedi ikincisi.

- Şimdi baştan başlayalım, dedi üçüncüsü.

- Niçin geldin buraya?

- Kim gönderdi seni?

- Burada kiminle görüştün?

Bir şaşkınlık girdabına tutulmuştu Vedat. "Kim, nere­den, niçin, hangi..." uzayıp gidiyordu sorular. Her soru bi­raz daha karıştırıyordu kafasını. Böyle bir sorguyla daha önce hiç karşılaşmamıştı.

- Tamam... Demek bu dilden anlamıyorsun. Biz de anladığın dilden konuşuruz. Çıkar üzerindeki elbiseleri!

Kısa bir sürede, üzerindeki tüm elbiseleri çıkarmıştı. Gözleri bağlanmış bir halde sırtını duvara dayadılar. Sonra tazyikli su seansı... Vedat, çığlıklar atmaya başladı. Sağa so­la kaçmaya çalıştı, engel oldular. İyice ıslatılarak hırpalan­dıktan sonra suyu kestiler. Biraz yürütüp durdurdular. Farklı bir mekanda olduğunu anladı. Elleri arkadan bağlan­dı yeniden. Hemen ardından kollan bir yerlere bağlandı. Vedat'ın korkusu gittikçe artıyordu.

Bir anda ayakları yerden kesildi. Kollarından asılı kalmıştı. Tüm yük kollara binmişti. Büyük bir ağrı duyma­ya başladı. Omuzlarına sürekli bıçaklar batırılıyor, kolları yavaş yavaş kopuyor gibiydi. İnlemeye başladı. Parmak uç­larına bir şeyle bağlanınca korkudan bir titreme nöbetine tutuldu. Evet, evet bu elektrikti. Ama neden?., basit bir hır­sızdı kendisi. Hatta o bile değil. Polise göre yakalanan Ve­dat değil Sedat'tı. Sedat'ın hiçbir kötü ayağı yoktu. Çocuk­luğunda bile pis hiçbir işe bulaşmamıştı. Namazı, niyazı, çevresine saygısı... herkes seviyordu onu... Yoksa... bu bir sene içinde değişmiş miydi? Silah kaçakçılığı ya da uyuş­turucu işine mi bulaşmıştı Sedat? Öyle ya polis habire "Kim seni gönderdi, kiminle görüştün" türü sorular so­ruyordu.

Korkunç bir acı duydu Vedat. Elektrik işkencesi baş­lamıştı. Vücudu sarsıldıkça kollarına binen yük artıyor, acı­ları katlanıyordu. Elektrik işkencesi aralıklı olarak bir saat devam etti. Vedat artık kollarını hissedemez olmuştu. Son­ra ne olduysa bir anda kestiler işkenceyi.

- Ne diyorsun? dedi biri.

- Tamam, dedi Vedat. Size gerçeği söyleyeceğim.

- Ha şöyle yola gel len! Ne diye kendine işkence etti-riyon. Akıllı bir adama benziyon oysa.

Vedat'ı askıdan indirdiklerinde bir süre dengede du­ramadı. Kollarını çözdüler, ama o zaten kollarını hissetmi­yordu. İki kişi birkaç dakika ellerine, kollarına masaj yaptı.

Ekleme Tarihi: 13.03.2008 - 15:40
Bu mesajı bildir   ebu_hanzala üyenin diğer mesajları ebu_hanzala`in Profili ebu_hanzala Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
ebu_hanzala su an offline ebu_hanzala  

395 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 26.12.2007
En Son On: 14.06.2008 - 17:49
Cinsiyeti: Erkek 
- Evet seni dinliyoruz.

"Artık gizlemenin anlamı yok" diye düşündü Vedat. "Belki de beni tanıdılar da onlara yanlış bilgi verdim diye böyle kızdılar."

- O binaya hırsızlık yapmak için gitmiştim.

- Anlamadım.

- Benim ismim Sedat değil Vedaftır. Ben sabıkalı bir hırsızım. Bu şehre de hırsızlık için geldim. Ama işte ilk işim­de yakalandım. Size başta yalan söyledim. Buraya çalışmak

için gelmemişim.

Dişlerin arasından öfkeyle çıktığı belli olan yılan ıslı­ğını andıran bir ses Vedat'ın kanını dondurdu.

- Sen bizi aptal yerine koymaya mı çalışıyorsun? Sa­na oyun oynamak neymiş, şimdi gösteririm.

Sırt üstü yatırdılar Vedatı. Kollarına ayaklarına bü­yük ağırlıklar çöktü. Kıpırdayacak durumu kalmamıştı. Korku içerisinde ne olacağını beklerken, biri hayalarını sık­maya başladı. Acı içinde çığlıklar attı. Bütün gücüyle yükle­nip sağa sola hareket etmeye çalıştı, ama başaramadı.

- Tamam tamam! diye bağırdı. Şimdi gerçeği söyle­yeceğim,

- Evet, seni dinliyoruz. Ama sakın bir daha bize yalan söyleme!

Kesik kesik soludu Vedat. Kafasını bir türlü çalıştıra­mıyor, bir çözüm yolu bulamıyordu. Durumunu bir kez da­ha izah etmeyi düşündü.

- Benim ismim Vedat'tır. Hırsızlıktan sabıkalı oldu­ğum için kardeşim Sedat'ın ismini söyledim.

İki işkenceci sıkıntıyla baktılar birbirlerine. Biri "ne yapalım?" der gibi baktı diğerine. Diğeri:

- Bence bizimle dalga geçiyor, dedi. İşkenceci memnun bir sırıtışla süzdü Vedatı.

- Öyleyse devam edelim.

- Bugünlük yeter. Yarın akşam devam ederiz. Vedat'ı götürüp tuvalet kapışma bağladılar.

- Bir bardak su, bir defa tuvalet. Tamam mı?

- Baş üstüne komutanım!

Biraz uzaklaştıklarında fısıltılarına kulak kabarttı Vedat.

- Sözleri pek inandırıcı değil, ama biz yine de Diyarbakıra soralım.

"İyi" diye geçirdi içinden Vedat. "Sorarlarsa her şey ortaya çıkar, ben de kurtulurum.

Olanları kafası almıyordu. Tüm bunlar neden yapılı­yordu? Acaba?.. Sedat bozulmuş, kötü işler yapmaya mı başlamıştı? Hem de çok kötü işler yapmış olmalıydı ki, bu kadar üzerinde duruyorlardı. Hırsızlık gibi suçların sorgu­su da, cezası da belliydi. Öyleyse... daha büyük, daha ağır suçların neler olabileceğini çıkaramıyordu. Eğer uyuşturu­cu işiyse, onun mafyası vardı ve itibarlıydılar. Silah kaçak­çılıklarının çoğu resmi bir yerlere dayandığı için pek sorun çıkmıyordu. Bu işlerden dolayı cezaevinde yatanlarla karşı­laşmıştı. Onlar, operasyonların bile çoğu kez göz boyama amacı taşıdığını söylemişlerdi. "Yüz kilo eroin yakalandı­ğında bil ki bir ton eroin geçmiştir" demişlerdi. Öyleyse neydi mesele?...

Akşama kadar acıları yetmiyormuş gibi bu sorular Vedat'ın zihnini dövdü durdu. Tüm yalvarmalarına, sızlanmalarına karşın bir bardak su ile iktifa etmek zorunda kal­dı. Bir bardak suyu da ancak akşama doğru verdiler. Tuva­let ihtiyacı için bir kez elleri açıldı.

Akşam yeniden başladı sorgu. Ne diyeceğini bilmi­yordu Vedat. Kısa bir süre işkenceden kurtulabilmek için her türlü suçlamayı kabule hazırdı, ama ne istediklerini tah­min bile edemiyordu. Söylediklerine inanmıyorlardı.

Bir poşet geçirdiler kafasına. Poşetin üst kısmı da açık­tı. Boğazına sıkıca bağladıktan sonra üstten su doldurmaya başladılar. Su, gözlerinin hizasına gelince nefesi kesildi.

Kendisini boğmaya mı çalışıyorlardı? Niyetleri boğ-maksa daha basit yolları vardı. Ne yapmak istiyorlardı? Ne­fesi kesildi Vedat'ın. Bütün vücudu gerildi. Yüzünün her ta­rafının patlayacakmış gibi şiştiğini sandı. Çırpımaya başla­dı. Poşetin bir ucunu indirip suyu boşalttılar. Vedat kesik kesik öksürüklerle soluk almaya çalıştı. İniltileri yavaş ya­vaş ağlamaya dönüştü. Bu arada yalvarıyordu.

- Allah için... Ne istediğinizi bilmiyorum... Ben ne

yapmışım?.. Ne istediğinizi bilsem söylerim.

- Kes zırlamayı!

İşkencecilerden biri yine işe girişti. Tam poşete şu dolduracakken, diğeri saati gösterdi:

- Maç başlayacak, yukarı çıkalım.

- Bunu ne yapalım? Keyifle güldü:

- Tekerleğin içine koy! Biz maç izlerken o da biraz dinlensin.

Birkaç kahkaha sesi yükseldi.

Dizlerini karnına doğru bastırarak kafasıyla birlikte bir araba lastiğinin içine sıkıştırdılar. İlk anda pek bir şey hissetmedi Vedat. Kısa bir süre sonra göğsünde ve sırtında büyük ağnlar başladı. Özellikle sırtındaki ağrı durmadan artıyordu. Öyle sıkıştırılmıştı ki teprenemiyordu.

Dakikalar birbirini kovaladı. Katlanarak büyüyen acı­lara rağmen zaman, Vedat için de durmaksızın ilerledi. Ni­hayet ayak sesleri duydu. Maç bitmiş olmalıydı. Vedat'ın başında toplandılar.

- Yeterince dinlendi, dedi alaycı bir ses.

- Burası dinlenme tesisi değil..

- Öyle tabi... nerde kalmıştık.

Vedat yemden inlemeye başladı. İçinde bulunduğu duruma dinlenme dediklerine göre kim bilir daha nasıl iş­kence usulleri deneyeceklerdi. Biri kaba bir şekilde boynu­na bastırarak onu lastiğin içinden çıkardı. Vedat iki büklüm bir halde yere yuvarlandı. Ayaklarını uzatmaya çalıştıkça belinde şiddetli ağrılar oluştu. Ağrıların etkisiyle bacakları­nın uyuştuğunu, üşüdüğünü hissetti.

- Bir faks gelmiş komutanım.

- Getir bakalım.

Kağıttaki fotoğrafa ve yerde kıvranan Vedat'a baktı­lar bir süre. Evet ta kendisiydi. Resmi kayıtlara göre dedik­leri doğruydu.

Vedat'ın gözlerini açtılar. Şaşkınlık içinde süzdü çev­resini. Önüne bıraktıkları elbiselerini büyük zorluklarla gi­yebildi. Ondan aldıkları özel eşyalarını iade ettiler.

- Gidebilirsin dediler. Biz seni Sedat sanmıştık, ona göre davrandık. Küçük bir yanlışlık olmuş. Vedat olduğunu öğrendik.

- Peki Sedat'tan ne istiyorsunuz? diye sordu Vedat. Onun kimseye bir zararı olmadı ki, namaz kılar, camiye gi­der, Kut7an dersi verir... kimse ondan rahatsız olmaz.

Bilgiç bilgiç sırıttı görevli. Birkaç kez kafasını salladı. Cevap vermedi.

Binadan çıktı Vedat. Tahrip olmuş beden, tahrip ol­muş bir zihinle ağır ağır, zorlukla yürüdü. İşkencenin vücu­dunun her yerinde kalıcı rahatsızlıklara sebep olduğunu biliyordu. Yaşadıklarının bir rüya, bir kabus olmasını öyle çok istiyordu ki... ama her şey gerçekti. Son yirmi dört saat ha­yatım karartmıştı.

Vakit gece yansına yaklaşırken ıssız caddelerde sen-deleye sendeleye yürüdü Vedat. Bir çok kişi sarhoş sanıp ya­nından geçmek istemedi. Kimileri onu evsiz barksız serseri­lerden sanıp çekindi. Ama onun zihninde büyük bir savaş vardı. "Küçük bir yanlışlık öyle mî?" bu kadar kolay tarif edilebilir miy^î yaşadıkları? Cevapsız sorular zihnini ser­semletiyordu.

Durdu. Adım atacak takati kalmamıştı. Diz üstü çök­tü. İçinde ko^an fırtınalar birkaç sözcükle bir feryat gibi çık­tı dışan.

- Ula Sedooo! Sen ne yapmişşen bunlara! Bunlar neye sana böyle düşman!

Ekleme Tarihi: 13.03.2008 - 15:42
Bu mesajı bildir   ebu_hanzala üyenin diğer mesajları ebu_hanzala`in Profili ebu_hanzala Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
ebu_hanzala su an offline ebu_hanzala  

395 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 26.12.2007
En Son On: 14.06.2008 - 17:49
Cinsiyeti: Erkek 
Allah Emredince


Köy mezarlığında toplanmış, birbirleriyle alçak sesle konuşan kalabalığa, küçümser nazarlarla baktı top sa­kallı adam. Sol omzuna astığı çantasına dokundu, sakalını çekiştirdi. Sabırsızlığını açığa vuruyordu her hareketiyle.

Kırk yaşın biraz üzerinde gösteriyordu. Üzerindeki ceketin, boynuna asmış olduğu fotoğraf makinesini gizlememesi için çaba harcıyordu. Göbeğiyle zıt bir görüntü ve­ren kot pantolonu, bacaklarım öyle çok sıkmıştı ki, zorlukla giyilmiş intibaını veriyordu. Yüzünde, kendinden emin, çevreyi önemsemez ve müstehzi ifadeler vardı.

Sabah sekizde köye gelmişti top sakallı, her şeyi ye­rinde izlemek için. Şimdi pişmandı bu kadar erken geldiği­ne. Yetkililerin gelmesi büyük ihtimalle gecikecekti. Boş boş beklemek- hem de bir mezarlıkta- oldukça can sıkıcıydı. Bu­raya kadar geldiğine göre çekip gidemezdi. Aslında gitme­sine giderdi, ama bu davranışıyla iyi bir gazetecinin davra­nışını sergilemiş olmazdı. Mesleği merak ve araştırmaya dayanıyordu.

Köylüleri süzdü bir süre. Kaba saba giyimlerine, öl­çüsüz davranışlarına baktı tiksintiyle. "Biz adam olmayız" dedi içinden. Köylülerin arasından konuşulabilecek birini ya da birilerini tespit etmeye çalışıyordu. Yetkililer gelme­den önce bir ön bilgiye sahip olabilirdi. Aslında konu pek önemli değildi, ama gazete haber isterdi. Haber bulmak önemliydi. Gazete okuyucusu doymak bilmez bir tüketiciy­di. "Haber yoksa onu üretmek, allayıp- pullamak ve öylece sunmak..." Ljstalardan öyle öğrenmişti. Büyük bir mirasın, büyük bir birikimin üzerinde durduğunun bilincindeydi. Mesleğin duayenleri kimi zaman haber bulamayınca "Diki­litaşı İstanbul'dan Ankara'ya taşımaya (!)" karar vermişler, kimi zaman da "Hocanın eşeği çalındığında", "Hoca eşek çaldı" türü haberlerle, toplumu bir yerlere angaje etmeye çalışmışlardı. Yanlış mı yapmışlardı? Tabii ki hayır. Eğitim­siz halk neyin kendisi için iyi olduğunun bilincinde değildi. Boş inançlar, yoz gelenekler, toplumun muasır medeniyet­ler seviyesine çıkmasını engelliyordu. Toplumun bunlardan kurtarılması için girişilecek her çaba kutsaldı.

Göğsünü kabarttı top sakallı. Topluma karşı sorumlu­luğunu yerine getiren, aydın fikirli bir gazeteci olduğuna inanıyordu. Öyle ya bazen böyle sıradan bir"haber için sa­bahın köründe kalkıp bir köy mezarlığında, tezek kokusuy­la baş başa kalma fedakarlığında bulunuyordu. Bazen basit bir olaydan yola çıkarak tansiyonu yükseltiyor, toplumu, yetkilileri ve her zaman yetki almaya hazır birilerini bir yer­lere kanalize ediyordu. Ajitatif söylemlerde, duygusal kompreslerde oldukça başarılıydı. Kendisini tanıyanlar korkuyla karışık bir saygıyla bakıyorlardı ona. Bu onu mut­lu ediyordu.

Yaşlı bir köylüye takıldı bakışları. Altmış yaşlarında olmasına rağmen, köylünün başında ne kasket vardı ne de külah. Giyimi nispeten düzgündü. Kısa kesilmiş sakalı ve anlamlı bakışlarıyla ciddi bir portre çiziyordu. Yüzünde sı­radan bir köylünün ablak yüz ifadesi yoktu. "Evet, neticede bir köylü" diye düşündü gazeteci. "Ama köylülerin de hep­si bir değildir herhalde. Onlar da yaşam tarzları ve dünya­ya bakışlarıyla farklı kategorilerde değerlendirilebilirler. Gerçi en üst sınıfları bile, ancak modern yaşamın kıyısına ulaşabiliyorlar, ama bu da idare eder. Bir de aslında önemli olan zihindeki değişimdir. Modern yaşam tarzına sahip tonla krro var metropollerde."

Köylünün yanına yaklaştı gazeteci. Onu fark eden köylü, gayri ihtiyari toparlandı.

- Merhaba! dedi gazeteci.

- Ve aleyküm es-selam, diye karşılık verdi köylü, ağız alışkanlığıyla.

Bir tereddüt anı yaşadı gazeteci, konuşup konuşma­ma konusunda. Kendini bildi bileli bu Arapça sözlerden hazzetmiyordu. Köylünün karşılığı ilk anda ona alay gibi gelmişti, ama göz ucuyla baktığında adamın da şaşkınlık ve tereddüt içinde olduğunu gördü.

"Neyse" dedi içinden. "Ben işime bakayım. Belki fay­dalı bir şeyler elde ederim."

- Ölüyü tanır mıydınız? diye sordu gazeteci. Kıro: Cahil, görgüsüz, kaba.

"Hay Allah! Merhum mu demem gerekiyordu yoksa?" -İkisini de çok iyi tanırdım, dedi köylü.

-İkisini de mi?... İki kişi için mi otopsi yapılacak?

-İki kişi için ya. Baba ile oğul birlikte iken Öldürüldüler.

Bir dedektif pozu takındı gazeteci. Gözlerini hafifçe kıstı. Şüpheyle baktı köylüye.

-Öldürüldüklerinden eminsin öyle mi?

-Eminim, dedi köylü. Kışın sonlarıydı. Sisten dolayı göz gözü görmüyordu. Merhum, oğluyla beraber erkenden evden çıkmış. Zaten hep erken çıkardı. Silah seslerini duy­duğumda cesaret edip evden çıkamadım hemen. Köyden kimse çıkmamış. Öğleye doğru merhumun eşi gelip kaygı­larını anlatınca çıktım evden. Sis azalmıştı. Tarlaya vardı­ğımda merhum ve oğlu kanlar içinde yerde<.yaüyorlardı. Yanlarına vardım. İkisi de ölmüştü.

-Ya! Peki düşmanları var mıydı?

Biraz bekledi yaşlı adam. Vereceği cevabı düşündü bir süre. Konuşup konuşmama konusunda kaygıları vardı, ama çabuk yendi onları. .

-Aslında düşmanı yoktu. Dindar, dürüst, iyiliksever bir insandı. Oğlu da Öyle... köyde kimse onlardan rahatsız olmazdı. Merhum, kavgalarda, çekişmelerde her zaman arabulucuydu. Gerçi vurulmadan birkaç gün önce bazılarıyla tartışmıştı ama...

Bir ipucu bulmuş olmanın kurnazlığıyla sırıttı gazeteci.

-Kimlerle tartıştı? Tartışmanın sebebi neydi?

-Şey... dedi köylü. Köyden birkaç genç son zamanlar­da toplanır çok kötü sözler söylerlerdi.

Allah emredince.

-Ne gibi sözler? diye araya girdi gazeteci.

-Allah'ı inkar ederlerdi. Haşa, Allah yoktur, derlerdi. Cennet, Cehennem bu dünyadadır derlerdi. Dindarlara hakaret ederlerdi. Buna benzer şeyler işte...

Dudak büktü gazeteci. "Hımmm, demek işin ideolo­jik boyutu da var."

-Siz o gençlerden mi şüpheleniyorsunuz? diye sordu gazeteci.

-Hayır hayır! Kimsenin günahını almak istemem. Kim yaptıysa Allah'tan bulsun.

Sustu köylü. Yine bir tereddüt geçirdi. Gazetecinin soru soran bakışlarını üzerinde hissediyordu.

-Şey... Aslında merhum kendisini kimin öldürdüğü­nü söyledi.

Gözleri iri iri açıldı gazetecinin.

-Kime söyledi? Sen onları bulduğunda ölmüşlerdi, öyle değil mi? Yoksa senden önce birileri ulaşmış mıydı?

-Hayır, dedi köylü. O şekilde değil. Kız kardeşi mer­humu rüyasında gördü. Merhum ona kendisini öldüren iki kişiyi gösterdi.

Gazetecinin hayretle açılmış gözleri önce büzüldü, sonra öfkeyle kısıldı. Tiksinerek baktı yaşlı adama. Bakışlarıyla onu ezmek, hırpalamak istiyordu sanki.

"Deliye bak! Rüyada söylemiş... yok ruhunu çağırtıp ona sorsaydınız. Bu kafayla biz adam olmayız. El âlem soğuk füzyonla, gen mühendisliğiyle, klonlama ile nerelere varmış, biz daha rüyayla, bilmem neyle uğraşıyoruz."

Köylü, durumu anlamış gibi müsaade isteyip ayrıldı. Çevresine bir göz attı gazeteci. Dikkatsiz, özensiz bakışlardı. Gözleri köy evlerine takılınca durdu. Derme -çatma evler... birkaç betonarme evi çıkarsan, kalanları tü­müyle kerpiçti.

"Gençler haksız mı ulan! Cennetle, cehennemle, öte dünyayla uğraşırsanız hep böyle sefalet içinde yaşarsınız. Yok tannymış, yok tabiat üstü güçlermiş...daha neler ne-ler..." Gözlerinin önüne görkemli -gökdelenler, devasa yapı­lar, lüks araçlar, aydınlık, hareketli geceler geldi. Müzik ses­leri, araçların motor gürültüleri, şuh kadın kahkahaları du­yar gibi oldu. İç geçirdi. Bir sırıtış yayıldı yüzüne. "Medeni­yet güzel şey."

Gelen giden yoktu. Bir sigara yaktı gazeteci. Öfkeyle, emercesine bir nefes çekti ciğerlerine. Bekleyiş, sıkıntısını artırıyordu. Değer miydi böyle bir olay için buralara kadar gelmek? Aslında bu ayrıntıları önceden bilse, herhalde gel­mezdi. "Ne olacak, iki gerici işte. Hayatı insanlara zehir et­mek isteyen iki örümcek kafalı. Kim yapmışsa iyi yapmış. Böyle haşerelerden her zaman toplum zarar görür." Ya yaş­lı köylüye ne demeliydi? Yok kimseye zararı yokmuş, yok rüyada katillerini göstermiş... bir sürü masal. Köylü milleti hep böyleydi. Kim bilir adamı öyle yavaş yavaş ermiş ilan ederler, sonra da tanrılaştırırlardı. Karakterleri buydu. Hep böyle olmuştu. Ünlü romancının bir romanında da işlediği benzer bir olayı hatırladı. Romanda öyle öldürme falan yoktu ama, köylünün çarpık zihniyetini çok güzel anlatı­yordu. "Tam Nobel' i hak eden bir yazar, ama nedense ver­miyorlar işte. Adam içinde o hasretle gidecek."

Kafasında bir çok şey birbirine karışıyordu gazeteci­nin. Her şey eksik ve parça parçaydı. Aslında geceden kal­maydı, ama fazla da içmemişti. Hani kendisi de dayamklılı-ğıyla övünürdü. Kimliğine ve konumuna yakışmıyordu bu kafa karışıklığı. "Boş ver" dercesine kafasını salladı. Umut­suzca yola çevirdi bakışlarım. Uzaktan birkaç arabaya ilişti gözleri. Gözlerini birkaç kez kırpıştırıp açtı. Hayır, gözleri yanıltmamıştı onu. Gelenler vardı. Yanında birileri olsa, on­larla, gelen arabaların resmi görevlileri taşıdığına dair bah­se girerdi. Rahat bir nefes aldı.

Üç araba art arda mezarlığın önünde durdu. Gazete­ci, kendisinden beklenmeyen bir çeviklikle arabalara yanaş­tı. Arabalardan, doktor, savcı, İl Sağlık Müdürü, Sağlık gö­revlileri ve jandarmalar indi. Savcı, gazeteciyle karşılaşınca daha resmi bir poz takınma ihtiyacı hissetti. Hemen yanın­da emir almaya hazır, bekleyen rütbeliye bir şeyler fısılda­dı. Rütbeli, köylülerin yanına giderken gazeteci de savcıya sokuldu.

-Nasılsınız Savcı Bey!

-Teşekkür ederim, dedi Savcı.

-Uzun zaman oldu görüşmeyeli. Öyle değil mi?

Savcı, polis gecesinde ortaya çıkan rezaleti hatırladı. Alkol sınırını aşan birkaç kişi ortalığı birbirine katmıştı. Kendisi de biraz içmiş, o yüzden müdahale edememişti. Gazeteci, bu olayı diline dolamış, savcıdan da alaycı bir üs­lupla söz etmişti.

Savcı, tiksinerek baktı gazeteciye. O geceden beri uzak durmuştu ondan. Şimdi tereddüt ediyordu ona yüz verip vermeme konusunda. Gazeteci milleti tehlikeliydi. Onlarla her zaman iyi geçinmek en iyisiydi. Onlar isterlerse insanı göğe çıkarırlar, isterlerse herkesin gözünden düşü­rürlerdi. İyi yerlere gelebilmek için gazetecilerle iyi geçin­mek gerektiğini biliyor, ama onlara güvenilemeyeceğini de biliyordu.

-Öyle, dedi savcı. Devlet işleri... koşturuyoruz. Sizde işler nasıl?

Sırıttı gazeteci.

-Bizde koşturuyoruz. Toplumu bilgilendirmek gibi önemli bir misyonumuz var.

Pis İpir küfür geçti içinden savcının, "peh... toplu­mu bilgilendirmekmiş. İşiniz gücünüz skandal aramak, bi­rilerini karalamak...!"

-Tabi canım, zor iş gazetecilik. Kimbilir ne zamandan beri burada bekliyor sundur.

Gazeteci, "Kıymetimiz bilinmiyor" der gibi bir hare­ket yaptı.

-Sabahın köründe geldim buraya. İşin kötü tarafı pek de önemli bir haber değil..

-Bir iki manzara fotoğrafı çeker, bir haber uydurur­sun, dedi savcı kinayeli bir sesle.

Gazeteci bozulduğunu belli etmemeye çalıştı. "Ulan ne hin oğlu hinsin, ben bilirim. Aklı sıra bizim, mesleğimizi icra ederken yalana, fotoğrafa göre habere başvurduğumu­zu söylemek istiyor."

-Buyurduğunuz gibi, dedi gazeteci. Mezarlar açılır­ken bir fotoğraf çekeceğim. Otopsi konusunda doktorun görüşlerini alacağım, o kadar.

-Evet, dedi savcı mezarlığı işaret ederek. Galiba me­zarları açıyorlar. İşin kötü yanı hazırlıksız geldik. Kokuya nasıl dayanacağız.

-Ne kadar olmuş ölüler gömüleli? diye sordu gazeteci.

-Bir yıldan fazla. Tam olarak on altı ay.

Yüzünü buruşturdu gazeteci. Doktora ilişti gözleri. Doktor, önlemini almış ağız ve burnunu kapatmıştı bir bezle.

Mezarları açmak için birkaç köylü çalışmaya başladı. Doktor, savcı, jandarma ve sağlık görevlileri birkaç metre uzakta bekliyorlar, çalışmayı izliyorlardı. Gazeteci, tümünü alacak şekilde bir fotoğraf çekti. Yerini değiştirerek bir fo­toğraf daha çekti. Mezarlara yaklaşmaya niyeti yoktu. Köy­lüler, toprağı dışarıya atmaya devam ederlerken, gazeteci, ceset kokusu ihtimaline karşı biraz daha uzaklaştı. "Ceset­leri görmem gerekmiyor." dedi içinden. Otopsiden sonra doktorun görüşlerini alırım olur, biter." Mezarlığa sırtını dönüp bir sigara yaktı.

Mezarlıkta toplananlardan aniden sesler yükselmeye başlayınca irkildi gazeteci. Hızla döndü. Hayret nidalan yükseliyor, yüzlerde şaşkınlık bulutlan dönüp duruyordu. Bir tereddüt geçirdi gazeteci. Bir-iki adım atıp durdu. Hay­ret!.. Hiç koku yoktu. Çekingen adımlarla yaklaştı kalabalı­ğa. Bazı köylülerin ağladığını fark etti. "Akrabaları olmalı." Resmi görevlilerin de şaşkınlık içinde birbirlerine baktıkla­rını görünce, biraz daha yaklaştı. "Ne oluyor burada" der-cesine baktı doktora. Doktor, başıyla cenazeleri işaret etti.

Allah emredince.

Dönüp bakınca bir ürperti kapladı bedenini. Cesetler açıkta idi ve onlarda hiçbir çürüme alameti görünmüyordu. On al­tı ay ve taze cesetler... şaşkınlık, bulaşıcı bir hastalık gibi hemen ona da sirayet etti. Çabuk toparlandı ama. O sırada bir köylünün hıçkırıklarla kesilen sözleri yükseldi.

-O zaman da söyledim. Bunlar, mazlum şehidlerdir. Allah'a kul olmaktan başka suçlan yoktu. Allah kahretsin katillerini! Onlar zalimce bir iş yaptılar. Bunlar şehidtir. İş­te, Şehid olduklarının delili! Bu kadar zamandır bedenleri çürümemiş!

Gazeteci, gittikçe kabaran bir öfkeyle dinledi bu söz­leri. Dişlerini yıkıyor, kaşlannı çatıyordu. "İşte yeni bir efsane!... Cahil halk böyle boş inanışların peşinden gitmeye dünden hazır zaten. Yok şehitmiş , yok bilmem neymiş; bir sürü aptallık." Ama içinde bir ukde de yok değildi. Düşün­celerine cılız da olsa bir isyan sesi yükseliyordu. "Ama ce­setler neden çürümemiş? Tabiat neden her zaman yaptığını yapmamış? Neden kefenler bile yer yer çürümelerine rağ­men, cesetler taze gibi görünüyor."

-Hayır! dedi gırtlaktan çıkan kısık, ama öfkeli bir ses­le. Mutlaka bunun bilimsel bir açıklaması vardır.

Gözleri doktora takıldı gazetecinin. Doktor, elleri yanlarına düşmüş, yüzünü kapatan örtüyü indirmiş, ondan farklı bir hali yoktu. Ne diyeceklerini, ne yapacaklarını bil­miyor bir haldeydiler. Yüksek sesle dile getirilen kanaatler, onları da etkisi altına almış gibiydi.

Ekleme Tarihi: 13.03.2008 - 15:43
Bu mesajı bildir   ebu_hanzala üyenin diğer mesajları ebu_hanzala`in Profili ebu_hanzala Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
ebu_hanzala su an offline ebu_hanzala  

395 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 26.12.2007
En Son On: 14.06.2008 - 17:49
Cinsiyeti: Erkek 
Öfkeyle solumaya başladı gazeteci. Böyle bir durum­da, herkes kitlenin cehaletinin duygusal baskısı altında savrulurken, birileri sorumluluğunun gereğini yerine getirme­liydi. Bu tür rüzgârlar, ancak kararlı bir duruşla önlenebilir­di. Modern dünyada, ilkel inanışların, dinsel efsanelerin ye­ri yoktu. Bu tip şeyler, sadece kültürel bilgi, folklorik öğe, tarihi zenginlik kapsamında değerlendirilmeliydi:

Hızla doktora yaklaştı.

-Ne oluyor Doktor Bey! dedi öfkeli bir sesle.

Doktor, gazetecinin çatık kaşlarından ürktü. Başıyla cesetleri işaret etti.

-Çok garip bir durum, dedi.

-Bilimsel bir açıklaması yok mu?

Bir an afalladı doktor. Ne diyeceğini şaşırdı. Daha doğrusu şaşkınlığı düşünmesini engellemişti.

-Bilimsel bir açıklama mı?,.

-Evet, bilimsel bir açıklama. Neden toprak bu cesetle­ri çürütmedi. Bu şehit hikâyelerine inanmıyorsun umarım.

-Hayır! dedi, inandırıcı olmaya çalışarak. Tabii ki inanmıyorum.

Bir lamba yandı gazetecinin kafasında. Doktorun gözlerinin içine baktı.

-Toprağın yapısından kaynaklanıyor olmasın?

Doktor, boş bakışlarla baktı gazetecinin kurnazca ba­kan gözlerine. Toprağın her yerde aynı özelliği göstermedi­ğini biliyordu. Ama cesetlerin çürümemesinin de toprağın yapısından kaynaklanmadığını biliyordu. Cesedi, toprağın çürütücü etkisinden koruyabilmek için bir çok kimyasal iş­leme ihtiyaç vardı. Ayrıca o işlemler bile cesedi böyle koru­yamazdı. Ama bunları söyleyemezdi.

- Evet, dedi gazeteciye. Topraktaki kimyasal bileşim­ler her yerde aynı değildir. Buradaki toprak, cesedi daha geç çürütür.

Soyut alanda bir zafer kazandığını düşünerek sırıttı gazeteci. Bilimsel izahlarla boş inanışların önüne geçecekti. Sorumlu bir aydın, konumunu ve sorumluluklarını bilme­liydi. Bir sonraki gün gazeteye geçeceği haberin ve yapaca­ğı yorumun çerçevesini kafasında oluşturdu. Otopsinin bir önemi yoktu. Teknik ayrıntıları beklemeden arabasına atla­yıp köyden ayrıldı.

Gazeteye ulaştığında hemen işe girişti. Haberi çok ay­rıntıya girmeden yazdı. Doktorun bir cümlelik açıklamasını on cümleye çıkardı. Köylülerle ilgili aşağılayıcı birkaç cüm­le yazdı. Keyifle koltuğuna yayılıp yazdıklarını okudu.

- Şimdi sıra yorumda, diye mırıldandı. "Bilim mi, Ba­tıl inanışlar mı?" diye bir başlık attı. Birkaç dakika düşündükten sonra yazmaya başladı.

"insanoğlu, karanlık çağlardan kurtulmak için uzun ve zorlu bir süreç yaşadı. Bilimin aydınlığından haberdar olmadığı yıllarda, insanoğlu, her şeyden korktu ve kendini çok zayıf hissetti. Batıl inanışlar, efsaneler, mitolojiler hep o korkuların eseri olarak ortaya çıktı. Kimi açıkgözler de in­sanların bu zaaflarından yararlanıp, kurtarıcı, uyarıcı gibi pozisyonlarda ortaya çıktılar. İnsanların emeği, gücü, aklı yıllarca bu şekilde sömürüldü. Karanlık devam ettikçe, biri­leri bundan faydalandı. Ve bu birileri karanlığın her zaman devam etmesini arzuladılar.

Gün geldi bilim güneşi buzul çağını bitirip dünyayı aydınlattı. İnsanlar, her şeyi açık-seçik görünce artık korkmadılar. Artık daha güçlü, daha akıllıydılar çünkü. Mitolo­jiler, efsaneler, batıl inanışlar, sadece edebi eserlere malzeme olabildiler.

Evet, dünya aydınlandı, ama bizde maalesef hala ka­ranlık fikirlerle dolu kafalar var. Bunlar, bilime değil, batıl inanışlara itibar ediyorlar. Kimyanın, biyolojinin kat ettiği mesafeler, bu tipler için bir anlam ifade etmiyor.

Sevgili okuyucularım, sanırım neden söz ettiğimi anlamışsınızdır. Evet, (...) köyündeki olaydan söz ediyo­rum. Bir süre önce öldürülmüş iki kişi, otopsi için mezar­dan çıkarıldı. Cesetlerinin çürümemiş olması ile ilgili çağ­daş insanlara yakışmayan sözler söylendi. Yok efendim şehitmişler de, yok efendim mazlumca öldürülmüşler de o yüzden tanrı onların cesedini çürütmemiş. Ne ilkel dü­şünceler, öyle değil mi sevgili okuyucularım? Birazcık bi­limin ışığından faydalanmış kimse, böyle cahilce yorum­larda bulunur mu acaba? Hiç sanmıyorum. Eski Mısır'da Firavun cesetleri bilimsel usullerle mumyalanır, böylece çürümeleri engellenirdi. Yani o cesetleri hala çürümemiş olan firavunlarda mı şehit? Maalesef böyle ilkel düşünce­lerden hala kurtulamamışız.

Bilim her şeye çözüm getirir. Doğadaki her olayın bi­limsel bir açıklaması vardır. Nitekim olay yerine rapor tut­mak için gelmiş olan aydın fikirli sayın doktorumuz, konu­ya oldukça bilimsel bir açıklama getirdi. Toprak ile ilgili yaptığı kısa araştırmadan sonra, oradaki toprağın yapısın­daki kimyasal bileşimlerden dolayı çürümeleri geciktirdiğini açıkladı. Yani konu dinsel değil, bilimseldi. Sanırım tüm karanlık tablolara rağmen, geleceğe güvenle bakmamıza imkan sağlayan olaylardan biridir bu. Böyle aydın fikirli, bilimi tek kılavuz edinmiş doktorlarımızın, kimyagerleri­mizin, biyologlarımızın bizi aydınlık ufuklara taşıyacağın­dan kuşkumuz yoktur. Yeni nesilleri bu inanç ve düşüncede yetiştirebilirsek çağdaş uygarlığı yakalamamız hiç de zor olmayacaktır."

Gazeteci arabasıyla karanlık bir yolda ilerliyordu. Önünü göremiyor, sağını solunu göremiyordu. Arabasının farlarını çalıştırmak istedi, ama sanki hepsi arızalıydı. İler­lemeye devam ediyordu araba. Sarsıntıdan dolayı bozuk bir yolda olduğunu anladı. İçinde, nereye sürüklendiğini bil­mememin korkusu vardı.

Bir sarsıntıyla arabasının farları çalıştı. Yol, iyice ay­dınlanmıştı. Köy yolundaydı. Biraz dikkat edince köyün dışındaki mezarlığa doğru gittiğini anladı. Direksiyonu çevirerek arabanın yönünü değiştirmek istedi ama, başa­ramadı. Araba kontrolünde değildi. Mezarlığa iyice yak­laştığında araba yavaşladı. Biraz daha ilerledikten sonra durdu. Kaç kez marş verdiyse de çalıştıramadı. Arabadan indi. Yeni kazılmış gibi duran açık bir mezarın önündey­di. Korkuyla mezarın karanlığına bakarken biri doğruldu. Onu tanımıştı gazeteci. Otopsi için mezarı açılan adamdı. Yüzü hiç de bir ölünün yüzüne benzemiyordu. Heybetli Akışları vardı.

-Sen Allah'a inanıyor musun? diye bağırdı gazeteciye.

-Bi.. bi.. bilmiyorum, diye kekeledi gazeteci.

-Allah'ı bilmeyen kendini bilmez. Kendini bilmeyen neyi bilir ki cahil!

Mezardan çıkan adam sözünü bitirir bitirmez elinde tuttuğu bir gazete parçasını uzattı gazeteciye. Bir yazıyı gösteriyordu.

-Bu yazıyı sen mi yazdın?

-E... evet...

Adam kükremeye başladı:

-Su, ateş, toprak, Allah'ın emrindedir. Su boğar, ateş yakar, toprak çürütür, ama Allah izin verdiği müddetçe. Allah, emredince, su boğmaz, ateş yakmaz, toprak çürütmez! Su boğmaz, ateş yakmaz toprak çürütmez! Su boğmaz, ateş yakmaz, toprak çürütmez..

Bir çığlık atarak uyandı gazeteci. Korkuyla baktı etra­fına. Yatağmdaydı. Hemen ışığı yaktı. Bir daha etrafına göz gezdirdi. Evet, bir kâbustu gördüğü. Bu mesele onu fazla meşgul etmişti. Zihni, kâbuslar üretmeye başlamıştı. Unut-malı, unutmaya çalışmalıydı. Tüm üşengeçliğine rağmen dolaba kadar gidip büyük bir bardak içki aldı. Bu meseleyi unutmalıydı. Bardağının dibini görünce, bir daha doldur­du. Yarma yeni olayların peşine düşecekti.

Ekleme Tarihi: 13.03.2008 - 15:45
Bu mesajı bildir   ebu_hanzala üyenin diğer mesajları ebu_hanzala`in Profili ebu_hanzala Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
ebu_hanzala su an offline ebu_hanzala  

395 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 26.12.2007
En Son On: 14.06.2008 - 17:49
Cinsiyeti: Erkek 
Ana Kalbi


Alt kattan durmadan insanlar akıyordu üst katın uzun malta'sma. Kısa süre içinde yer bulmak zorlaşacaktı. Çocukların sesleri, koşuşturmaları, soğuk mekânı şenlendi­riyor, canlandırıyordu.

Son şebeke kapısını geçip, pencere dibinde duvara dayandı çarşaflı kadın. Kırk yaşın biraz üzerinde gösteriyordu. Hüzünlü yüzünde, bir annenin acısını, özlemini okumak mümkündü. Gözleri her an bulutlar çağırıp, yağ­murlar yağdırmaya hazırdı.

Açık görüş yerini gözleriyle baştan başa yavaş yavaş taradı çarşaflı kadın. Anneler, babalar, genç kadınlar, kızlar, çocuklar... çoğu sevinçle dolduruyordu maltayı. Yüz yüze görüşmek, konuşmak, hasret gidermek... ama annelerin yüzlerinde buruk bir sevinç ve büyük bir hüzün okudu çar­şaflı kadın. O da bir anneydi ve o hüznü iyi tanıyordu. Kuzucuğu, ciğerparesi yıllardır zindandaydı.

-Hoş geldin teyze!

Her zaman karşılaştığı gençlerden biriydi. O da İsmail'i gibi yıllardır içerdeydi. İsmail'in daha gelmediğini görmüş, mahzun yüzlü anneye yaklaşmıştı. Sonra hoş geldin-ler, hal-hatır sormalar arttı. Tanıdığı-tammadığı birçok kişi güler yüzle yaklaşıyor, kısa süre bir şeyler söylüyor dua di­leğinde bulunup gidiyordu.

Yüreği sevgiyle yumuşadı, acıyla büzüldü çarşaflı ka­dının. Bu güzel davranışların altında hiçbir menfaat hesabı yoktu. Yüzlerindeki gülümsemenin temizliği yüreklerinden yansıyor olmalıydı. Peki ya zindan... Zindan suçluların ye-riyse bu güzel insanlar neden buradaydı?

Kalbindeki acı yüzüne kadar sirayet etti çarşaflı kadı­nın. Gözlerini büzdü. Sesi çıkmıyordu, ama içinde bir çok dua sözcüğü ard arda sıralanıyordu. Tam karşısında yaşlıca bir kadının genç bir delikanlıya sarıldığını ve bir çok kez ya­naklarından öptüğünü görünce, doldu gözleri. Masalarda karşılıklı oturanlara, duvar kenarına serdikleri battaniye ve minderlere yerleşenlere baktı bir süre. Boşlukların birer bi­rer dolduğunu fark etti.

"Benim İsmail'im neden gelmedi?" dedi içinden. Gö­zünü yeniden kapıya dikti. Mahpuslar, o kapıdan geliyordu her zaman. Bir ara kapıya kadar yaklaşmış, oradan aşağı inen merdivenler görmüştü. "Kim bilir yerin kaç kat altında tutuyorlar çocuklarımızı" diye düşünmüştü. Bir defa bunu oğluna da açmış, oğlu, gülümseyerek izah etmişti meseleyi: Kaldıkları yerler iki katlıydı. Ranzalar üst kattaydı. Alt katı yemekhane olarak kullanıyorlardı. Tuvalet ve banyo da alt katta idi. Dışarı açılan kapı da alt katta olduğu için görüş yerine merdivenleri kullanarak çıkıyorlardı. Yerin altında falan değillerdi. Oğlunun hiç yalan söylediğine şahit olma­mıştı. İsmail'ine inanıyor, ona güveniyordu; ama içindeki burukluk yine de geçmemişti.

Kapıdan gireni görünce sevinçle açıldı gözü. Hemen toparlandı. İşte İsmail'i, ciğerparesi karşısındaydı ve gülümseyerek ona doğru geliyordu. Ellerinde birer iri siyah poşet taşıyor, ağır ağır annesine yaklaşıyordu.

Çarşaflı kadın, hızla atıldı oğlunun geldiği yöne. Has­retle, sıkıca satıldı İsmail'e. Yanaklarından öptü birkaç kez. İki eliyle oğlunun başını tutup, yüzüne baktı bir süre. İçin­de hüzün, sevinç, dinmez bir hasret, dalga dalga kabarıyordu. Gözleri 4oldu. Bir adım kadar uzaklaşıp baktı oğluna tepeden tırnağa. Gözleri doluydu, ama yüzü gülüyordu.

-Bir yere geçelim anne! Böyle ortada durursak gelip geçenleri rahatsız ederiz.

Oğlunun sesini duymak, duygu sağanağına yeni bir kapı açmıştı içinde çarşaflı kadının. Bir sevgi şarkısı okudu kalbinde mutluluk kuşu. Oğlunu sessizce takip etti. Şebeke kapısının yanma gelince durdu İsmail. Poşetlerinden birin­den kahve renkli bir battaniye çıkarıp yere serdi. Hemen ar­dından iki küçük minder bıraktı battaniyenin üzerine.

-Oturalım, dedi annesine.

Sessizce denileni yaptı çarşaflı kadın. Bir süre daha sessizliğini devam ettirdi. Oğluna sadece bakıyordu. Ko­nuşmaya çekiniyor, eğer konuşursa ağlamaktan korku­yordu.

İsmail de annesine gülümsüyordu. Annesinin her iki elini tutup birer defa öptü.

-Hoş geldin anne!

Çarşaflı kadın daha fazla tutamadı kendini. Yan yana sıkışan bulutlar ani bir yağmur yağdırdı. Gözyaşlarını en­gelleyen set kalkınca, yanakları çabucak ıslandı. Bir daha

boynuna sarıldı oğlunun.

-Anan sana kurban olsun İsmail'im. Senin hasretin ci­ğerimi nasıl yakıyor, Rabbim bilir. Canım oğlum benim. Anan sana kurban olsun!

Sakinleşmek için kendini zorladı çarşaflı kadın. Ken­dini tutmalı ya da en azından bunun için çaba harcamahy-dı. Hapishane zaten sıkıntı, dert, kederle doluydu. Oğlu­nun, İsmail'inin acılarını arttırmamak için duygularını giz­lemeye çalışmaydı.

Annesi sakinleşince, İsmail yerinden doğruldu. Bir boşluk oluştu kadının yüreğinde. Bahar çiçeklerine ayaz rüzgarı değer gibi oldu. Neden kalkıyordu İsmail? Soru do­lu bakışlarla baktı oğluna. İsmail durumu fark etti.

-Gidip kantinden bir şeyler alayım, diye izahatta bu­lundu.

Elinden tuttu annesi. Oturttu oğlunu. -Dur şimdi daha sana doyasıya bakamadım. Nereye gidiyorsun? Otur şimdi, sonra gidersin.

Oturdu İsmail. Anasını kırmadı. Zaten hiç kırmazdı anasını. Anası da onun bu yumuşak huyluluğunu çok severdi. Dikkatle süzmeye başladı oğlunu çarşaflı kadın. Da­ha gencecik bir delikanlıydı İsmail'i kendisinden kopartıldığmda. Yirmisine daha basmamıştı o zaman. Tam beş yıl geçmişti. Koca beş yıl... Cezaevi uzak olduğu için ancak iki üç ayda bir ziyarete gelebiliyordu. Her gelişinde oğlunu bi­raz daha büyümüş, olgunlaşmış görüyordu.

İsmail, çok zayıf görünüyordu annesinin gözlerine. Ya­naklarına, çıkık elmacık kemiklerine baktı oğlunun, çarşaflı kadın. Evet, oğlu oldukça zayıftı. Teni de aşın derecede beyazlaşmıştı. "Hiç güneş görmüyor olmalılar" diye düşündü çarşaflı kadın. "Zalimler bu karanlık yerlerde oğlumu öldüre­cekler. Belli etmemeye' çalışıyor, ama çok zayıf ve halsiz. Göz­lerinin altı siyahlaşmış. Zaten gelirken de iki poşeti taşımakta zorlanıyordu. Allah kahretsin bize bu zulmü reva görenleri! İki dünyada rahat yüzü görmezler inşaallah."

-Çok zayıflamışsın oğlum.

Gülümsedi İsmail.

-Geçen gelişinde de öyle diyordun ama, bende bir de­ğişiklik yok.

İnandıncı olmak için tüm yüz mimiklerim kullanı­yordu İsmail. Ama annenin kalbi teskin olmuyordu bir tür­lü. Gözlerine mi inansın, yoksa duyduklanna mı?

-Size yemek veriyorlar mı?

İsmail gülümsedi yeniden.

-Tabi ki veriyorlar. İnan bana anne siz, bizim yediği­mizi yemiyorsunuz.

-Neden o kadar zayıfsın öyleyse?

Anneyi ikna etmek zordu. İsmail kısa bir kararsızlık geçirdi. Annesinin mahzun bakışlannda bir cevap beklenti­si vardı.

-Şey anne... bu bir yıldır Davudi oruç tutuyorum.

Bir şeyler kıpırdadı içinde annenin. Bir kaygı filizlendi yeniden. Kuzucuğu, evladı ne diyordu?

-Ne orucu?

-Davudi oruç... yani bir gün oruç tutuyorum bir gün tutmuyorum, zayıflamam ondandır.

-Tutmak zorunda mısın?

Annesinin elini tutup sıktı İsmail. Gözlerinin içine baktı gülümseyerek.

-Hayır hayır, tutmak zorunda değilim. Bu, nafile orucudur.

-Sen çok zayıfsın oğlum. Şimdi tutma olmaz mı? Has­talanmandan korkarım.

Rica ve istekle bakıyordu oğluna, anne. İsmail, kırma­dı annesini:

-Bir süre ara veririm Davudi oruca. Pazartesi, per­şembe oruçlarını tutarım yalnızca.

Sevindi kadın. Buruk bir gülümseme belirdi yü­zünde.

-Herkesin sana selamı vardı İsmail. Babanın işi vardı, gelemedi. İnşallah bir dahaki ziyarete... geçen gün dayınlar bize misafirliğe gelmişlerdi. Hepsinin sana selamları vardı. "Bize de dua etsin" dediler. Onlar için hindi kesip kızart­mıştım. Sonra sen geldin aklıma...

Sesi kırıldı yine çarşaflı kadının. Bir şeyler düğüm­lendi boğazına. O günü hatırladı. Herkes neşe içinde idi. Yemeğe otururlarken yine İsmail'ini hatırlamış, gözleri dolmuştu.

-Boğazımdan geçmedi İsmail'im. Sen zalimlerin el­lerinde sıkıntılar içinde, ben hindi eti yiyeyim. Hiç olacak dua

şey mi?

İsmail, sevgiyle baktı annesine.

-Beni o kadar düşünme anne. İnan durumum çok iyi­dir. Yemeklerimiz de fena değil. Dün köfte yedik, önceki gün tavuk kızartması... inan anne, yemeklerimiz iyidir.

Ilık bir rüzgar esti çarşaflı kadının gönlünde. İsma­il'ini güzel yemekler yerken canlandırdı karşısında. Biraz sevindi.

İsmail,: kantine doğru yürürken ardından baktı anne­si. Sevinç ve hüznü aynı anda hissetti. Büyümüş, koca adam olmuştu İsmail. Tam beş yıl geçirmişti zindanda. Konuşma­sı, davramşjarı olgunlaşmıştı. Kaç yıl daha kalacaktı acaba? İsmail hep yuvarlak laflar ediyordu bu soruya karşılık. Bu kez tam olarak Öğrenecekti.

İsmail, elinde poşetle gelirken bir ışık yandı annesi­nin kafasmda. Olur muydu acaba? Belki de olurdu. Adam­larda Allah korkusu yoktu, ama belki içlerinde halen insan­lığını kaybetmeyenler vardı. Üstelik düşündüğü şeylerde kimsenin başı da derde girmeyecekti.

İsmail, oturur oturmaz annesinin yüzündeki ışıltıyı fark etti. Gözlerindeki sevinci okuyabilmek için hiç de uğ­raşmaya gerek yoktu.

Oğlunun ellerinden tuttu çarşaflı kadın. Büyük bir şefkat ve sevgiyle baktı yüzüne.

-İsmail! dedi. Kaç yılın kalmış?

İsmail şaşırdı bir an.

-Birkaç yıl dedi, önemsemez davranarak.

-Kaç yıl?

Annesinin sesi kararlıydı. Cevap bekliyordu.

-Dört yıl, dedi İsmail.

Oğluna biraz daha yaklaştı çarşaflı kadın. Sıkıca tuttu ellerinden. Gözlerinde büyük bir istek, büyük bir rica vardı. Hüzün bulutlarının arasından şimdi arada bir umut gözü­küyordu.

-Acaba, dedi. Yetkililere başvursak nasıl olur?

Merak etti İsmail.

-Niçin?

-Dört yılın en azından iki yılını senin yerine ben bu­rada geçirsem... Ne dersin, kabul ederler mi acaba?

Ekleme Tarihi: 13.03.2008 - 15:46
Bu mesajı bildir   ebu_hanzala üyenin diğer mesajları ebu_hanzala`in Profili ebu_hanzala Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
ebu_hanzala su an offline ebu_hanzala  

395 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 26.12.2007
En Son On: 14.06.2008 - 17:49
Cinsiyeti: Erkek 
Gerçeğin Gecesi


Soluksuzdu. Lambaları kısmen karartılmış bir ko­ğuş yatakhanesinin loş bir ranzasında, soluklar üretememe­nin sancılarıyla' acılar çekiyordu. Tecritlerden gelen sesler,düşüncelerini bölüyor, soluklar üretecek iklimlere ulaşmasim engelliyordu. Bedenler yoruluyordu beton ve demirin baskısı altında. Zindan, bir karabasan gibi insanların üzeri­ne çökerken, akıl daha fazla baskıya dayanamıyor; bedeni, hazları ve açılarıyla baş başa bırakıyor ve kaçıyordu. Yüre­ğine hüznü gergef gergef işleyen mazlum için gözleri sarar­tacak bir umut intizarından vazgeçip Rabbin rahmetine da­ha çok yönelmekten başka bir yol yoktu.

Örtülerle kaçtı serin geceden. Aslında kaçtığı gerçe­ğin gecesi, ya da gece gerçeğiydi. Yoksa örtülerle oluşturdu­ğu gecelerden kalp çarpıntılarına dönüşen hasret nöbetleri haricinde kaçmıyordu. O zamanlarda serbest bıraktığı ha­yal kuşunun umutlarla örülü küçük dünyada dolaşmasın­dan zevk alıyordu. Tek sıkıntı ayrıntılardı. Kurgunun tam orta yerinde ayrıntılar, sıkıntılı baş ağrılarına dönüşüyordu. Böyle anlarda ufuk belirsizîeşiyor, "Sil baştanlar" zihnini yoruyor, sessiz "ah"lar içinde bir resmi geçit yapıyordu.

Battaniyeyi azıcık aralayınca bir serinlik yaladı alnını. Başını biraz daha çıkardı. Gayri ihtiyari perdeye yöneldi ba­kışları. "Karartma" diye tanımlıyordu perdenin arkasında geçirdiği anları. Bir zamanlar karartmalar, porsumuş bede­ne inat, duyguların doludizgin meydanlara atılarak rüzgâr­la yarıştığı anlardı. Ama şimdi... Bir taraftan küçük fluore-sant'm soğuk ışığı, öte taraftan kule projektörünün öfkeyi dalga dalga kabartan inatçı saldırısı... Gündüzün karart­maları daha bir masum, daha bir sükûn yüklüydü. Zaten defterinde çokça yer eden de o gündüz karartmalarıydı.

Bir an yine bir şeyler yazma isteği geçti içinde. Defte­rine bakınca bir bezginlik hissetti. Böyle zamanlarda her şeyden vazgeçip zihni temizleme, tüm bağlardan kurtulup duru bir tövbeye, duru bir secdeye ulaşma isteği dolardı içi­ne. Ama girişimleri genellikle başarısızlıkla sonuçlanır, dünyaya karşı kayıtsız kalma isteği, bir mazi rüzgânyla ala­bora olurdu. Gözlerinden, yanaklarına süzülen ılık akışkan, bir sessiz feryadın senfonisi eşliğinde canlanan bir hüzün tablosu olarak kayıt altına alınıyordu hazır gözcüler tarafın­dan. İçindeki bezginlik devam ederken, hemen yanı başın­da, yastığının kenarında duvara dayadığı kitaplara baktı. Birileri ne çok zaman harcamış ne çok uğraşmıştı onları yazmak için. Oysa ölüm vardı. Onu andığında yüreğinin soğuduğunu, gözlerinin donduğunu, hüzün ve sevinçlerin adım atamaz hale geldiğini hissetti. Gelecek bir keskin kılıç darbesiyle kesildi, aniden. Her şey, her şey kayboldu çevre­sinden, hayallerinden. Korkak bakışlarla baktı sevgilere, umutlara, tatlı ayak bağlarına. Yüzüne yayılmaya başlayan hafif gülümseme kesildi bir anda. Önünde bir çukur vardı di­bi belirsiz. Toplayamadığı soluklarının belli sayıda olduğunu hatırladı. Karanlığın korkunçluğu, soğuk titremeler, soğuk terler, sessiz ahlar ve sonu gelmez hasretlerle belirdi. Ölüm, tüm gerçekliğiyle ete kemiğe büründü gözlerinin önünde.

Ani bir hareketle, kaçmak ister gibi, çekti başına bat­taniyeyi. Gözlerini yummaktan korkuyor, ama düşüncelerinin dağılmasını da istemiyordu. İçinde şiddetli diyaloglar, itiş-kakışlar başladı. Silahlar çekildi savaş meydanında. Sevgiler, hasretler, pişmanlıklar, tövbeler, hüzünler, kahır­lar, yalnızlık anlarının tadları gözyaşları ve daha başkala­rı... Yani hayatın satır aralarında bir görünüp bir kaybolan tüm ayrıntılar doldurdu savaş meydanını. Her şey ortaya yığılmış, psikolojik savaş süreci başlamıştı. Bir kıvılcım çok şeye yol açabilirdi.

Elini soğuk terlerle ıslanmış alnına götürdü. Perdeyi aralayıp gerçeğin serin gecesini kucaklama isteği geçti için­den. O anda gerçekle arasında yüzlerce perde bulunduğu­nu hissetti. Zaman adı verilen kaim perdeyi ve onu aşmanın zorluğunu düşündü. Bir düşünce şimşek gibi geçti zihnin­den. "Geceyi bir örtü yaptık." Gecenin birçok şeyi örttüğü­nü daha yeni düşünmeye başladı. Gece insancıkları, günah­ları, yanlışları, özlemleri, acıları, zulümleri örtüyordu. He­men ardından "Soluk almaya başlayın sabah"la insanlar unutkanlık tezgâhlarında perdeler örmeye devam ediyor­lardı. Gece bir örtüydü evet. Kimileri gece ile zulmü ve gü­nahları örtüp gizlerken, kimileri de secdelerle, geçmiş gü­nahların örtülmesi için yakarışlarda bulunuyordu. Bazen perdeler aralanıyor, çekilen acı ve sıkıntılar küçüldükçe kü­çülüyor, yüreğin tam ortasına bir yüce sevgi oturuyordu.

Alnında gezinen eli, seyrelmiş ve ağarmış saçlarını hatırlatınca, bir burukluk doldu içine. Durmaksızın geçen zaman, ağaran saçlar, buruşan alın, vücut sistemlerinin bi­rer birer iflasa doğru gitmeleri... Yaşanan bir imtihan dün-yasiydı ve süreç herkes için aynıydı. Geçmişin inatçı zorba­ları, insanlar üzerinde rableşen tağutları geçti gözlerinin önünden. Maddi hiçbir sıkıntı ve zorlukla karşılaşmamış olan Firavunlar, Nemrutlar, Ebu Cehiller, Yezidler ve diğer­leri... Onlar için de aynı imtihan süreci yaşanmıştı. Zaman yine geçiyordu. Yine inatçı zorbalar seleflerini takip ediyor, insanları fırkalara ayırıyor, kadınları Pazar malzemesi ola­rak kullanıyorlardı. Herkesin saçları zaman rüzgarıyla ağa-rabilirdi. Her ne kadar birileri saçlarının aklarını boyalarla örtüp, karanlık gözlüklerle dünyaya baksa da, uyduruk ge­cesinin hiç bitmeyeceğini düşünse de zaman durmadan ilerliyordu. Önemli olan zamanla saçlarını ağarması değil, korkunun saçları ağarttığı günde ak-pak bir yüze sahip ol­maktır!" diye düşündü. Acziyetini çaresizliğini, güçsüzlü­ğünü hatırladı. Yüreğinden kopup gelen sözcükler dudak­larından dökülürken, sığındığı yüce makamın verdiği ra­hatlık yayıldı vücuduna:

"La havle vela kuvvete illa billâh"



Çap Çap Çap!..


Çap çap çap!..

Uzun bir koridor ve yalnızca ayak sesleri... Sağlı sollu, kollarımdan tutup sürüklercesine çekiştiren yüzlerde bir kaygı okuyorum. Rütbelinin talimatları doğrultusunda bana bakma­ya bile korkuyorlar. Yürüyoruz ya da sürükleniyorum. Birazcık cesaret toplayanlar suçumu soruyorlar. Yalnızca gülümsüyor­um. "Duruşmada öğrenirsiniz" demeye getiriyorum. Koridor bitmek bilmiyor ve bu arada kollarım çekildikçe kelepçenin zinciri bileğime oturuyor. Saatlerdir bileğime takılı kelepçe, te­rimle birleşip bileğimde pas oluşturuyor. Bana karşı soğuk davranıyor, ama ben dostluğumuzun hatırına onunla bir hasbi hale giriyorum...

Evet dostum! Sana sayın, sevgili, muhterem veya bunla­ra benzer bir şeyle hitap etmiyorum. Çünkü benim için bunlar­dan hiçbiri değilsin. "Dostum" dediğime bakma, seninle zora­ki dost olduk. Doğrusu seninle karşılaşmayı umuyordum her zaman. Sen zulmün, sömürünün, köleleştirmenin sembolü iken, ırkıyla, servetiyle, sosyal konumu ve makamıyla şeytan-laşan yaratıkların elindeki en korkutucu silah iken, benim gibi zulme hiçbir zaman meyletmediği için Allah'a şükreden biriy­le karşılaşmaman imkânsızdı. Seninle tarihin birçok dönemin­de karşılaştık. Sen hep soğuk, acımasız ve keskindin. Hiç bir za­man benim şikâyetlerim senin yanında bir şey ifade etmedi. Öyle ya herkes konumunu bilmeli, öyle davranmalıydı. Sen zulmün tüm araçları gibi görevine sadıktın.

Ah dostum! Bileğimi öyle sıktın ki parmaklarım uyuş­maya, bu arada üşümeye başladı. Kollanm çekildikçe üşüme artacak. Ama bir şikâyetim yok senden yana. Herkes vazifesini gereği gibi yapmalı öyle değil mi? Birileri beni kollarımdan sü-rüklercesine çekiyor. Üzerindeki kıyafetin ve aldığı emrin gere­ğini yapıyor. Yani senin görevini yerine getirdiğin gibi. Peki ya ben? Benim vazifemi kim belirliyor, biliyor musun? Hani herkes bir yerlere kulluk ediyor ya, işte ben de Allah'ın kuluyum ve be­nim vazifemi O belirliyor. "Nasıl sakınmak gerekiyorsa öyle sa­kın" şeklinde belirliyor vazifemi. "Asla zulmetme!" diyor bana. "Karşı çık" diyor, "Seni kendine kul etmek isteyen yalancılara." Ve ben her çağın Firavun ve Nemrutlarına bir ibrahim kıyamıy-la karşılık veriyor ve "Lailahe illallah" diyorum. Kimi zaman ateşlere atılıyor, kimi zaman boğazlanıyor, kimi zaman zindan­larda sabrın aa kadehinden içmek zorunda kalıyorum.

Salon beni yanlış anlama dostum!

Ellerim üst üste ama bu birilerine saygıdan dolayı değil. Senin yüzünden dostum. Bileğimi daha fazla sıkmaman için öyle durmak zorunda kalıyorum. Bu arada tüm önlemlerime rağmen ellerim uyuşmaya devam ediyor. Ben bundan aalar çe­kiyor, ama sıkılmıyorum. Biz birbirimizi iyi tanıyoruz öyle de­ğil mi? Rabbim bana "Onlar ancak size eza verebilirler" diyor.

Sen var incit bileğimi, sana kızmıyorum. Seni büyük hesap gününde şahitlik için çağıracağım dostum. O gün emir yal­nızca Allah'ındır. Çağrılan herkes ve her şey isteyerek ya da istemeyerek, gelmek zorundadır. Ve sen dostum, o gün benim kime kulluk ettiğimi söyleyeceksin. Kimin emrini yerine geti­rerek bileğimi sıktığını söyleyeceksin. Seninle dostluğum da­ha ne kadar sürer bilmiyorum ama şunu biliyorum ki her şe­yi olduğu gibi seninle geçen bu anı da kaydediyor şerefli kâ­tipler. Onlara selâm olsun...

Çap çap çap!..

Günler su gibi akıp geçiyor. Her gelişimde farklı kişiler­le yürüdüm bu koridorlarda. Kader çizgileri kimlerinki ile ke­sişmedi ki... Aynı'sevgiliye gönül vermiş olmanın suçunu şe­refle taşıyan, avuçlan yanma pahasına kor ateşleri avuçlayan garipler... Soğuk mekânlan soluklan ile ısıtan aşkın yürekler...

Bazen bir mazi rüzgân çarptı zihnime. Ezilmenin, karşı­laştığım muamelenin dayanılmaz ağırlığı allında kaldım. Aa ve tatlı anılar, hani o "hayatın tadı, tuzu olan" ayrıntılar, büyük bir hızla geçti gözlerimin önünden. "Sen neden buradasın?" di­ye sitem eden nefsime; Yusuf dostlarını hatırlattım. Üstadı, Sey-yid Kutup'u ve diğerlerini... Geçen zaman dalgalan arasında Firavunu, Haccac'ı, Stalini gösterdim. Evet, herkes gitti. Ama şimdi firavun nerde Musa (a.s) nerde? Üstad nerde üstada ezi­yet edenler nerde... Geçen zaman kime ne kazandırmış...

Çap çap çap!..

Koridor bitiyor. Duruşma salonuna çıkan merdivenler­deyiz. Berbat bir ortam... Sigara izmaritleri, gazete parçalan, kâğıt peçeteler... Duruşma salonundaki devletin soğuk yüzü, bu ortamdan haberdar mı acaba? Aslında bu, o kadar da önem­li değil. Bizim için halı serecek değiller ya. Her ne kadar kalın kitaplarda bizden "Zanlı" diye söz edilse de, süreç devam etse de "Hüküm verenlerin" kanaati yeter de artar bile.

Duruşma salonunun önündeyim. Duruşma başlasa da şu zincirlerle olan zoraki dostluğumdan bir nebzeliğine kurtul-sam. Ama sanırım içerdekilerin pek acelesi yok. Öyle ya devlet memurluğunun rutin işleyişi...

Askerlerin duvarlarda yazdığı ilginç yazılara takılıyor gözlerim. Bu yazılara bakılırsa askerlik upuzun bir gecedir. Ka­ranlık, soğuk ve sıkıa olan bu gecenin şafağı kurtuluştur. Du­varlar baştanbaşa şafağın tarihini belirten rakamlarla dolu. Du­ruşma salonunun kapısı da bundan nasibini almış. Her taraf karanlık geceden kurtuluşun özlemiyle tutuşanlar tarafından kirletilmiş. Duruşma salonuna açılan kapı ise gecenin bitmesi­ni değil sürmesini isteyen soğuk yüzlü birkaç kişinin karşısına çıkarıyor insanı.

Mübaşirin sesi ve zincirlerin çözülmesi için gözüken telaş. Asma kilidin anahtarını bulmakta zorlanan askere, çıkı­şıyor rütbeli. Nihayet zincirler çözülüyor. Hamd olsun Al­lah'a. Bileğimi ovuşturmaya fırsat bile bulamadan kendimi soğuk bakışlı dört kişinin karşısında buluyorum. En soldaki çok kötü bakıyor. Nedenini bilmiyorum, ama herhalde bu ki­nin bir sebebi vardır. Ben kendisini hiç tanımıyorum. Hatta adını bile bilmiyorum. Ama sanırım bu zat benim hakkımda çok şey biliyor, ya da bildiğini sanıyor. Düşmanlığının sebebi mi? Sanırım tek sebep onun tanrısına ibadet etmeyi kabul et-meyişimdir. Şimdi ona sorsanız soğuk kitaplardan mekanik dua sözlerle bir sürü rakam sıralayacaktır, ama inanın bana tek sebep budur. "Lailahe illallah"...

Ortadaki bir şeyler söylüyor sayfalan çevirirken. Kula­ğım uğulduyor, bir şey anlamıyorum dediklerinden. Aslında dediklerini tahmin etmiyor değilim. Hani Firavun iman eden sihirbazlara demişti ya "Demek benden izin almadan iman et­tiniz öyle mi? Göreceksiniz kimin cezası daha şiddetliymiş." Yani hazır olun cezama...

En soldakinin kindar bakışlarına aldırmadan ben izle­meye başlıyorum onları. İkisi kâtibe bir şeyler yazdırırken, sağdaki umursamaz tavırlarla, nerde olduğuna bakmadan, bir sigara yakıyor. Derin iki nefes çektikten sonra pencereye bakıp dalıyor. Şu1 an kim bilir nerdedir. Gece geç saatlere ka­dar içip sabah uyanmak zorunda kaldığı için mi bu durgun­luğu, pek belli değil, ama gözlerinin altındaki siyahlık ve tor-bacıklar bir şeyler anlatıyor. Bir ara umursamaz bakışlarını önce ziyaretçilere sonra bize çeviriyor. Sanırım onun gözle­rinde basit ayrıntılardan başka bir şey değiliz. Sadece bir dos­ya ve birkaç rakam...

Bir ara gayri ihtiyari arkaya döndüğümde, mahzun bir­kaç bakışın üzerimde kilitlendiğini fark ediyorum. Kendimi zorlayıp gülümsemeye, bir baş selamı vermeye çalışıyorum. Onların yüzündeki acı gülümsemeyi, büyük kederi fark etti­ğimden benim yüzümde de aynı ifadenin oluştuğunu hissedi­yorum. Gözlerim yanmaya, burun direğim sızlamaya başladı­ğında, daha fazla dayanamıyor, yüzümü çeviriyor, karşımdaki sahneyi izlemeye devam ediyorum. En soldaki sert sert bakıyor bana. Sanırım bu tavrımla onun mabedine saygısızlık yaptığı­mı düşünüyor. Umursamıyorum.

Duruşma bitiyor Artık pertie kapanacak. İtiş-kakış arasında arkaya ^nüp bif seıam verebiliyorum kelepçesiz eller ile. Onlara ^.di birçok şey söylemek isterdim. Örneğin Yakup'un güzel Arından söz etmek... Ama daha kapı ağzında bileğime or.ruyor kelepçe yeniden. Kollarıma girenler şimdi biraz daha Merdivenlerden inerken solumdaki-nin iç çekişiyle hr>Â baküğını fark ediyorum. Koridora gir­meden bir komut;, duruyoruz, sebebini bilmeden. Solumda-kinin üzerime kib.;^ bakışlarına karşılık verdiğimde göz­lerinin dolduğun, soruyorum. Bunun kıyafetiyle uygunluk arz etmediğini gizlemeye çalışıyor yüzünü. Galiba benim dinlemedişm duruşmayı o dinlemiş. Beni mahkeme­ye götürürken kin bilir neler düşünüyordu hakkımda. Şim­di dolu gözlerle be^y^ ve biz koridora çıkmadan hemen ön­ce kırık sözlerle, a.ıcak şu kadarını söyleyebiliyor. "Üzülme! Allah sabredenler;;, beraberdir " Çap çap çap1..

Koridordayu yjne ve ner a£jım atışımızda aynı sesler çı­kıyor. Yerler ıslak. (;ap çap çapj Ben sv^ai üzerime sıçramasın diye dikkatli dikkafii adımlarımı atarken, postallar hızla iniyor ıslak zemine. Çabam m^e Sular üstüme sıçrıyor. Bu halde, kelepçeH eller ile Oracık bir zindan arabasında namaz kılmak zorunda kalacağın-,.

Mahkeme koridoru ^ parça daha alıyor yaşamımdan. Rabbin kutlu adını anıyor ve gülümsüyorum kelepçeye. Selam olsun şerefli kâtiplere

Çap çap çap!..

Ekleme Tarihi: 13.03.2008 - 15:48
Bu mesajı bildir   ebu_hanzala üyenin diğer mesajları ebu_hanzala`in Profili ebu_hanzala Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
ebu_hanzala su an offline ebu_hanzala  
şapka ve işkence

395 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 26.12.2007
En Son On: 14.06.2008 - 17:49
Cinsiyeti: Erkek 
Şapka


Çocuk hızla koşuyordu. On yaşın biraz üzerinde gösteriyordu. Çıplak ayaklan, sert zemine, taşlara, diken­lere Nefes nefese kalmış, yorulmuştu. Ama umursamıyordu. Köyün dışındaki eve kadar koşusunu sürdürmesi gerektiğine inanmıştı. Aynı gün içinde üçün­cü koşusuydu bu.

İnsana ilk bakışta her an yıkılacak intibaını veren ker­piç evin önünde tedirgin bakışlarla bakan adamın yanında durdu çocuk. Adam, konuşmasını bekledi birkaç saniye; ama soluğu kesilen çocuk konuşamıyordu.

Adam, daha fazla sabredemedi:

- Gelmiş mi? dedi sertçe.

Çocuk konuşamadı bir süre daha. Nefes nefeseydi. Bunun daha da devam edeceğini-anlayınca başıyla "Hayır" anlamında işaret yaptı.

Olduğu yere yığıldı adam. Başını ellerinin arasına al­dı. En az bir aylık kadar gözüken sakalını çekiştirdi. Dudağını ısırdı. Çaresizlik belini büküyordu. Ayıp olmazsa bağı­ra bağıra ağlamak istiyordu. O da bir çözüm değildi, ama belki rahatlardı biraz.

- Ne oldu?

Dönüp sesin geldiği tarafa baktı adam. Eşiydi sesle­nen. Yüzüne bakmaya utanıyordu. Aslında onun da kendi­siyle aynı durumda olduğunu, aynı acılan çektiğini biliyor­du, ama evin erkeği kendisiydi. Çözümü kendisinin bulma­sı gerekiyordu.

- Daha gelmemiş...

Başını kaldırmadı adanı. Kısa bir süre çöktüğü yerde parmaklarıyla yeri eşeledi. Aniden doğruldu. Eşinin yanından geçip eve girdi. Yer yatağında acıyla kıvranan oğluna baktı. Oğlu büyük bir acı çekiyordu. Zorlukla açabildiği gözlerinin altında belirgin morluklar vardı. Dudakları çatla­mıştı. Ahmed'i, yıllarca beklediği umudu, sevgisi göz göre göre eriyordu. "Keşke acılar benim bedenime geçseydi Ah-med'im!" diye inledi ancak kendisinin duyabileceği bir ses­le. "On yıl bekledik seni. Adaklar adadık, dualar ettik gel­men için. Allah seni bize hediye etti de sevindirdi, kırık kal­bimizi. Şimdi sen hastasın ve ben hiçbir şey yapamıyorum."

Silkindi bir an. Her şeyi göze almalı ve bir şeyler yap­malıydı.

- Mahmud! diye seslendi dışarı doğru. Mahmud içeri girdi. Dinlenmişti.

- Eşeği hazırla!

Hemen gözden kayboldu Mahmud.

- Ne düşünüyorsun Cemal?

Eşinin sorusuna döndü adam. Kısa bir süre göz göze geldiler.

- Ahmed'i götüreceğim.

- Ama ya karakol?

Kadının sesinde hem çaresizlik hem de itiraz vardı. Ama böyle eli-kolu bağlı duramazdı. Cemal:

- Başka çarem yok...

"Falakaysa, falaka" dedi içinden. Ahmed'i, biricik ev­ladı bu halde iken kendini düşünemezdi.

- Ama ya seni karakolda tutarlarsa Ahmed'in duru­mu ne olacak?-

Bunu düşünememişti Cemal. Elinden geldiğince ka­sabaya uğrâmıyordu karakolun önünden geçmemek için. Ama işte mecbur kalıyordu. Şapkası olmadığı için iki kez falakaya yatırılmıştı karakolda. İlkinde utanmış ve kimse­ye söylemek istememişti, ama eşi hemen anlamıştı. Zaten o, her zaman kafasında geçen şeyleri bile anlıyordu. Sa­bırlı, akıllı/halden anlayan bir kadındı eşi.

Elleri yanma düştü Cemal'in. Eşinin uyarısı ona unuttuğu bir şeyi hatırlatmıştı. İkinci falakadan sonra kara­kol komutanı "Bir daha şapkasız buradan geçersen seni mahkemeye veririm. Oradan da kendini mapus damında bulursun" demişti. Mahkeme; hapishane, hatta yağlı urgan demekti. Kasaba Camii İmamı, başından sarığı çıkarıp şap­kayı giymediği için mahkemeye verilmişti. Sonra da "Dev­letin nizama tını tağyire teşebbüsten" yağlı urgan...

Elini boğazına attı Cemal. Soğuk terler, ensesinden başlayarak beline kadar indi. Bir-iki yutkundu.

- Eşeği hazırladım amca!

Mahmud'tu konuşan. Yaşına göre oldukça akıllı ve olgundu Mahmud. Oğlu Ahmed'in en iyi arkadaşıydı. Bir­kaç gündür evin önünden ayrılmıyordu. Arada bir üzün­tüyle göz atıyordu hasta yatağındaki amcaoğluna.

Cevap vermeden bir süre durdu Cemal. İçinde isyan­lar, öfkeler, güç yetmezliğin ağıtlarına karışıyordu. Bir Mahmud'a bir de Ahmed'e baktı.

- Mahmud! dedi. Bir koşu bak gel, Sadık Dayı gel­miş mi?

Ok gibi fırladı Mahmud. Gideceği yere kadar durma­yacağına emindi Cemal. O gün, dördüncü kezdir gidiyordu Sadık Dayının evine.

Sadık Dayı, köyde şapkası olan tek kişiydi. Maddi durumu iyi olduğu için hemen bir şapka almış ve böylece bir defa bile dayak yememişti. Allah var, iyi adamdı Sadık Dayı. Köyün çoğu onun şapkasıyla gidiyordu kasabaya. O da her isteyene şapkasını veriyor, hiç de minnet etmiyordu. "İyi adam iyiliğiyle anılır" dedi içinden Cemal.

Şehre bir ziyarete gitmiş ve iki gündür dönmemişti Sadık Dayı. Köylü çok zor durumda da kalsa falakayı göze alıp gitmiyordu kasabaya. Sadık Dayının yokluğu kasaba yolunu ıssızlaştırmıştı bu iki gündür. Bu gün gelmesi gere­kiyordu, ama yoktu hala.

"Ah Sadık Dayı, tam zamanını buldun gidecek" diye geçirdi içinden Cemal. Ahmed'ini doktora götürmek için gerekli parayı temin etmiş ve sabahtan itibaren şapkayı beklemeye başlamıştı. Ahmed'ini doktora götürecek, dok­torun vereceği ilaçlarla acılarını dindirecekti.

- İşte getirdim amca!

Mahmud, elinde şapkayla içeri dalmıştı. Sevinçten gözlerinin içi gülüyordu. Yine nefes nefeseydi, ama müjde­yi bir çırpıda söyleyivermişti.

Cemal de sevindi. Bir kuş kıpırdar gibi oldu göğsün­de. Şapkayı başına geçirirken karısına döndü.

- Cahide! Ahmed'imi hazırla! Acele et!

Elini cebine atıp bir şeyler aradı. Parası yerindeydi. Başında şapkayla kendini güvende hissetti. Mahzun gözler­le Ahmed'e bakan Mahmud'a takıldı gözleri.

- Sen de hazırlan Mahmud! Bana yardımın dokunur.

Mahmud, sevinçten uçacak gibi oldu. Hızla eve doğ­ru koşmaya^başladı. Kasabaya ayakkabısız gidemezdi. Dayısının verdiği pabuçları ayağına giyip döndü. Eskimesin diye kullanmıyordu pabuçları.

Mahmud, eşeğe bindi önce. Önünde oturtulan Ah-med'i düşmesin diye sıkıca tuttu. Ahmed, oldukça halsizdi. Cemal, yularından tutup eşeği kasaba yoluna sürdü. Kasa­baya kadar yol, iki saat kadar sürüyordu. Hasta biri yanla­rında olmazsa uzun bir yol sayılmazdı köylüler için.

Cemal, arada bir dönüp Ahmed'e bakıyordu. Ah­med'in gözlerinin altındaki morarma artmış, benzi sarar­maya başlamıştı. Mahmud, onu sıkı sıkıya tutmazsa her an düşebilirdi. Cemal, bazen hızlanmak, acele doktora varmak istiyordu. Ama hemen sonra Ahmed'in düşme, rahatsız ol­ma ihtimalinden dolayı yine yavaşlıyordu.

Karakol göründüğünde bir telaş yansıdı Cemal'in davranışlarına. Gözlerine belirgin bir kaygı oturdu. Elini basma götürdü gayri ihtiyari. Bir güven hisseder gibi oldu.

Öyle ya şapkası vardı. Karakolun Önünden geçebilir, kimse ona bir şey diyemezdi. Her şeye rağmen kumandanla karşı­laşmamayı diliyordu.

Karakola yüz metre kadar yaklaşmışlardı ki Mah-mud'un çığlığı yükseldi. Kendine geldi Cemal.

- Amcaaa!

Dönüp baktı. Ahmed düşmek üzereydi. Demek Mah-mud'un gücü artık onu tutmaya yetmiyordu. Hemen eşeği durdurup Ahmed'in yanına geldi. Derin derin soluyordu Ah­med. Arada bir iç geçiriyor gibi oluyordu. Cemal, elini oğlu­nun boynuna atınca irkildi birdenbire. Çocukcağız yanıyordu yüksek ateşten. İhtimamla tutup indirdi oğlunu eşeğin üze­rinden. Yolun kenarına sırt üstü yatırdı. "Eşeğin sırtında yol­culuk, halsiz bedenine rahatsızlık vermiş belki" diye düşün­dü. Biraz soluklanır, sonra yollarına devam ederlerdi.

Ahmed'in dudakları kurumuştu. Babası başına bağlı tülbendi çözüp ıslattı. Hafifçe kurumuş dudaklarına değdirdi oğlunun. Ahmed'in gözleri yarı açık, göğsü hızlı hızlı inip kalkıyordu.

- Ahmed! Ahmed'im. Aç gözünü oğlum. Çok kalma­dı kasabaya. Seni orda doktora götüreceğim.

Ahmed, cevap vermiyordu. Elleriyle birkaç kez hafif­çe yeri dövdü. Soluklan yavaşladı. Soğuk terler aktı sırtına Cemal'in. Korkuyla irileşti gözleri. Bu, sekerat denen ölüm öncesi andı.

- Hayır hayır, dedi inleyerek.

Ahmed'in ellerini tuttu. Ruhun çıkmasını engellemek ister gibi sıkıca kucakladı oğlunu. Ama nefesi kesilmişti çocuğun. Cemal, şapkanın başından düştüğünü fark etmedi. Doktor, para, Sadık Dayı, falaka, karakol, kuman­dan... Zihni savaş alanına döndü. Herkes her şey birbirine karışıyordu. Kumandan bazen Sadık Dayı oluyor, ona şap­ka uzatıyor, bazen Sadık Dayı kumandan oluyor onu fala­kaya yatırıyordu. Sopalar ayağına indikçe kumandanın kahkahaları ile Cahide'nin çığlıkları birbirine karışıyordu. Hızla çıkıp kaçıyordu'köyden, karakoldan... Başının etra­fında dönen bir şeyler görüyordu. Başına, sırtına, kollarına çarpıp kendisini yaralayan bu şeyin bir şapka olduğunu fark ediyordu. Sadık dayının şapkası... Ahmed, korunmak için arkasına sığınıyordu ama şapka döne done ona da sal­dırıyordu. Ahmed, çığlıklar atıyor, her tarafı yaralanıyordu. Tüm çabasına rağmen oğlunu kurtaramıyordu şapkanın darbelerinden.

- Ahmeeeed!

Hüngür hüngür ağlamaya başladı Cemal. Sıkı sıkıya sarıldı oğluna. Sonra kesildi ağlaması. Oğlunu bırakıp boş gözlerle baktı etrafına. Gözü şapkaya ilişti. Hemen kaldırıp tozunu silkeledi. Evirip çevirdikten sonra, Ahmed'in basma geçirdi şapkayı. Ayağa kalkıp bir adım uzaklaştı. Sonra yi­ne yaklaşıp biraz daha düzeltti şapkayı. Gülmeye başladı. Ayak sesleri duyunca durakladı. Sağ tarafa baktı. Kuman­dan iki askerle birlikte ona doğru geliyordu. Hemen Ah-med'i tutup kaldırdı biraz. Yanına oturttu sonra. Gülerek baktı askerlere.

- Ne oluyor burada! diye bağırdı kumandan.

Hızla ayağa kalktı Cemal. Ahmed'i gösterdi askerlere.

- Onu dövemezsiniz. Mahkemeye veremezsiniz. Ba­kın Ahmed'in şapkası var. Tamam mı? Onu dövemezsiniz.

Baba-oğula tiksintiyle baktı kumandan. Askerlerine döndü.

- Gidelim, dedi. Delilerle uğraşıyoruz, diye mırıldan­maya devam etti.

Mahmud, ağlayarak köye doğru koşarken, Cemal ba­ğırmaya devam ediyordu.

- Ahmed'imi dövemezsiniz! Kimse onu dövemez! Onun şapkası var...

Ekleme Tarihi: 13.03.2008 - 15:50
Bu mesajı bildir   ebu_hanzala üyenin diğer mesajları ebu_hanzala`in Profili ebu_hanzala Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
ebu_hanzala su an offline ebu_hanzala  
Allah Bize Yeter

395 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 26.12.2007
En Son On: 14.06.2008 - 17:49
Cinsiyeti: Erkek 
Gece tüm cüssesiyle çökmüştü şehrin üstüne. Ana caddelerdeki kısmi aydınlık ara sokaklara girildikçe yerini kesif bir karanlığa bırakıyordu. Karanlık sokaklar caddeye doğru ağzını açmış canavarlara benziyordu. Kışı haber ve­ren soğuk rüzgârın gazete parçaları ve naylos poşetleri sa­vururken çıkardığı sesler, gerilimli ortama iyi bir fon oluş­turuyordu.

"Çok geç oldu" diye düşündü Ramazan. Sessiz so­kaklarda ister istemez dikkat çekecekti. Şehrin merkezi yer­leri, ana caddeleri o anda bile az da olsa işlekti. Kenar ma­hallelerde beş- on dakikada birine rastlamak bile zordu. Bir saat önce bile çıksa şimdiki gibi dikkat çekmeyecekti.

"Allah'a tevekkül etmekten başka yapacak bir şey yok" dedi içinden. "Çıkmak zorunda kalmasaydım, zaten çıkmayacaktım. Her şey insanın istediği gibi gelişmiyor. Ça­balar bir yere kadar devam eder, ondan sonra her şeyi olu­runa bırakmak gerekiyor." İbrahim (a.s)'ı düşündü bir an. Onu ve ailesini... Tarihin ne parlak, ne muhteşem bir tablo-suydu onların yaşamı. Baba, ateşin karşısında, anne ıssız bir çölde bebeğiyle bir başını Dgul keskin bıçak karşısın­da.... İnsanı tepeden tırnağa ttreten büyük bir tevekkül, büyük bir teslimiyet...

Yürürken etrafına göz imayı ihmal etmiyordu Ra­mazan. Gözlerinden hiçbir çeviri kaçmamasına dikkat ediyor, bu arada her sese de sulak kabartıyordu. Saatine bakmak için biraz duraklac; Kenarındaki tuşa basarak aydınlattığı saatim görünce ılımlarını hızlandırma ihti­yacı hissetti.

Bir caddeye gelince drdu. Dikkatle, iyice taradı çevreyi. Kulak kabarttı. Hiç icnse gözükmüyor, hiçbir ses duyulmuyordu. Bir daha sürdü etrafı. Görebildiği alan içinde art arda yolun kenara park etmiş üç otomobil ile bir kamyonetten başka bir şev görünmüyordu. Tam karşı­sındaki binaya baktı bir dakıu kadar. Anormal bir durum

göze çarpmıyordu.

Hızla caddenin karşı tayfına geçti. Bir kez daha seri bakışlarla sağa sola baktıktar «ara beş katlı binaya yaklaş­tı. Dış kapı açıktı. Yavaşça içsi süzüldü. Parmak uçlarına basıyor, sessizliğe azami özer: gösteriyordu. Eli, merdiven lambalarını yakmak için gayr. ihtiyari butona gitti. Tam ba­sacaktı ki kendine geldi. Bacaktan vazgeçti. Gözleri ka­ranlığa alışsın diye biraz bezdikten sonra sessizce merdi­venleri çıkmaya başladı. Binrei kata çıktı. Merdivenlerin üzerindeki pencerelerden cacieye bir göz attı. İkinci katın merdivenlerine yönelmek üzmeyken bir şey çekti dikkatini. Kaldırımın kenarına park ecsı otomobillerden birinde bir kıvılcım çakmıştı. Demek e'.-vordu ki otomobil boş değildi. Ramazan, dikkatini aynı araca yoğunlaştırmca bir ka­rartı görür gibi oldu. Büyük ihtimalfe biri sabredemeyip sigarasını yakmıştı. Aslında birilerine bir işaret vermek is­temiş de olabilirdi.

"Ortalık hiç de göründüğü gibi ıssız değil" diye dü­şündü Ramazan. Bina gözetleniyor olabilirdi. Bir kaygı belir­di içinde. Suyun karanlıkları içinde gizlenmiş ağa takılan bir balık gibi hissetti kendini. Kısa süreli bir tereddüt yaşadı. Sonra yine yavaşça çıkmaya devam etti merdivenleri. İkinci kata çıktığında bir daha göz attı caddeye. Bir hareketlilik yoktu. Üçüncü kata çıktığında kaygısının arttığını hissetti. Kapının önünde sessizce durdu on saniye kadar. Zile basmak üzereyken vazgeçti. Dikkatle kapıya bakmaya başladı. Ah­şap kapıda yerden otuz santim kadar yukarıda belirgin bir ezilme fark etti. Nefesini tutup eğildi. Yanılmamıştı. Kapıda bir değil birkaç yerde kırıklık ve eziklikler vardı. Bir şimşek çaktı kafasında. "İçeride karakol olmalı". Öyle ya, dışardan hiçbir anormal görüntü yoktu. Dairenin lambaları yanıyor­du. Dışarıda binayı gözetleyenler arabalarını caddenin nispe­ten karanlık bir köşesine park etmişlerdi.

Sessiz, ama hızlı hareketlerle aşağıya yöneldi Rama­zan. Birinci kata geldiğinde araba kapılarının açılıp ka­panma seslerini duydu. Caddeye bir göz attı. Bir an donar gibi oldu. Boş sandığı otomobillerden birkaç kişi inmiş, birkaç kişi de iniyordu. Yedi-sekiz kadar kişiydi. Binaya doğru yürümeye başladılar. Bazılarının elinde uzun nam­lulu silahlar vardı.

"İşim bitti galiba" diye düşündü Ramazan. "Buraya kadarmış galiba." Ya teslim olmayacak, öldürülecekti, ya da yakalanacak, işkence ve zindanın tadına varacaktı. Aklına ilk gelen şeyi yapü. Önünde durduğu dairenin kapısını çal­dı hafifçe. Tedirginlikle bir yukarı bir aşağı baktı. Tam o sı­rada kapı açıldı. Altmış yaşlannda başında beyaz bir namaz örtüsü bulunan yaşlı bir kadm açtı kapıyı. Şaşkınlık ve me­rak dolu bakışlarda baktı Ramazan'a. "Gizlemenin anlamı yok" diye düşündü Ramazan.

-Anacığım, dedi titrek bir sesle. Polis peşimde. Evin­de gizlenebilir miyim?

Binanın girişinde ayak sesleri duyunca, cevap bek­lemeden içeri daldı Ramazan. Kadının şaşkınlığı biraz daha artmıştı. Ne diyeceğini, nasıl bir tepki vereceğini bilemiyordu.

-Ama evladım, benden başka kimse yok evde...

- Korkma anacığım, dedi Ramazan. Hırsız ya da na­mussuz biri değilim. Sadece bir Müslüman'ım. Eğer burada yakalanırsam "beni tehdit edip zorla içeri girdi" dersin.

Kadının korkusu bir nebze olsun azaldı. Temiz yüz­lü, insana her haliyle güven veren bu gençten bir zarar gel­meyeceğine inandı. Mahcup ve tedirgin tavırlarına üzün­tüyle baktı. Ama itirazı sürüyordu.

- Evladım! Nereye gizleneceksin ki?... Bu evde bir şey yok. Küçük oğlumla beraber kalıyorduk, o da askere gitti.

Hızla içeriye bir göz attı Ramazan. Gerçekten de evde çok az eşya vardı. Yerlerde eski kilimler, minderler, eski yaylı bir somya, üç gözlü bir ocak, küçük bir buzdolabı... Evde başka göze çarpacak bir şey yoktu.

Merdivenlerde koşuşturma sesleri gelince somyaya yaklaştı genç adam. Sesler arttıkça içindeki kaygı da artıyordu. Yavaşça eğilerek somyanın altına girdi. Dizleri üstü­ne çökerek sol yanağını yere bıraktığı ellerinin üzerine koy­du. Bu şekilde somya örtüsünün altından odanın içini de görebilecekti.

Daire kapılan açılıyor, arada bir bağırma- çağırma sesleri yükseliyordu. Birileri öfkelenmişti. Tuzak iyi kurulmuş, avcılar iyi yer tutmuştu. Tüm bunlara rağmen av el­den kaçarsa, öfkeleri daha da artacaktı. Hem dairenin için­de, hem de dışanda yer tutmuşlardı. Av'm binaya girdiğini görmüşlerdi, dairelerden birinde olmalıydı. Yer yarılıp içi­ne girecek değildi ya...

"Allah'ım, kendime değil sana güveniyorum. Her şe­ye kadir olan sensin. Ben sana ve dinine inandım. Ben, yakalamalarından, işkenceden, zindandan, ölümden korkmu­yorum, bunu sen biliyorsun. Beni fitneye düşürmelerinden korkuyorum. Nurunu tamamlayacağını biliyor, vaadine inanıyorum. Benim çabam ve tedbirim fitneye düşmekten korktuğum içindir. Ey kendisine sığınanları koruyan! Ey mazlumların sahibi!"

Karşı dairenin kapısı açıldı. Öfkeli bağırmalar, özür üslubunda karşılıklar, cılız tepkiler... Herkes şartlan, coğrafyayı iyi özümsemişti. Herkes rolünü iyi biliyordu. "Şim­di buruya da gelecekler" diye mınldandı yaşlı kadm, korku dolu bir sesle. Gelecekler ve genç adamı yakalayacaklardı. Onu hiç tanımıyordu ama yakalanması ihtimali üzüyordu yaşlı kadını. "Yakalanırsa annesi çok üzülecek" diye geçirdi içinden.

"Hiçbir zaman kendime güvenmedim ey Rabbim! Sen, dilediğini aziz kılar, yüceltir, dilediğini zelil kılar alçal-tırsın. Sen güç yetirirsin, ben yetiremem. Tarih boyunca peygamberler, Salih insanlar, her zaman küfrün fitnesine karşı senden yardım istediler. İşte Ashabı Kehf... Tüm inanç ve içtenliklerine rağmen dikkatli davranıyorlar ve şöyle di­yorlardı. "Birinizi bu paranızla şehre gönderin de temiz olan yiyecekten size getirsin. Oldukça hassas davransın ve sakın sizi kimseye sezdirmesin. Çünkü onlar üzerinize çı­karlarsa sizi taşa tutarlar veya dinlerine geri çevirirler. Bu durumda ebedi olarak kurtuluş bulamazsınız." Ey Rabbim eğer dininden dönersem biliyorum ki hem dünyam hem de ahiretim gider. Yardım et Rabbim! İbrahim (as)'ı ateşe karşı korudun, Yunus (as)'ı balığın karnında korudun. İman eden Kehf ashabını korudun. Habibin Muhammed Mustafa (sav)'i yalın kılıç bekleyen müşriklerin arasından geçerken korudun. Bana da yardım et Rabbim!"

Dairenin kapısı çalındı. Bir tereddüt anı yaşadı yaşlı kadın. Sonra yavaş yavaş yürüdü kapıya. Kapıyı açtı. Korkuyla baktı kapıdaki silahlı adamlara. Hepsi de sivil giyim­liydi. Bina sakinlerinden emekli bir bekçi de kapıda gelen­lerle birlikteydi.

- Evde senden başka kimse yok mu? dedi tok sesli şiş­man bir polis.

Bir tereddüt yaşadı yaşlı kadın.

- Yok, dedi. Ben yalnızım.

Kadının tereddütü memurun dikkatinden kaçmadı.

Allah bizeyeter.

Bekçi emeklisinine döndü.

- Kadın doğru söylüyor, dedi emekli bekçi. Bir oğlu yanında kalıyordu, o da askere gitti.

Memur haşin bakışlarıyla bir süre hırpaladı kadını.

- Bu gece kimseye kapıyı açtın mı?

- Hayır, dedi yaşlı kadın. Öfkeyle soludu memur.

- Yer yarılıp da içine girmedi ya, diye bağırdı. Ara­yın evi!

"İşte başladı" diye geçirdi içinden Ramazan. "Biraz­dan bulurlar. Ey Rabbim! Ey Rabbim! Sen her şeye kadirsin. Tüm günahlarımdan tevbe ediyor, sana sığmıyorum. Sen onların gözlerini görmez et! Ve ce'alna min beyni eydihim şedden ve min halfihim şedden fe eğşeynahum fehum la yubsirun. Eve gitmem ve burada karakol oîciuğunu haber vermem gerekir. Sen onların gözlerini görmez et! Sana sığı­nıyorum, beni koru! Sana sığınıyorum. Sana sığmıyorum, beni koru! Sana sığmıyorum, Sana sığmıyorum, Sana sığmı­yorum."

İki ayak somyanın önünde durdu. Sonra eğildi ayakla­rın sahibi. Örtüyü kaldırdığında Ramazan, onunla göz göze geldi. Boş gözlerle baktı somyanın altına. Örtüyü indirip çe­kildi.

Ramazan, donup kalmıştı. Dudakları deprenmiyor; ama kalbi mütemadiyen aynı kelimeleri tekrarlıyordu. "Ey Rabbim! Ey Rabbim! Ey Rabbim!..."

- Tamam, dedi tok bir ses öfkeyle. Allah kahretsin!

Gidelim.

Memurların hepsi de öfkeliydi evi terk ettiklerinde. Bu son daireydi. Kafalan almıyordu. Onca hazırlık boşa mı gidecekti?

Yaşlı kadın da şaşkınlıktan dona kalmıştı. Her şeyi görmüştü. Memurun somyanın Örtüsünü kaldırmasını, Ra-mazan'm şaşkın bakışlarını ve polislerin öfkeyle evden ay­rılmasını... dairenin kapısını örttükten sonra, yaklaştı som­yaya. Titrek bir sesle sordu.

- Bu nasıl bir şeydi oğlum? Seni nasıl görmediler?

Ramazan, kımıldamıyor, dudaklarını bile oynatmı­yordu. Gözlerini yummuştu. Kalbinde durmadan Allah'ı hamd ile teşbih ediyordu.

Kapı yeniden çalındı. Yaşlı kadın uyanır gibi oldu. Kapıda yine sesler yükseliyordu. Kadın, kendini kaybetmiş, daha onlar uzaklaşmadan konuşmuştu. Kapıyı açtı. Birkaç kişi bir anda daldı içeri. Hızla dağıldılar etrafa. Şişman me­mur yaşlı kadına yaklaştı.

- Kiminle konuştun kadın!

- Kimseyle konuşmadım evladım.

- Sesin geldi kadın! Birine seslendin.

Yaşlı kadın, memurun çatık kaşlarını görünce korktu. Başını önüne eğdi.

- işiniz çok zor, Allah yardımcınız olsun dedim. Ne geceniz var, ne gündüzünüz...

İnanmaz tavırlarla baktı kadına şişman polis. Arka­daşlarına seslendi.

- Dikkatli arayın! Sığınak, gizli bölme olabilir bir yerlerde.

Dairenin her yerini inceden inceye aramaya başladı­lar. Duvarlar, zemin, banyo, tuvalet... her tarafı kontrol et­tiler. Çekiçle vurup boşluk aradılar duvarlarda. İki kez som­yanın örtüsünü kaldırıp altına baktılar.

Memurlar, bir süre daha aramalarına devam ettiler. Evi terk ettiler sonra eli boş olarak.

Yaşlı kadın, yaş dolmuş gözleriyle baktı Ramazan'a. Yürümek istedi, ama sanki dizlerinin bağı çözülmüştü. Diz üstü çöktü yaşlı kadın.

Ramazan, yerden doğrulurken vücudunun ürperdi­ğini hissetti. Onun da göz yaşlan yanaklanndan süzülüyor­du. Dudakian yine deprenmiyordu, ama kalbinde art arda aynı sözler tekrarlanıyordu.

"Allah bize yeter, O ne güzel vekildir."

Ekleme Tarihi: 13.03.2008 - 15:52
Bu mesajı bildir   ebu_hanzala üyenin diğer mesajları ebu_hanzala`in Profili ebu_hanzala Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
ebu_hanzala su an offline ebu_hanzala  
ölüm daha güzeldir

395 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 26.12.2007
En Son On: 14.06.2008 - 17:49
Cinsiyeti: Erkek 
Ölüm Daha Güzeldir


Pencereye yanaştı genç adam. Hafif bir rüzgar saçla­rım yalarken bir an gevşediğini; hoş bir duygunun bedeni­ni sardığını hissetti. Baharın bembeyaz bulutlan arada bir küçük muziplikler yaparak güneşi Örtüyor, sonra bir köşe­ye kaçıp kayboluyorlardı. Mavi gökyüzü derinliğiyle insan­da gizemli bir hava bırakıyor, berraklığıyla da mahzun

kalpleri okşuyordu..

Genç adam öyle dalmıştı ki odaya birinin girdiğini fark etmemişti. Hayal atını bulutlann arasında gezdirmeye devam ediyordu.

-Mesud!

İrkildi genç adam. Bükük bir boyun ve mahcup ba­kışlarla döndü, kendisine seslenen ev sahibine. - Buyur gel, yemek yiyelim.

Sessizce itaat etti Mesud. Yemek, küçük tepsinin üze­rinde yere bırakılmıştı. İki kap yemek, su bardakları, sürahi ve iki tandır ekmeği vardı tepsinin üzerinde. Karşılıklı otu­rup yemeğe başladılar. Ev sahibi, Mesud utanmasın diye yemekten başını kaldırmıyor, sürekli meşgul görüntüsü vermeye özen gösteriyordu.

Yemeğini bitirince kafasını kaldırdı. Mesud'un tabağı neredeyse olduğu gibi duruyordu. Birkaç kaşık ya vurmuş, ya vurmamıştı. Bir an utandı ev sahibi. Belki de Mesud'un sevmediği bir yemekti. Neden daha başta bunu sormayı akıl etmemişti ki?... Belki o söylemezdi, ama kendisinin bu­nu düşünmesi gerekirdi.

- Hakkını helal et, dedi ev sahibi mahcup bir yüz ifa­desiyle. Sorm'adım, belki de bu sevmediğin bir yemekti. Gidip başka bir şeyler getireyim.

- Hayır hayır! dedi Mesud. Yemekle bir sorunum yok.

Ben aç değilim.

Ev sahibi itiraz etti.

- Düriden beri doğru-dürüst bir şey yemedin.

- Ama ben gerçekten aç değilim.

Çaresizce başını salladı ev sahibi. Sbfrayı alıp çıktı. Hemen de geri döndü. Bir süre sessizce bakıştılar. Mesut karşılaştıkça bakışlarını kaçırıyor, bir noktaya sabitliyordu. Ev sahibi onun sıkıntısını anlıyor, ama onun açılmasını bek­liyordu.

- Orhan'ı göremedim, diye giriş yaptı ev sahibi. Ha­ber bıraktım, gelince buraya uğrayacak.

- İyi, diyebildi Mesud sadece.

- Bak Mesud! dedi ev sahibi. Durumundan az çok ha­berim var. Sıkılmana gerek yok. Yalnızca nasıl kurtuldun, onu merak ediyorum.

Derin bir soluk aldı Mesud. Gözlerinin önünde canla­nan bazı hatıraları uzaklaştırmak ister gibi gözlerini yumup başını salladı. Konuşup konuşmama konusunda tereddüt yaşıyordu. Ev sahibine baktı. Onu tanıyor ve güveniyordu.

Davranışlarından içtenliğini anlamamaya imkan yoktu.

- Nerden başlayayım? diye sordu kısık bir sesle.

- İstersen baştan başla.

- Evet, dedi Mesud. Baştan başlayayım.

Birkaç saniye sessizce durdu. Eskiye doğru bir yolcu­luk yapacaktı, o yüzden düşüncelerini toplama ihtiyacı duydu. Sakin; fakat yorgun bir sesle başladı konuşmaya.

- İki seneyi aşkın bir süreydi, aranıyordum. Çok fazla eve uğramıyor, hatta memlekete bile pek gitmiyordum. Ba­bam her yerde beni sorduruyormuş. Hangi arkadaşı gör­sem, bundan söz ediyordu. Ben de bir ara uğradım eve. Ni­yetim meraklarını bir süreliğine gidermekti. Babam ısrarla kalmamı istiyordu. Ben ona tehlikeden, yakalanmaktan söz edince baklayı ağzından çıkardı. Ona göre bir tehlike yoktu. Amcamın bazı tanıdıkları vasıtasıyla polisle görüşmüşler; benimle ilgili arama emrinin kaldırılması konusunda gü­vence almışlardı. Yalnızca bir şartlan vardı. Ben emniyete giderek, "İşte buradayım, kaçmak, gizlenmek istemiyo­rum" diyecektim. Onlar da benimle ilgili dosyayı kapata­caklardı. Babam çok kesin konuşuyordu. Ben, aracılara gü­venmediğimi, bu işin bu kadar basit olmadığını söyleyince çok kızdı. Bağırıp çağırmaya başladı: Aslında boşuna benim için uğraşıyorlarmış, ben böyle sefil ve derbeder yaşamayı hak etmişim. "Git! Hangi çöplükte gebereceğin beni ilgilen­dirmez" diye bitirdi sözlerini. Devreye annem girdi. Ağla­yarak benim için endişelendiğini, başıma bir şey gelmesin­den korktuğunu söyledi. Oldukça zor durumdaydım. An­nemi, babamı kırmak istemiyordum, ama ortada bir hile, bir tezgah olduğunu seziyor, oyuna gelmek istemiyordum.

Evden ayrılmaya karar verdim. Kapıya vardığımda amcam girdi içeri. O, biraz daha ikna edici bir dil kullanma­ya özen gösteriyordu. Bana, yaptığı görüşmelerden, aracı­lardan, verilen ve daha verilecek paranın miktarından söz etti. Amcam her şeyi yaptığını, artık bundan fazla bir şeyin elinden gelemeyeceğini söyledi. Seçim bana kalmıştı. Ya ai­lemin çabasını önemseyecek, onlara güvenecektim, ya da hepsiyle ilişkimi koparacaktım. Tam bir ikileme düşmüş­tüm. Sürekli başka evlerde kalmak beni sıkmaya başlamış­tı. Acaba gerçekten dedikleri mümkün müydü? Annem devreye girdi yeniden. Her şeyi hazırladıklarını, beni evlen­direceklerini söyledi. Babam, arabanın anahtarından, am­cam ise yerii bir iş kurmaktan söz etti. Söyledikleri cazip şeylerdi. Ama ya arkadaşlarım? Ya süre gelen mücadele?., her şeylerim feda eden insanların yanında ben ne yapmış­tım ki? Ama amcam öyle düşünmüyordu. Bu badireyi atla-tıncaya kadar bir köşeye çekilmemi öneriyordu. İnancımı yine yaşayabileceğimi, yine ibadetlerimi yerine getirebilece­ğimi söylüyordu amcam.

İki arada bir derede kalmıştım. Yaşadığım hayatın be­ni sıkan şekli, cazip teklifler ve mazim... İçimden bir ses bana "Sen çok çektin. Bırak biraz da başkaları çeksin. Evlen­mek, çoluk-çocuğa karışmak senin de hakkın" diyordu. Ba­na mantıklı ve ikna edici geldi bu fikir. Öyle ya ibadetlerimi yine yapacaktım, yine dinimi öğrenmek ve öğretmek için çaba harcayacaktım. Bunun için ille de polisle kaçıp kova­lamaca oynamaya gerek yoktu. Zaten işler benim yoklu­ğumla kesintiye uğramayacaktı.

Söylediklerini yapmayı kabul ettim. Öyle çok sevindiler ki... bir an onca zamandır onları üzdüğüm için utan­maya başladım. Sabahleyin amcamla birlikte polis merkezi­ne gitmeye karar verdik. Böylece o gece evden ayrılmadım. Bir süre sustu Mesud. Yaşadıklarını anlatmaya de­vam edecekti, ama sıkıntılı bir yere gelmişti. Aynı anları yaşıyormuş gibi utanç ve kahır belirdi gözlerinde. Ev sahibi de aynı sıkıntılı atmosfere girmişti.

- Ertesi gün babam ve amcamla birlikte merkeze git­tik. Aracı olan şahsı bulup durumu izah ettiler. Adam, garip garip sırıtarak baktı bana. Sonra babam ile amcama geri dönmelerini, birkaç saat içinde beni de göndereceğini söy­ledi. Onlar giderken bir uykudan uyanır gibi oldum. Bu, bal gibi bir oyundu. Hepimizi kandırmışlardı.

Babam ile amcam gittikten on dakika kadar sonra iki kişi gelip beni bir araca bindirdiler. Daha araç birkaç yüz metre gitmemişti ki, biri arkadan gözlerimi bağladı. İçimde büyük bir pişmanlık vardı, ama iş işten geçmiş gibiydi. Ha­yıflanma bir fayda sağlamıyordu. İçimden "Keşke ölseydim de bunu kabul etmeseydim" diyordum.

Gözlerimi açtıklarında nerede olduğumu çabuk anla­dım. Bir işkence yeriydi. Birkaç kişi gelip başıma dikildi. Be­ni merkezden getiren, ön plandaydı ve sırıtmaya devam ediyordu.

- Evet, Mesud Bey! dedi. Nihayet görüşebildik. Bu yaptığımızı yanlış anlama. Prosedür işte.

Ben bir şey söylemedim. Bir dakika kadar bana baktı­lar. Konuşmamı bekliyorlardı, ama ben ne diyeceğimi bile­miyordum.

- Evet, başla, dedi aynı görevli.

- Neye başlayayım? dedim.

Kaşlarını çattı. Yüzünü yüzüme yaklaştırarak:

- Naz yapma, oğlum! diye bağırdı. Teslim olmayı sen istemedin mi?

Ben, bazı isimler söylememi istediğini sandım. Böyle bir şeyi asla yapmayacaktım.

- Amcamla anlaşmıştınız. İşte teslim oldum. Bir köşe­ye çekilip kimseye karışmayacağım- Daha ne istiyorsunuz?

Yakamdan tutup sarstı beni birkaç kez.

- Oğlum! Bak gözlerime, aptal birine benziyor mu­yum? Biz senden uyduruk-kıytırık bilgiler istemiyoruz. İşbirliği istiyoruz. Bizimle beraber çalışmanı istiyoruz. Senin gibi birini kolay kolay sokağa salar mıyız?

Tüylerim diken diken oldu. Şimdi söz ederken bile midem bulanıyor. Bunun adı ihanet idi.

- Hayır, dedim sesimi yükselterek. Anlaşmada bu yoktu.

Bir tokat çarptı yüzüme. Gözümde şimşekler çaktı. Sol kulağım uğuldadı bir süre. Sonra gülmeye başladı bana tokat atan. Beni işaret etti arkadaşlarına.

- İşlemlerini yapıp götürün. Bizim çocukların yanın­da kalsın.

Aradan iki saat geçmeden kendimi bir hücrede bul­dum. Beni bıraktıkları hücrede dört kişi daha vardı. "Bizim çocuklar" dedikleri işbirlikçilerdi. Benimle ilgili onlara bilgi vermişlerdi. Bir hafta boyunca beni ikna etmek için uğraştı­lar. Kabul ettiğim takdirde elde edeceğim imkanlardan söz ediyorlardı. Arada bir içlerinden bir veya ikisini sabah gö­türüyorlar, akşam geri getiriyorlardı. Ben onlardan uzak durmaya çalışıyordum.

Bir haftanın sonunda beni sorguya götürdüler. Bu kez oldukça sert davrandılar. Üç gün kaldım sorgu yerinde. En az dört- beş kez tekme-tokat dövdüler beni. Sonra yeniden hücreye bıraktılar.

Gözleri doldu Mesud'un. Boynunu bükmüş, iç geçiri­yordu. Etrafına bakındı bir an. Bir kâbustan uyanmış gibi açıldı yüzü. Ama hemen sonra geri döndü hatıralarına. Yü­zü ekşidi, gözleri büzüldü:

-İğrenç bir yerdi hücre. Sadece mekân için değil, oradakiler ve orada bulunma amaçları için iğrenç diyo­rum. İhanetlerle kararmış kalplerin her kötülüğe tevessül edebileceğine orada şahit oldum . İçlerindeki pislikleri, yaptıkları pislikleri birbirlerine anlatıyorlardı. Ölüm, da­ha güzeldi orda yaşamaktan. Evet, ölüm daha güzeldi. Günahkâr bir şekilde Rabbin katına gitmek zor bir şey ta­bi, ama ihanetlerle gitmek korkunç. İnsan hangi yüzle Al­lah'ın rahmetini umabilir, dileyebilir o cürümle. Evet, ölü­mü istedim, hem de Allah'a yakararak. Bu arada bana ya­naşmaya, beni kandırmaya çalışmaya devam ediyorlardı. İlkin fark etmediler, ama sonra namaz kıldığımı gördük­lerinde benden uzaklaştılar.

İki hafta sonra yeniden beni götürdüler sorguya. Bu kez iş, kaba dayakla kalmadı. İki gün boyunca işkence etti­ler. Gittikçe takatim tükeniyordu. Dışarıdaki arkadaşları­mın benden "hain" diye söz ettiklerini söylediler. Bu her şeyden daha fazla yaraladı beni. Babam ve amcama kızmı­yor, kendime kızıyordum. Öyle ya onlar kandırılmıştı, ama benim o oyuna gelmemem gerekirdi. Bazı şeyler gözümü kamaştırmıştı.

Beni ömür boyu zindanda tutmakla tehdit ediyorlar­dı. Ahiretimin gittiğini, bu arada dünyamın da gitmekte ol­duğunu görüyordum. Otuz yıl., dile kolay... "Eğer onlara bir-iki yıl yardımcı olursam en azından dünyam kurtula­cak." Benden çok fazla şey istemediklerini söylüyorlardı. Beni bazı yerlere yüzü kapalı götürecekler, ben tanıdıklara rastlarsam gerçek kimliklerini söyleyecektim. Sonra yeni bir yüz, yeni bir hayat., yeniden ibadetlerime dönebilir, tevbe ederek iyi bir Müslüman olabilirdim.

"Tamam" dedim. Kabul ettiğimi söyledim. Yalnızca bana birkaç gün daha müsaade etmelerini istedim. Hücreye geldiğimde iki gün boyunca ağladım. Beraber sı­kıntılara göğüs gerdiğimiz, beraber sevinip üzüldüğü­müz insanlara, kardeşlerime ihanet edecektim öyle mi? Eğer Öyle bir şey yapsaydım; ben artık kendfme insan gö­züyle bakamazdım. Hayır! Bilinçli bir ihaneti hangi tevbe temizleyebiHrdi ki?...

Beni tekrar sorguya çağırdıklarında her şeye kararlı­lıkla direnmeye karar vermiştim. Ancak sorgu yoktu. Bera­berimde birini daha çıkardılar. Arabadaki görevliler bir operasyondan söz ediyorlardı. Biz de onlara operasyonda yardımcı olacaktık(!) "Akıllı ol!" diyordu benimle gelen işbirlikçi. "Bu dünyada herkes kendini düşünüyor, biz de kendimizi düşünmeliyiz." Ters ters baktım ona. Tavrıma bir anlam vermedi ki başka şeyle ilgilenmeye başladı. Ap­tal herif! Kendini düşünen, kendi eliyle kendini cehenne­me atar mı? Öyle ya, onurunu kaybetmiş kişiler için bir­kaç günlük dünya hayatında kemikçi köpekliği yapmanın adı kendini düşünmek oluyordu...

Elimizi kelepçelememiş, gözümüzü bağlamamışlar­dı. Emniyetin bahçesine girince arabadan indirdiler bizi. Yanımdaki bu işi defalarca yaptığı için onlara güven vermişti. Ekibi toplamak için binaya girdiklerinde biz bahçede yalnız kalmıştık. Kapıdaki nöbetçiden başka etrafta kimse gözük­müyordu. Duvara baktım. Fazla yüksek değildi. Her şeyi göze alıp duvara doğru koştum. "Vururlarsa vursunlar" de­dim içimden. Ölüm daha güzeldir öyle bir yaşamdan.

Duvarı aştıktan sonra caddede biraz daha koştum. Önüme çıkan ilk sokağa daldım. Sonra yine koştum. On dakika kadar sağlı- sollu sokaklarda devam ettim koşuya. Sonra bir minibüse binip buraya geldim. Sen beni tanıyor­sun. Hakkımda ne düşündüğünü bilmiyorum, ama ölü­mü bir daha oraya dönmeye tercih edeceğimi bilmeni is­tiyorum.

- İyi ki buraya geldin, dedi ev sahibi. Kandırıldığını duymuştum. İyi ki buraya geldin.

Mesud, karşılık vermedi. Ev sahibi de ne diyeceğini bilmiyordu. Teselli mi etmeli, destek mi vermeli yoksa ken­di haline mi bırakmalıydı? Kararsızca baktı çevresine bir sü­re. Üçüncü şıkta karar kıldı.

- Ben, dedi ev sahibi. Yan odadayım. Bir ihtiyacın olursa çağır.

- Olur, dedi Mesud.

Kapının kapanma sesini duyduğunda Mesud da pen­cereye yöneldi yeniden. Sokağa, binalara, en sonunda göğe dikti bakışlarını. Beyaz bulutların parlaklığı ve hoş görün­tüsüyle kendinden geçti. Çocukluk hatıraları canlandı göz­lerinde. Arkadaşlıklar, oyunlar... masum bir gülümseme yayıldı yüzüne.

Art arda park eden araçların çıkardığı sesler, onu ko­pardı hayallerinden. İki otomobil bir minibüstü duran binanın önünde. Biraz dikkatle bakınca irkildi. Emniyetin sivil araçlarıydı. İnenlere dikkat etti. İkisi kendisini sorgulayan­lardı. Yanlarında elleri kelepçeli bir genç vardı.

Gözleri yuvalarından fırlayacakmış gibi iri iri açıldı Mesud'un. Ev sahibini çağırdı. Cevap alamayınca birkaç kez sertçe vurdu kapıya. Mesud'un rengi kaçmış, yüzüne bakınca anormal bir şeylerin vuku bulduğunu anladı ev sahibi.

- Ne oldu? dedi heyecanla.

- Geldiler, dedi Mesud. Beni almaya geldiler.

Hızla fiencereye koştu ev sahibi. Kelepçeli genci gö­rünce üzüntüyle başını salladı.

- Senin için değil, benim için gelmişler.*-İtiraz etti Mesud.

- Ama ben onları tanıyorum.

- Ben de kelepçeli genci tanıyorum, dedi ev sahibi. Mesud, yerinde duramıyordu.

- Arkada bir balkon daha yok mu?

- Ama üçüncü kattayız. Burası atlamak için çok yüksek.

- Bir bakalım!...

Hızla mutfağın balkonuna gittiler. Gerçekten de çok yüksekti. Henüz o bölgede kimse yoktu, ama atlayıp kaç­mak da çok zordu.

- Görüyorsun ki çok yüksek, dedi ev sahibi. Kararlılık kıvılcımları çaktı Mesud'un gözlerinde.

- Başka bir yol var mı?

Cevap vermedi ev sahibi. Başka bir yol olmadığım o da biliyordu. Ama beton zemine çakılmak demekti atlamak.

- Kötü olur, diyebildi.

- Ölümden fazlası var mı? dedi Mesud. Ölüm oraya gitmekten daha güzeldir.

Kapı hızlı hızlı çalınmaya başlandı. Kısa, ama gergin bir bakışma yaşandı iki kişi arasında.

Mesud, bir göz açıp kapama süresi içinde balkon par­maklığının diğer tarafına geçti.

- Hayır! diye bağırdı ev sahibi.

Boşluğa bıraktı kendini Mesud. Sert bir şekilde önce sağ ayağının sonra da sağ omzunun üzerine düştü. Sağ aya­ğında ve dizinde büyük bir ağrı hissetti.

Bir kurşun sesi duydu ev sahibi. Hemen sonra Me-sud'a doğru yürüyen eli tabancalı birini gördü. Demek her tarafı tutmuşlardı.

Kurşun, Mesud'un alnından bir parça alıp gitmişti. Mesud, kendisine doğru sırıtarak gelen adamı gördü. Onu tanımıştı. Öfkeyle baktı ona.

- Buraya kadarmış, dedi tabancalı adam, sırıtarak. Belli belirsiz bir gülümseme okundu Mesud'un göz­lerinde. Dudakları aralandı.

- Ölüm daha güzeldir... Ey Rabbim!...

Şiddetle çalman kapıya bakmadı ev sahibi. Açılmadı­ğını görünce tekmelemeye başlamışlardı. "Kırsınlar" dedi içinden. Mesud'un önce kıvranan sonra yavaş yavaş hare­ketsiz kalan bedenine baktı büyük bir kahırla. Kapı kırılır­ken tepkisiz bir yüzle seyretti sadece.

Ekleme Tarihi: 13.03.2008 - 15:54
Bu mesajı bildir   ebu_hanzala üyenin diğer mesajları ebu_hanzala`in Profili ebu_hanzala Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
ebu_hanzala su an offline ebu_hanzala  
hangisi daha zararlı???

395 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 26.12.2007
En Son On: 14.06.2008 - 17:49
Cinsiyeti: Erkek 
Hangisi Zararlı


Yine yorgun bir halde çıktım yatağımdan. Gece boyunca yastığımla boğuşmaktan bitap düşmüştüm. Sağ yanıma uzandım olmadı, sol yanıma uzandım yine olmadı. Kulağım, boynum ağrımaya başladığında, yastığı suçladım her zamanki gibi: Yeterince yumuşak değildi, ya da ne bile­yim işte alçaktı, genişti, yüksekti gibi izahlar... Oysa sabah olduğunda her zamanki gibi aklıselimle düşünüyor ve so­runun yastıktan değil de benim iflah olmaz iç diyaloglarım­dan kaynaklandığını buluyordum. Bazen kendimi kınıyor, kabre, yalnızlık mekânına bırakıldığımda taş yastıktan hiç de şikâyet edemeyeceğimi düşünüyordum.

Küçük aynama bir göz atınca saçlarıma birkaç tarak darbesi atmam gerektiği kanaatine vardım. Bezgin bir hal­de düzeltmeye çalıştım üzerimdeki elbiseleri. Saate baktım. On'a geliyordu. Havalar daha tam ısınmadan havalandır­maya çıkıp beş-on dakika volta atmam gerektiğini düşündüm. Hemen her gün sabah ve akşama doğru volta atmak için havalandırmaya çıkardım.

Havalandırmada sükûnet çekti dikkatimi. Böylesi daha çok hoşuma gidiyordu. Bir başıma yirmi beş metrelik mesafe­yi gidip gelirken yeşil teşbihimin taneleri parmaklarımın ara­sından kayıyordu. Yalnızken hızlı gidip geliyordum. Yanımda biri varken ya konuşmaya dalıyor yavaşlıyordum, ya da ya-nımdakinin hızına ayak uydurmak zorunda kalıyordum. Her iki durumda da doğal süreç kesintiye uğruyordu.

Bir çift gözü üzerimde hissedince içten gelen bir dür­tüyle bakma ihtiyacı hissettim. Evet, yanılmamıştım. Tam köşede, koğuşun havalandırma duvarıyla birleştiği nokta­da, sırtını yağmur suyu oluğuna dayamış halde bana bakı­yordu Osman. Ben de ona bakınca indirdi başını. Ben volta­ma devam ederken o, koğuşa doğru yürüdü.

Kırk yaşlarına yaklaşmıştı Osman. Ağaran saçların­dan çok kırışmış alnı ele veriyordu yaşını. Aslında ilk bakış­ta kırktan da fazla gösteriyordu. Okuma yazması olmayan, maddi durumu oldukça düşük, tam bir garibandı Osman. Dört çocuğunun karnını doyurabilmek için birçok ağır işe koşan, ama tevekkülünü hiçbir zaman kaybetmeyen kana­atkar biriydi. Dindar ve içtendi, ama neden yakalandığını bilmiyor, anlamıyordu. Yüzünde mazlumiyeti çizgi çizgi okumak mümkündü.

Bir kez Osman'a gördüğüm bir rüyayı anlatmıştım. Rüyada onunla beraber bir araca binmiş gidiyorduk. Ona rüyayı anlattığımda hayra yormuş, mahzun yüzü biraz ay­dınlanmıştı. Bu meselenin üzerinden iki hafta kadar geçmişti ki yine bir gece ranzaya çekilmiştim. Yatmaya hazırla­nıyordum. Ona "Sen yatmıyor musun?"diye sormuştum. Bükük boynuyla bir tutamak arar gibi bakmıştı etrafına. "Uykum yok" demişti. Kaygılar uyutmuyordu mazlumu. Bana "sen uyu ve güzel şeyler gör" demişti. Neden söz et­tiğini anlamamıştım ilkin. İzahat bekleyen bakışlarla bak­mıştım ona. "Hani geçen gece görmüştün ya" demişti. Je­tonum daha yeni düşmüştü. Zulme" lanet okuyarak çekil­miştim ranzama".

On dakikalık voltamı tamamladığıma kanaat getire­rek koğuşa döndüm. Yatağıma doğru giderken, Osman'ın ranzasının yânından geçtim. Osman, kendinden geçmiş elinde tuttuğu bir fotoğrafa bakıyordu. Ben selam verince toparlandı. Ranzasında yer açtı.

- Gel otur!

- Seni rahatsız etmeyeyim, dedim.

Gülümsedi. Kahverengi gözlerinde az da olsa bir se­vinç pırıltısı gördüm.

- Rahatsız olmam, dedi.

Elinde tuttuğu fotoğrafı kaldırmak üzereyken sor­dum.

- Çocukların mı?

Yüzü titredi. Alnındaki kırışıklar biraz daha belir-ginleşti

- Evet...

- Bakabilir miyim?

Uzattı fotoğrafı. Elbiselerinden, yüzlerinden mazlu-miyet akan dört çocuğun fotoğrafıydı. Ben fotoğrafa bakarken Osman, beni gözlüyordu.

- Bizi ne zaman bırakırlar?

Ne zor bir soru aman ya Rabbim! Bir kez daha lanet okudum zalimlere. Fotoğrafı uzattım.

- Bilmiyorum, dedim sadece.

"Keşke bilseydim. Keşke gücüm yetseydi de sana bi­raz teselli verebilseydim."

- Seni neyle suçluyorlar? diye sordum. -Bilmiyorum, dedi şaşkın bir yüzle.

Bir aylık bir şaşkınlığı yeniden nüksetmişti.

- Bana anlatmak ister misin?

İçli içli baktı yüzüme. Sanki o da birine açılmak isti­yor, ama çekiniyordu.

- Havalandırmaya çıkalım, dedi.

Ses çıkarmadan dediğini yaptım. İki küçük tabureyi alarak gölgelik bir yere oturduk. Birkaç dakika sessizliği dinledik. Sonra Osman bozdu sessizliği.

- Eve geldiklerinde gece iki civarıydı. Ne istediklerini sordum. Biri sertçe boynuma bastırıp beni yüzüstü yere ya­tırdı. Evde ne yaptıklarını bilmiyorum. Çünkü başımı kal­dırmama izin vermediler. Sabah ezanı okunurken beni ara­bayla nezarete götürdüler. Çok kişi vardı orda. Ben on kişi saydım bir hücrede. Onun gibi birkaç hücre daha varmış. Kimse kimseyle konuşmuyordu.

Akşama kadar kimse bizi sormadı. Yalnızca iki defa tuvalete çıktık. Öğlenleyin parası bizden olmak üzere ekmek ile bozuk domates verdiler. Geceleyin birer birer hüc~ redekileri götürdüler. Giden geri gelmiyordu. Biri sessizce gidenlerin başka hücreye götürüldüklerini söyledi. Çok kü­çük, bir kişinin içinde zorlukla oturabildiği kuyu gibi hüc­reler... Gözüm korktu.

Beni çağırdıklarında çok heyecanlandım. Aslında he­yecandan çok biraz korku biraz da meraktı benimki. Belki beni neden çağırdıklarını öğrenecektim.

Gözümü bağlayıp beni götürdüler. Biraz yürüdükten sonra biri omzumdan bastırarak:

- Otur! dedi bana.

- Yere mi? diye sordum.

- İstersen bir koltuk getirelim, dedi bir diğeri. Ben ci4di olduğunu sandım.

- İyi olur, dedim. Belki yer temiz değildir.

- Otur lan! diye bağırdı bir üçüncüsü.

Yere çömeldim önce. Sonra bağdaş kurup daha rahat oturdum.

- Şimdi, dedi bağıran kişi. Bize yardım edersen seni hemen evine geri göndeririz.

Sesi yumuşaktı bu kez. Bu adamlar ne istiyor arılamı­yordum. Benim gibi bir gariban onlara nasıl yardım edebi­lirdi ki?.. Bir "Lahavle" çektim içimden.

- Sanırım anlaştık, diye devam etti. Bize camiye ge­lenlerin ismini söyle! Aslında sen söylemezsen de biz zaten biliyoruz, ama senin doğru söyleyip söylemediğini kontrol edeceğiz.

Allah Allah... ne diyor bunlar yahu... Camiye gelen­leri öğrenip de ne yapacaklar? "Ya sabır" dedim bu kez.

- Tamam söyleyeyim. Hacı Abdulkadir, Hacı Süleyman, Sofi İsmail, Tablacı Cemal...

Bir tokat patladı yüzüme. Gözlerimden kıvılcımlar çaktı, kulaklarım uğuldadı. Sonra bağırmaya başladı. Art arda pis küfürler sıraladı. Biraz durduktan sonra yine bağı­rarak sordu:

- Beni bir daha keriz yerine koyma ulan. Şimdi söyle! Camiye niçin gidiyorsun?

- Namaz kılmak için...

- Başka?!

- Vaaz dinlemek için...

- Ne gibi vaazlar?!

- Namaz- abdest hakkında, peygamberimizin hayatı hakkında vaazlar...

- Peki, kim veriyor bu vaazları?

Şimdi anladım. Bunlar benden Kur'an dersi veren gençlerin ismini istiyorlar. İşte bu olmaz.

- Bilmiyorum, dedim.

Bir tokat daha ve bir daha... Ani ve nerden geldiği belli olmayan tokatlar insanı mahvediyor. Daha kaç tokat yiyeceğim kim bilir...

Biri kulağıma yanaştı. Alıp-verdiği nefesleri duyu­yordum- Kulağımı patlatırcasma bağırmaya başladı. Arada bir ağza alınmayacak küfürler savuruyordu.

- Ne demek bilmiyorum ulan! Kimi kandırıyorsun? Seslerden dört-beş kişi olduklarını tahmin ediyordum.

- Bak, dedi sesini yumuşatarak. Biz seninle ilgili her şeyi biliyoruz. Yaşını, nerde askerlik yaptığını, kaç çocuğun olduğunu, onların isimlerini, son beş yılda hangi işlerde çalıştığmı.... Biz tüm bunları nerden biliyoruz? Elimizde se­ninle ilgili çok şey var. O yüzden bizi kandırmaya kalkışma! Tamam mı?

- Ama, diye itiraz ettim. Bunların tümünü beni bura­ya getiren kişiye anlatmıştım zaten.

- Sen akıllanmayacaksın. İlle de "bana işkence yapın" diyorsun. Madem ki o kadar istiyorsun, sen bilirsin. Şimdi kalk ayağa!

Ayağa kalktım. Aralarında konuşuyorlardı. Biri di­ğerlerine emrediyordu. Beni su sesi gelen bir yere götür­düler.

- Elbiselerini çıkar! dedi biri.

Sesi korkutucuydu. Elbiselerimi hemen çıkarmaya başladım. Gömlek ve atletimi çıkardım ilkin* İçimden "Herhalde şimdi beni kırbaçlayacaklar" diye geçiriyordum.

- Alttakileri de çıkar!

" Bunlann niyetleri kötü. Bana çok kızmışlar anlaşı­lan." Pantolonu da çıkarıp beklemeye başladım. Üzerimde sadece don kalmıştı. Çok utanıyordum.

-Kalanı da çıkar! Üzerinde hiçbir şey kalmasın!

"Herhalde şaka yapıyor" diye düşündüm. Dizimin altına sert bir darbe indiğinde şaka yapmadığını anladım. Ama bunlar deli miydi ki, üzerimdeki her şeyi çıkarmamı istiyorlardı? Niyetleri neydi? "Dövecekîerse dövsünler, ama neden elbiselerimi çıkarmamı istiyorlar?"

İkinci bir darbe daha gelmeden alttakini de çıkardım. Gürültülü bir müzik sesiyle beraber bir şeyin karnımı kestiğini hissettim. Elimi .attığımda elim ıslandı. Bu kan olamazdı, çünkü karnımda bir yara yoktu. Sonra hayalarımda ve yüzümde aynı acıyı duydum. Su idi. Evet, tazyikli suyla be­ni dövüyorlardı. Ellerimi, hayalarımı korumak için aşağı in­dirdiğimde suyu yüzüme tutuyorlar, ellerimi yukarı kaldır­dığımda suyu aşağı tutuyorlardı. Karnıma, dizlerime, omuzlarıma, kısaca nereyi açıkta bulsalar oraya tutuyorlar­dı. Suyu kestiklerinde her tarafım sızlıyordu. Beni daha ön­ce oturduğum yere götürdüler. Aynı sesler bana yine bağı­rıp çağırmaya başladılar. Üzerimde hiç elbise yoktu. O hal­de oturttular beni.

- Evet! diye bağırdı biri. Devam edelim mi yoksa bize söyleyeceğin bir şeyler var mı?

- Size ne söyleyeyim?

- Sana camiye gitmeni söyleyen kişiyi...

- Bana camiye gitmemi rahmetli dedem söylerdi her zaman.

Art arda iki tokat... Yine çok kızmışlardı.

- Komutanım, dedi biri. Anlaşmaya çalışmanın bir faydası yok. Bizi enayi yerine koyuyor. Onu bana teslim et.

- Biraz daha bekle! Dosyasını getirin de ona bazı şey­ler hatırlatalım.

"Ne dosyası? Bunlar neden söz ediyor." Kafam karı­şıyordu.

- Eveeet... dosyan da epey kabankrnış. Bir, iki, üç... hım... tam on beş sayfa. Şuradan bir sayfa çıkaralım. Baka­lım buna ne diyeceksin.

Kısa bir sessizlik oldu. Sayfa hışırtılarını duyuyor­dum. Sorgulayanlardan birisi iyice yaklaştı bana.

- "Bir amcam MTTB'de görevliydi" demişsin. Buna ne diyeceksin?

Ben mi yanlış anladım, yoksa o mu yanlış söyledi? Ben bunu kime demişim? İtiraz ettim.

- Üç amcam var. Hiç biri de PTT'de çalışmıyor. İkisi çiftçi biri de esnaftır.

Yüzüme sağlı-sollu çok sayıda darbe indi. Bu kez to­kat değil yumruk atıyorlardı. Sırt üstü yere düşmüştüm. Yerde de bir süre beni tekmelediler. Çok acımasızdılar. Tek­melerin nereye rast geldiği hiç önemli değildi onlar için.

- Yeter! diye bağırdı soruları soran. Yatırın onu. Anla­yacağı dilden konuşalım.

Beni yatırdılar. Her tarafım ıslaktı. Korkuyla bekle-meye başladım.

Osman, sustu bir süre. Ben de onun gibi gergindim. Yüzünü kaçırdı benden. O anı yeniden yaşıyormuş gibiydi.

- Ceryanı o zaman tanıdım, diye devam etti. Bilmeyen yok, o yüzden anlatmaya gerek de yok. Ne ka­dar devam etti bilmiyorum, ama durduklarında perişan bir haldeydim.

- Bir daha ıslatın, diye emir verdi soruları soran.

Beni götürüp yeniden ıslattılar. Az öncesini ve düşün­celerimi hatırladım ve gülmek geçti içimden. Ben suyu iş­kence sanmıştım ilkin. İkinci gidişimde suyun beni rahatlat­tığını fark ettim. Evet yine acıtıyordu, ama içimdeki yanma biraz azalır gibi oluyordu.

Eski yerimdeydim. Yine oturttular beni. Tokatm nereden geleceği belli olmadığı için kendimi her an hazır tutmalıydım.

- Devam edelim mi?...

Konuşmak istedim, olmadı. Ağzımı açtım ama keli­meler çıkmamak için direniyordu sanki.

-Siz bilirsiniz...

Aman Allah'ım! Bu boğuk, bu bitkin ses benim se­sim miydi? Bedenimi kendime yabancı hissettim. Ne yapmışlardı bana?

- Amcalarını geçtik, dedi yumuşak bir ses. O mesele­ler eskide kaldığı için unutmuş olabilirsin. Ama bak burada ne demişsin. "Askeri kanattan akrabalarım var." Şimdi söy­le bize, kimdir bu akrabaların?

Neden bahsettiğini anlamıyordum. Yine garip şeyler söylüyordu. Askerin kanadı, kanatlı asker, kanatlı akraba, akraba asker... bunların hiçbiri uymuyordu gerçeğe. Yoksa bunlar cinler miydi? Belki de bu yaşadığım bir rüyaydı ve rüyada cinler beni sorguluyordu. Öyle ya onların yüzünü görmüyordum. Hemen a'tım bu düşünceyi kafamdan. Beni getirirlerken onların bir kısmını görmüştüm. Basbayağı in­sana benziyorlardı. Üstelik silahları ve arabaları da vardı.

Bir şeyler söylemem ve bu arada tokatlara da hazır­lıklı olmam gerekiyordu. Ama ne diyecektim şimdi? Doğru söylersem kızıyorlar, yalan söylersem... ne söyleyebilirim ki? En iyisi alttan almak galiba.

- Valla komutanım, ben hayatımda hiç kanatlı asker görmedim. Hiçbir akrabamda da asker kanadı yok. Belki başka bir şeyin, büyük bir kuşun kanadını görmüşler de if­tira edip size öyle söylemişler.

Kısa bir sessizlik oldu. Hayret! Tokatlar inmedi bu kez. Pis küfürler etti soruları soran. Beni götürmesini söyle­di birine.

Beni götüren önce gözlerimi açtı. Arkaya bakma­dan elbiselerimi giymemi söyledi. Yine gözlerimi bağla­dıktan sonra beni hücreye bıraktı. Tam gidecekti ki, onu durdurdum.

- Su içmek istiyorum, dedim., -Olmaz/dedi.

- Ama çök susadım, içim yanıyor.

- Olmaz diyorum sana! Su içmek zararlıdır.

Ne diyordu bu? Kan beynime sıçradı. Bunca şey­den sonra...

- Niye, ceryan zararlı değil mi onu veriyorsunuz?

Şaşırmış kalmıştı. Hiçbir şey söylemeden beni hüc­reye bırakıp gitti. Saatlerce su içmeme izin vermediler. Zararlıymış...

Birkaç gün sonra beni birkaç kişiyle beraber adliyeye götürdüler. Bir odaya girmemi söylediler. İçerde masanın arkasında çok sert bakan biri oturuyordu. Adımı soyadımı söyledi. Sonra ayağa kalktı.

- Emniyette "Size ifade vermiyorum" demişsin, dedi, dişlerinin arasından.

Ben yine anlamamıştım.

- Efendim, dedim. Ben...

- Tamam tamam, diyerek sözü ağzıma tıkadı. Çık dışarı.

Çıktım ve beni buraya getirdiler.

Son sözlerini söyledikten sonra yine başını eğdi Os­man. Anlatacakları bitmişti. Elimi omzuna bıraktım.

- Sen mazlum birisin, dedim. Allah'u Teala çektikleri­ni günahlarına kefaret kılsın. Allah'ın yanında hiç bir şey kaybolmaz.

Kafasını iki yana salladı birkaç kez. Müsaade isteyip kalktı. Koğuşa doğru yürüdü. Ben onun ardından bakarken onun sözlerini tekrarlıyordum: "Ceryan zararlı değil mi onu veriyorsunuz?"...

Ekleme Tarihi: 13.03.2008 - 15:55
Bu mesajı bildir   ebu_hanzala üyenin diğer mesajları ebu_hanzala`in Profili ebu_hanzala Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
ebu_hanzala su an offline ebu_hanzala  
Diriler Kabri (Günlük'ten)

395 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 26.12.2007
En Son On: 14.06.2008 - 17:49
Cinsiyeti: Erkek 
Tarih bilmem kaç. Ne önemi var ki tarihin? Bu kaç gündür zindanda bir zindan yaşıyorum. Gece ve gündüz birbirine karışıyor. Hücrede zaten ışık yok, koridordaki lamba da kapatıldığında iyice kararıyor çevrem. Dışarıda güneş mi çıkmış, dünya aydmlıkmış, ben bilmiyorum. Lüt­fedip ampulleri yaktıklarında gece olduğunu anlıyorum. Aslında saatim de var, ama saat bunun için değil herhalde. Ben bir müslümanım ve sırf namaz vakitleri için bile olsa zamanı izlemekle yükümlüyüm, ama sanırım bu gece ve gündüzü kapsamıyor. Gece ve gündüz için saate bakmak gerekmiyor. Acaba şair "Zamanı saatlerine bakarak anlıyor­lar" derken modernitenin harcadığı yaşamlar karşısında in­sanın çaresizliğini mi anlatmak istiyordu?

" Gün ortasında karanlık"ı hatırlıyorum bir an. Yıllar geçti üzerinden o romanı okuyalı. Rubaşov da dar bir hüc­rede geçirmişti günlerini. Gün ortasında karanlık tabiri hüc­re için mi kullanılmıştı yoksa ideolojideki göreceli sapma­nın tanımı mıydı, tam hatırlamıyorum. Günün ortasmda bir karanlık yaşıyorum ve bu isim hücremin ortamını çok güzel tanımlıyor. Rubaşov, çocuklarını yemeye başlayan bir dev­rimin kurbanlarındandı. Sahi kurban kelimesi neden bu ka­dar yavanlaştınldı? Kurban sadece feda etmek değil bazen feda olmayı bilmektir. En iyisi ilk fırsatta yine Şeriati'ye baş­vurmak. Feda olmayı bilen biri, feda olmayı tabii ki daha iyi anlatır.

İki, iki, iki... en, boy, yükseklik... dar, karanlık, boğu­cu. Tavana ve yere monteli sağlam demir bir ranza. Ranza­nın üzerinde bir yatak... yoksa başka bir şey mi desem? Evet bir sünger yatak... üzerinde mavi renkte olduğunu tahmin ettiğim kirli bir örtü var. Rengini tahmin ediyorum, çünkü yıllardır yıkanmadığı için yer yer soluk bir kahveren­gine dönmüş. Süngerin üçte biri açıkta... ismi yatak... ona da şükür. Ya çıplak ranzayla baş başa kalsaydım?...

Kaygılar, hüzünler ağrılara dönüşüp yer buluyor ba­şımda. Bölünüyor düşüncelerim. Ufuksuz mekânda gerçek­lerden kopmak, hayal denizlerine dalmak istiyorum. Ku­lakların ihanetine uğruyorum hemen. Açılan bir asma kilit ve gürültülü sürgü mekanizması bir köpek balığına dönü­şüp hayâl denizindeki gezimi bir anda kâbusa çeviriyor.

Kafamı parmaklığa dayadım. Parmaklık diyorum, ama üç tarafı duvar olan bir kafes de denebilir. Çünkü par­maklıklar yerden tavana, duvardan duvara uzanıyor. Geri­ye dönmek, hücreye bakmak istemiyorum. Parmaklığa böy­le tutunmak içten içe yaralıyor beni, ama yapacak başka bir şey yok. Hücre, belki de aylardır yıkanmamış. İçerde akma­yan bir çeşme var. Bu arada hücrenin iki bölümden oluştuğunu söylemeliyim. Duvar dibinde parmaklığa dönük ola­rak yerleştirilen ranza boyu kadar olan kısım hücrenin bi­rinci bölümü. Ranza boyundan sonra bir metre uzunluğun­da bir metre yüksekliğinde bir ara duvar... böylece ikiye bölünmüş hücre. Her ne kadar kafeslerin arkasındaki hay­vanlar gibi görülüyorsak da yüreklerinden taşan yüce insa­nı değerlerin(l) bir tezahürü olarak lütfedip tuvaleti ayır­mışlar. Gidip baktım. Karanlıkta, gözüm alışmcaya kadar bir süre bekledim. Akmayan bir çeşme de orda var. Ha bir de yerde bir delile... Sanırım tuvalet bu olmalı...

Boşluk dolduruyor zihnimde boş kalan bölgeleri. Boşlukta savruluyorum. Mazi rüzgârları bazen serin anlar taşıyorlar yanıma bu Ağustos sıcağında. Kesik kesik ve boş­luklar... bir keskin "ah" kopuyor ta içimden istem dışı. Bir bahar sağanağı şeklinde üzerime saldıran duyguların ara­sından sözler süzüyorum kanayan yanlarım için. Evet, boş­lukları doldurmak gerekir sevgilerle. Feda olmayı bilmek tüm acı ve zorluklara rağmen. Yaşamın boşlukları dolmaz-sa hannasa gün doğar. Oysa yaşam boyunca takva azığını yüklenmeyi emrediyor yüce Rabbim. Boşluksuz bir hayat, boşluksuz bir yürüyüş... her an direniş, her an mücadele... Boşlukları doldurmanın mücadelesini veren Fanon'un yolu ta Cezayir'e kadar gitmişti. Buna karşılık modernitenin do­ğurduğu yalnızlıklar ve ıstıraplarla Pavesa'nın hasta ruhu yaşamayı bir uğraşı olarak tarif ediyordu.

Parmaklığın yere yakın kısmında küçük bir boşluk var. Yemeği oradan uzatıyorlar. Kendini aşağılanmış hissediyorsun. Sanki bir çöküntü oluşturup, boyun eğdirmek, inandığına, acılarına, özlemlerine, sevgilerine pişman ettir­mek istiyorlar. Zaten resmiyetin soğuk ve çatık kaşlı yüzü de iki gün önce burayı "tedip yeri" diye tarif etmişti. Bura-' lan yaparken psikologlardan ve sanatçılardan da faydalan­mış olabilirler. Onlar insanı ruhen öldürmeyi daha iyi bili­yorlar ya. İspanya iç savasında ünlü bazı ressamların zin­danlarda yaptıkları çizimlerle mahpuslara psikolojik işken­ce yapıldığını okumuştum bir zamanlar.

Hücre kokuyor ve benim başım ağrıyor bu iğrenç ko­kudan. Su yok ve suyun olmadığı yerde temizlik yok, hayat yok. Çökük, kırık, harap bir haldeyim ve temiz bir soluk arıyor ciğerlerim. Saymaya geliyor resmi üniformalılar. Sa­dece bir rakam, birkaç numara olduğunu hatırlatıyorlar günde iki sefer. Suyun akmadığını söylüyorum. Kaşlarını çatıp ters ters bakıyor görevli. Tiksintiyle süzüyor hücreyi. Sonra suyun kendisini ilgilendirmediğini söylüyor. Kimi il­gilendirdiğini soruyorum. "Bir dilekçe yaz" diyor.

Bir sigaraya, bir saate, bir de ajandaya bakıyorum. Adına "Müşahede" dedikleri bu iğrenç hücrede hüzün ve özlemlerimi döküyorum kalemimle. Okumak için sadece kutlu kitap var. O da üç hücre arasında dolaşıyor.

Ezan okunuyor. Bir serin rüzgar esiyor sanki. Yakan bir sesten yanık bir ciğerin kokusu yayılıyor. Çevremdeki her şey bu terennüme eşlik ediyor sanki. Demir ve duvarın hiçkınrlarını duyar gibi oluyorum. Belki bu sözleri tasdik ederken kendinden geçen başkaları da vardır ama, ben gözümdeki perdelerden, kulağımdaki ağırlıklardan dolayı yalnızca demir ve betonu görüyorum. Oysa biliyorum nice latif kulaklar bu yüceltme ve şehadetin cezbesine kapılmış, kendinden geçmiştir.

Alİah büyüktür, Allah en büyüktür! Tufanlar, nemrut ateşleri, Kızıldenizler, Ebrehe orduları... kendine, gücüne, sanatına bakıp kendini bir şey sanan zalim ve müstekbir-ler... Allah büyüktür, Allah en büyüktür! Ve Şehadet ede­rim ki Allah'tan başka ilah yoktur! Şehadet ettim, Şehadet ediyorum ve Şehadet edeceğim. Bu. bir ahd, bir sözdür. Elest bezmine dönüş, insanın kendisiyle barışması, kendini, Rabbini ve iblisi tanımasıdır. Ben, Rabbin halifeliği yükünü şerefle taşıyarak evrendeki tüm zihayat ve cemadatla bera­ber haykmyorum ve Şehadet ediyorum ki Allah'tan başka ilah yoktur. Ey kovulmuş iblis, defol!

Yer yer boyası dökülmüş duvara dönüyorum. Al­lah'ın adıyla... Yatağa değdirdiğim elimi, yüzüme ve kolla­nma sürüyorum. Allah'a şükür... Bu belki bedeni temizliğe etki etmiyor, ama ruhu arındırıyor kirden pastan. Bir zırh oluyor hannasm iğvasına karşı. Bir huzurun ılıklığı yayılı­yor içime. Evet, burası zindan. Yunus'un balığın karnındaki mescidi, Yusuf un kuyusu, Hubeybin hücresi... Hangisi? Biri mi yoksa hepsi mi?

Her neyse... Şimdi sığınma, tevbe tutamağına yapı­şarak içten yönelme, bağlardan uzaklaşma zamanı. Şimdi şu dar hücrede Şehid Şeraiti'nin yolunu takip ederek nama­zın selamıyla ortalığı şenlendirme zamanı...Şehid öğret­men, hücrede kendisini yalnızlığa mahkûm edenlere namazın selamıyla müthiş bir cevap vermişti. Ve ben diğer Yusuf dostlarını, Bediüzzaman'ı Seyyid Kutub'u da çağırıyorum.

Kıbleyi biliyorum. Onu gelir gelmez diğer hücrelerle tartışarak tespit ettik. Temiz bir gömlek seriyorum kirli yatağın üzerine. Secde yeri biraz sert olmalı. Bunun için ajan­damı kullanıyorum.

Namazı bitirip duaya duruyorum. "Aslında çok fazla şey söylemene gerek yok" diye fısıldıyor iblis. Evet her şeyin ortada olduğunu ben de biliyorum, ama her fırsatta kul­luk ve acizliğimi izhar etmeliyim. Her şeyi ayrıntısıyla söz­cüklere döküyorum. İçimdeki tüm hüzün, acı, özlem ve di­leklerimi, yani yüreğimi açıyorum Rabbime ve onun mağfi­retini talep ediyorum.

Bir ses bölüyor sessizliği ve dualarımı. Dikkat kesili­yorum. Sağ yandaki hücreden ismimle çağrılıyorum. Parmaklığa yaklaştığımda müjdeyi alıyorum: Onun suyu akı-yormuş. Bir pet şişeyi alıyorum sevinçle. Komşuya teşek­kür, Allah'a şükür...

Yanık nağmeler yayılıyor üst kattaki hücrelerin birin­den. Acıyı, sevgiyi, inanç ve yiğitlikle harmanlayan coğrafyamın dağlarından bir bahar rüzgârı eser gibi oluyor he­men yanı başımda. Dikkatle dinliyorum nağmeleri. Biter bitmez yüksek sesle teşekkürlerimi iletiyorum.

Saat gece on ikiye doğru gelirken en az üçte ikisi do­lu olan dört katlı, kırk sekiz hücreli müşahedenin sesi solu­ğu kesiliyor. Ortalığı ölüm sessizliği kaplıyor. İnsan kendini mezarda hissediyor bazen. Birebir örtüşmese de yakın bir durum. Ölü, bir kalabalık tarafından getirilir. Mezar kazılıp hazırlandıktan sonra cenaze içine yerleştirilir. Üstü örtülür.

Dualar, yasinler okunur. Sonra yavaş yavaş terk edilir me­zarlık. Son kişi de ayrıldıktan sonra yalnız kalır ölü. İşte şimdi ben de yalnızım. Şimdi muhasebe zamanı mı? Evet evet, defterlerin kapanacağı, hazır bekleyen gözcülerin işle­rinin sona ereceği zaman gelmezden önce sık sık muhasebe yapmak gerekir. İşte ben kabirden önce girdim kabre. Kab­ri düşünüp hazırlıklı olmak gerekir...

Kabirde yaşamaya alışmak ya da alışmaya, çalış­mak... Alışmak zor, ama gerekli. Burası, yaşarken her şey­den koparılmak ve diri diri ölümü kabullenme yeri... Evet burası DİRİLER KABRİ'dir. Bu tanımı zindanı kendisine teklif edilen çirkefe tercih eden Hz. Yusuf yapmıştı. Zindan­da ölümün kucağına düşenlere bir muvahhid olarak sonsuz yaşamda mutlu olabilmenin yolunu göstermişti. Zindan­dan ayrılırken kapıya şöyle yazdığı söylenir Hz. Yusuf un: "Burası belalar konağı, DİRİLER KABRİ, düşmanları sevindiren hakiki dostlar edinme yeridir.." DİRİLER KABRİ'nde ölümü öldüren tüm Yusuf dostlarına selam ol­sun!

Ekleme Tarihi: 13.03.2008 - 15:57
Bu mesajı bildir   ebu_hanzala üyenin diğer mesajları ebu_hanzala`in Profili ebu_hanzala Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
ebu_hanzala su an offline ebu_hanzala  
Ayak Sesleri

395 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 26.12.2007
En Son On: 14.06.2008 - 17:49
Cinsiyeti: Erkek 
Yutkunmaya çalıştı, ama başaramadı. Boğazı şiştiği için mi yoksa yutkunacak gücü bulamadığından mı başara­madığını anlayamadı. Ortada bir gerçek vardı; yutkunamı-yordu. Kan kokan nefesi, onu tiksindirdi. Acı, buruk, kırık bir gülümseme belirdi yüzünde. Yüz kasları bir tik'i çağrış­tıran ani birkaç hareket yaptı. Gözleri aralandı.

"Kaç saat geçti" diye sordu içinden. Üzerinde hiç el­bise olmadığı halde kaç gün geçmişti, bilmiyordu. Ama şu­nu biliyordu ki, günler, geceler geçmişti. Aslında bundan da şüpheliydi. Bazen dakikaların günler kadar uzadığı anlar olurdu ya, işte onlardan çokça yaşamıştı. Bitmek bilmeyen anlar... acıların üst üste bindiği, insanın kendini salyalarını akıtıp keskin dişlerini gösteren aç kurtlar arasında, yalnız, küçücük bir kuzu gibi hissettiği anlar...

Başını sağa-sola çevirip hücreyi görmek istedi. Loş ışıkta çevreyi iyi bir şekilde görmeye imkan yoktu. Zaten kendisi de öyle alıcı gözle bakma niyetinde değildi. Biraz merak, biraz istem dışı bir davranış, biraz da bilinç altı kor­kularından emin olma isteği...

Doğrulmak istedi, başaramadı. Uzun bir aradan sonra kollarını hissetmeye başlamıştı, ama hala kullanamıyor­du. Kolları baştan başa iğneleniyor gibiydi, ama o, bundan rahatsızlık duymuyordu. Aksine kollarının canlanmaya başladığım hissettiği için- tam olarak tanımlayamadığı- bu­ruk bir sevinci yaşıyordu da denebilirdi.

Elini hareket ettirmek istediğinde bu, acılarının art­masına sebep oldu. Kollarına, omuzlarına batan iğnelerin boyu uzamış ve kalınlığı artmıştı sanki. Birkaç gün önce-ya-ni daha kollan askıda bu hale gelmeden Önce- yine bu acıları tatmıştı. Ahcak o zaman bu şiddette değildi acıları. Be­lirli aralıklarla hassas yerlere elektrik verilmiş ve bu, onu ol­dukça yıpratmıştı. Her tarafı kurumuştu sanki. Ciğerlerin­deki yanmayı durdurmak için su içmek istemiş, izin veril­memişti. Kapıya bağlanmış ve saatlerce öyle kalmıştı. Bir­kaç saniyelik uykular ve upuzun rüyalar... baharlar, yem­yeşil bahçeler, pınarlar, şelâleler.... Birkaç saat sonra gözün­deki bezi yukarı doğru kaldırmıştı. Karşısında bir bank gör­müş ve onun altında, içinde su bulunan bir pet şişeye iliş-mişti gözleri. Etrafa iyice kulak kabartmış, hiçbir ses duy­mayınca peti almak için harekete geçmişti. Bileğinde artan acıya aldırmadan ayaklarını kullanarak bankın altındaki pet şişeyi yanma çekmişti. Peti ellerine ulaştırması daha da zor ve zahmetli olmuş, ama sonunda onu da başarmıştı. Su­suzluğunu gidereceği için sevinmiş, ama kapağı açıp birkaç yudum içtiğinde bütün vücuduna iğnelerin battığını san­mış, bağırmamak için kendini zor tutmuştu. Aslında bağır­maya çalışsa da sesinin çıkacağı meçhuldü. Vücudunun her yerine batan iğneler, uzun süre çalıştıktan sonra yavaş yayerine batan iğneler, uzun süre çalıştıktan sonra yavaş ya­vaş sırtına doğru kaymışlar, orda da işlerini bir süre daha devam ettirdikten sonra durmuşlardı.

Elbiselerine baktı bezgin, bıkkın bir halde. Giyinip gi­yinmeme konusunda tereddütlüydü. Aslında giyinmeye güç yetirebileceğinden de şüpheliydi. Bütün enerjisini orta­ya koyup giyinse ve hemen ardından yeni bir seans için gel­seler.... Gelirlerse gelsinler, elbiselerini çıkaracak gücü yok­tu. Varsın karga-tulumba götürüp elbiselerini çıkarsınlar... Gülme isteği geçti içinden. Daha elbiselerini giymemiş, na­sıl çıkaracaklarını düşünüyordu.

Bir soru kurcalamaya başladı zihnini. Acaba daha başka ne usulleri vardı? Ne türlü acılar çekecekti. Vücudun­da bir gerilme, başında bir dönme hissetti. Daha ne kadar tahammül edebilecekti? Vücudu neden bu kadar dirençliydi? Neden artık uçup gitmiyordu can kuşu?

"Acaba annem ne yapıyor" diye geçirdi içinden. "Şim­di durmadan ağlıyordun" Babası için aynı şeyleri söyleyemezdi. Aslında biraz beklemiyor, biraz da yakıştıramıyordu babasına ağlamayı. Ama anne... "Seni özledim anne" dedi içinden. Gözleri doldu. Bir an küçük bir çocuk olduğunu, ba­şını annesinin dizine bıraktığını düşündü. Anne; sevgiydi, şefkatti, korumaydı. Her şeydi, her şeydi anne...

Yüz üstü döndü. Dizlerini yavaş yavaş kendisine doğ­ru çekerek bir süre toparlanmaya çalıştı. Bütün gücünü toplayıp yavaşça doğruldu. Oturma pozisyonuna gelince başı­nın sol yan tarafında feci bir ağrı duymaya başladı. Ağrı git­tikçe şiddetlendi. Gayri ihtiyari ağzından birkaç inilti döküldü. Yine uzanmayı düşündü bir an; ama hemen vazgeçti. Doğrulmak için harcadığı bunca çabadan sonra... Dizlerini ileri doğru hareket ettirerek yarım metre kadar ilerledi. Sırtı­nı duvara dayadı. Başındaki şiddetli ağrı azalmaya başladı.

Tıkırtılar duydu. Neydi acaba? Ayak sesleri... Bütün vücudu gerildi. Bu yeni bir işkence seansı demekti. Bedenin­den bir şeylerin yavaş yavaş çekildiğini hissetti. Gücü, diren­ci tükeniyordu. Yeni bir yöntem... Yeni acılar... Küçüldüğü­nü büzüldüğünü hissetti. Çaresizce baktı çevresine. Ağlama isteği duydu bir an, ama ağlamadı.

Tıkırtılar azalmaya başladı. Ayak sesleri uzaklaşıyor-du. Derin bir soluk aldı. Şimdilik bir şey yok gibiydi. Ya biraz sonra... Neler yaşayacaktı, kim bilir? İşkenceciler işlerini iyi öğrenmişlerdi. Ne kadar acı verirse versin aynı usulü devam ettirmek bir fayda sağlamıyordu onlar için. İnsan bir süre sonra alışabiliyor, acılar önemini kaybedebiliyordu.

"Şimdi bir dağ başında olmak vardı" dedi içinden. Çi­çekler, ağaçlar, kuş cıvıltıları... Temiz havayla ürperen ciğer­ler, özgürlüğün ufuk açıcı mavi tablosunun baştan çıkarıcılı-"ğı karşısında kendinden geçme... "Ah, temiz birkaç soluk" diye mırıldandı.

Yine ayak sesleri... Bir kara buluttan yayılan tüyler ür­pertici kahkahalar karşısında çöküş... Bir gök gürültüsü ve kaçışan kuşlar... bir acımasız sağanak ve toprakların ve çi­çeklerin ve ağaçlann kayıp gitmesi... Kupkuru kayalığa dö­nüşen bir dağ başında, karanlık bir gecenin bağrında, çare­sizliğin keskin feryatlarıyla baş başa kalmak...

"Artık yeter!" diye inledi. "Gücüm tükendi ey Rabbim!" Sesi, takati, adımlan, umutlan tükenmişti, ya da öyle hissediyordu. Öyle ya, bir tükeniş başka nasıl olabilirdi ki?.. İnsanlar, biraz daha yaşayabilmek için onca çaba harcayıp, onca didinirken, kendisi ölüm meleğinin "merhaba" demesi­ne can atıyordu. Tükeniş bu olmalıydı.

Kollarını birkaç kez kaldınp indirdi. Omuzlarına dün­yanın yükü binmesine, kollarına yüzlerce iğne batmasına rağmen; bir haz duydu hareketlerinden. Ama hemen sonra ağlama isteği geçti içinden. Sapasağlam kollan, öyle bir hale gelmişti ki, şimdi azıcık hareket ettirebildiğinde seviniyordu. Zalimlere lanet etti.

Yine ayak sesleri... Bir an gerildi vücudu. Az öncesini hatırladı sonra. Sesler birazdan sönerdi yine. Sonu "Of"la bi­ten derin bir soluk aldı, verdi. Ama hayır!... ayak sesleri yak­laşıyordu. Vücudu gerildi yeniden. Alnında bir kanncalan-ma hissetti. Gözlerini büzmesine yol açacak şiddette bir ağrı dolaştı başında. İçinde sessiz bir isyanın çığlıkları birbirini ta­kip etti. Ayak sesleri yaklaşıyordu. Dayandığı duvar, sırtını yakıyor gibiydi. Kollarını hareket ettiremediğini hayret ve korkuyla fark etti.

Ayak sesleri durdu. Hücrenin parmaklık kapısının önünde biri durmuş kendisine bakıyordu. Onu fark etti, ama başını çevirip bakmadı. Hücrenin kapısındaki asma kilit sal­landı. Şimdi kapıyı açacak ve kendisini götüreceklerdi. Nere­ye?... Hangi yöntemi deneyeceklerdi? Acıdan nasibini yete­rince alamamış olan hangi organına yükleneceklerdi? Gözü­nün önünde garip şekiller oluşmaya başladı. Hücre sallan­maya, büzülmeye, iç içe geçmeye başladı.

"Aklımı kaybediyorum galiba" dedi içinden. Korkuy­la irileşti gözleri. Şimdi anahtarla asma kilidi açacak ve kendisini götüreceklerdi. Kahkaha sesleri duyar gibi oldu. He­men ardından perde perde yükselen kadın çığlıkları...

- "Ey Rabbim! Sana sığmıyorum. Çaresizim, Bana yar­dım et. Ya da emanetini al artık."

Sözcükler belirsiz hırıltılar gibi döküldü dudakların­dan. Sırtını yakan duvardan kurtulmak için sağ yanma, yere bıraktı kendini. Bir daha sallandı asma kilit. Ayak sesleri... "Uzaklaşıyor mu? Evet evet, uzaklaşıyor..." Sesler yavaş ya­vaş kesildi.

Bir hıçkınk düğümlendi boğazında. Sessiz, derin, ke­sintisiz sözcüklerle bir yakarış dolaştı zihninde. İğneler, geril­meler, ağrılar, acılar bir bir kaybolmaya başladı. Dağ başlan, pınarlar, çiçekler, ağaçlar kayboldu. Sözcülefkaldı orta yerde. An, duru sözcükler...

Bir ses duyar gibi oldu. Tatlı, okşayıcı, şefkat yüklü bir ses... doğrulup oturdu. Görünürde kimse yoktu, ama sesi duy­muştu. Çıplak olduğunu düşünüp utandı. Omuzlarına sapla­nan bıçaklara, kollarına batan iğnelere aldırmadan, elbiselerini giymeye başladı. Büyük bir mücadeleye girişti ağrılarla.

Elbiselerini giydikten sonra yine sırtını duvara dayadı. Ayaklarını uzattı, gözlerini yumdu; dikkat kesildi. Belki az önceki sesi bir daha duyabilirdi. Ya da en azından gözlerinin zihninin ona oynadığı oyunlardan, uyanıkken gördüğü kâ­buslardan bir nebze uzak kalabilirdi. Hayallerini gece karan-liklannın örttüğü, ağıtlann kesilmediği çıplak kayalıklardan, rengarenk baharların aydınlık şafaklanna, serin meltemlerin estiği diyarlara taşıyabilirdi.

Gözlerini yumdu. Ama içinde tuhaf bir his durmadan onu dürtüklemeye başladı; gözlerini açması için. Daha bir-iki dakika bile olmamıştı oysa.

Ağır ağır açtı gözlerini. Açmasıyla kapatması bir oldu. Karşısında biri oturuyordu. Bir süre zihninde gördüklerini ölçmeye, tartmaya çalıştı, ama bir sonuca ulaşamadı. Kapı açılmamış, hiçbir ses duymamıştı. Öyleyse kimdi bu, hücre­nin ortasında oturan şahıs?

Yeniden açtı gözlerini. Bu kez kapatmadı. Gülümse­yen, güven telkin eden berrak, güzel yüze şaşkınlıkla bakakaldı. Beyaz elbiseli, bembeyaz sakallı bir adam tam karşısın­da oturmuş ona gülümsüyordu. Birkaç kez gözünü açıp ka­pattı, karşısındaki görüntünün gerçek olup olmadığını anla­mak için. Görüntü kaybolmuyordu.

Sağ elini kaldırdı beyaz elbiseli adam. Ağzından tane tane dökülen sözcükler berrak ve etkileyiciydi:

- Bitti artık. Seni bir daha götürmeyecekler. Sen sabrettin.

Daha fazla konuşmadı, ama gülümsemeye devam edi­yordu. Bir rahatlık yayıldı hücreye. Sıkıcı, boğucu hava san­ki bir süreliğine terk etti bulundukları mekânı.

Teninde hafif ürpertiler dolaşırken acıları, biraz daha azaldı. Gördüklerinden aldığı hazzm tüm bedenine yayılma­sı için bir daha yumdu gözlerini. Bir süre bekledi. Gözlerini açtığında beyaz elbiseli yoktu. Nasıl gelmişse öyle gitmişti.

Yine kapı açılmamış, yine ses çıkmamıştı.

"Acaba ne demek istedi," dedi içinden. "Bitti artık. Se­ni bir daha götürmeyecekler. Sen sabrettin." Ne anlatmak iste­di? Hem kimdi bu adam?

Ayak sesleri böldü düşüncelerini. Ama sanki kaygıları uçup gitmişti. Şaştı kendi haline. Ayak sesleri geliyordu ve yeni bir işkence seansı başlayabilirdi, ama kendisi hiç kaygılan­mıyordu.

Ayak sesleri iyice yaklaştı. Birinin asma kilitle uğraştığı­nı anladı çıkan seslerden. Dönüp bakmadı.

- Hadi kalk! Gidiyoruz.

Hücrenin kapısını açan görevli onu bekliyordu. Zorluk­la ayağa kalktı/Gözleri karardığı içirubir süre duvara tutundu. Ağır ağır yürüdü kapıya doğru. Hücreden çıktı. Görevli, gözü­nü bağlamadan koridoru işaret ederek yürümesini istiyordu. Küçük adımlarla ağır ağır yürüdü. Birkaç kapıdan geçti. Bir kapıdan daha geçerken gökyüzünü gördü.

"Evet bitti" dedi içinden. Artık nereye gittiği hiç önemli değildi. Beyaz elbiseli adam, içindeki kaygıları fark etmiş, ta­katinin tükendiğini anlamış ve "bitti" demişti.

Başını yukarı kaldırdı. Beyaz bulutların gökyüzünün muhteşem maviliği üzerindeki danslarını izledi kısa bir an kendisini bir arabaya bindirdiklerinde dudaklarından birkaç sözcük döküldü.

- Allah, insana taşıyacağından fazlasını yüklemez.

Ekleme Tarihi: 13.03.2008 - 15:58
Bu mesajı bildir   ebu_hanzala üyenin diğer mesajları ebu_hanzala`in Profili ebu_hanzala Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
Pozisyon düzeni - imzaları göster
Sayfa (1): (1)
önceki konu   sonraki konu

Kategori Seç:  
Sitemizde şu an Yok üye ve 1725 Misafir mevcut. En son üyemiz: Didem_


Admin   Moderator   Vip   Üye ]

Hayırlı ömürler dileriz.    Bu üyelerimizin doğum günlerini tebrik eder, sıhhat ve afiyet dolu bir ömür dileriz:
33mya (63), turkishdanger (36), LeeNa (56), avara (34), @KIN (43), Sedat KAYHAN (61), burcuburcu (49), emelim (52), yahia (49), huzur (52), nazarboncu&eth;.. (44), fettah (42), asafusta (41), Selim54 (35), excelleron (53), SeHZaDeM (34), sofiumit (41), remzi82 (54), iskender_1 (44), Ibrahim_Kerim (43), &Yacute;SU (31), sadozaydin (38)
24 Saatin Aktif Konuları
0

Copyright © ((( RAVDA.net )))  *  İrtibat   *   RAVDA Reklam Servisi   *   Tüm hakları saklıdır, izinsiz alıntı yapılamaz.
Sitemizde yayınlanan imzalı yazıların içeriğinden yazarları, forum ve yorumlardan ekleyen şahıslar sorumlu olup, kesinlikle sitemiz sorumlu değildir.
© by ((( RAVDA.net )))

Sayfa 0.89731 saniyede açıldı