0
Start Giriş Üye Ol üyeler ((( RAVDATe@m))) Arama
Toplam Kategori: 69 *** Toplam Konu: 30100 *** Toplam Mesaj: 148193
Forum Anasayfa » EDEBİYAT / MAKALE / ŞİİR » MAKALELER » Kafirlere Benzemenin Hükmü?

önceki konu   sonraki konu
Bu konuda 6 mesaj mevcut
Sayfa (1): (1)
Ekleyen
Mesaj
ebu_hanzala su an offline ebu_hanzala  
Kafirlere Benzemenin Hükmü?

395 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 26.12.2007
En Son On: 14.06.2008 - 17:49
Cinsiyeti: Erkek 
İbn-i Teymiyye (r.a.) kâfirlere karşı muhalefetin ve onlara benzememenin İslâm'ın temel esaslarından olduğunu belirttikten sonra şöyle der: “Bu muhalefet, cihad etme ve cizye koymada olduğu gibi ancak müslümanların güçlenmesi durumunda olması gerekir.

Müslümanların gayr-i müslimlere karşı tavrı nasıl olmalıdır?



Bismillahirrahmanirrahim

Hamd, Allah’a mahsustur. Yalnız O’na hamd eder ve yalnız O’ndan yardım, mağfiret ve hidayet dileriz. Nefislerimizin serrinden ve amellerimizin kötülüklerinden Allah’a sığınırız. Allah’ın hidayete erdirdiğini kimse delalete götüremez; dalalete götürdüğünüde kimse hidayete erdiremez. (Zatında, sıfatlarında ve fiillerinde) Bir/Tek olan, hiçbir olmayan Allah’tan baska ilahın olmadığına sehadet ederiz ve yine kafirler istemesede bütün galip gelmesi için Allah tarafından hidayet ve hak din ile gönderilen efendimiz Hz.Muhammed (s.a.v) ‘in de O’nun kulu ve Resulü olduğuna sehadet ederiz. O’nun,bütün al, ashab ve kıyamet gününe kadar kendilerine iyilikte uyanların üzerlerine Allah’ın salat ve selamı olsun.

Böylesi uzun bir konuyu, böylesi kısa bir röportajda kapsamlı bir biçimde açıklamak mümkün değildir. Bu konunun asıl kaynağı Fıkıh ve Davet kitaplarıdır. Şu halde sorunuzu kısa bir biçimde cevaplayalım. Ancak yeterli bir bilgi verebilmemiz için de biraz konuyu açmamız gerekiyor. Tevfik ve başarı sadece Allah (c.c.)tandır.

Müslümanın gayr-i müslimlere karşı tavrı üç yönden incelenir. Dostluk, arkadaşlık ve sevgi ve bunların karşıtları (düşmanlık, nefret v.s.) yönünden; hukuk, ticaret ve evlilik gibi muameleler yönünden; davet, irşad ve tebliğ yönünden. Ayrıca kâfirden kâfire de farklılık gösterir.

Zımmî, anlaşmalı muahed, Dar-u'l İslâm'da geçici olarak kalmasına izin verilen kâfir ve harbînin herbirinin hükmü İslâm'da farklıdır.


SEVGİ VE DOSTLUK AÇISINDAN İLİŞKİYE GELİNCE;


müslümanın her türlü gayr-i müslime karşı sevgi ve dostluk ilişkisi kurması haramdır. Bu kişiler, kendisinin en yakın akrabaları dahi olsa... Allah (c.c.) buyurur ki: "Allah'a ve ahiret gününe iman eden bir topluluğun, Allah ve Rasulü'ne karşı gelenlere karşı sevgi beslediklerini görmezsin. Onlar kendilerinin babaları veya oğulları veya kardeşleri veya akrabaları olsalar bile işte onlar, Allah (c.c.)'ın kalblerine imanı yazdığı ve katından bir nurla desteklediği kimselerdir. Onları içlerinden ırmaklar akan, içinde temelli kalacakları cennetlere koyar. Allah onlardan onlar da Allah'tan hoşnut olmuşlardır. İşte onlar Allah'ın hizbidir. Dikkat! Asıl Allah'ın hizbi galip gelecektir." (Mücadele/22) ve yine buyuruyor ki: "Ey iman edenler, benim düşmanlarımı ve sizin düşmanlarınızı, onlar size gelmiş gerçeği inkar etmişlerken, onlara sevgi göstererek dost edinmeyin." (Mümtehine/1) Şu halde İslâm; "inanç bağını" kan ve akrabalık bağının üzerinde tutar ve din bağıyla çatışması durumunda akrabalık bağını iptal eder. Müslümana; sevgisini, dostluğunu sadece inanç bağı üzerine kurmasını, nefretini ve beraatını da bu bağdan uzak olan kâfirlere yöneltmesini emreder. Çünkü kan bağı, sadece dünyevî ve geçici bir bağdır. Akide ve inanç bağı ise uhrevî ve ebedî bir bağdır. Akide bağı, hak ve adalet üzerine kurulmuştur. Allah ile, O'nun Rasulü ile, mü'minlerin imamları ile ve bütün mü'minlerle dürüst bir ilişki üzerine kurulmuştur. Bu bağ, bütün bir insanoğluyla dürüst bir ilişki ve onları dünyevî ve uhrevî saadete çağrı üzerine kurulmuştur. Bu bağ sahibinin dünya ve ahiret saadetine ulaşmasının şart olduğu bir bağdır. Bu bağ, gerçek kardeşlik bağıdır.

"Mü'minler ancak kardeştirler." (Hucurat/10)

Öyleyse mü'minin düşmanlığı; Allah'a ve Rasûlü'ne karşı gelenlere, Allah'ın ve müslümanların düşmanlarına ve bize gelen hakikate (İslâm'a) karşı gelenlere olur. Yukarıda zikrettiğimiz iki ayet ve bu ayetlerdeki ince tabirler, hikmetler ve nükteler, düşünen kimse için yeterlidir. Ancak bir de şu hadis-i şerifi ekleyelim: "Kişi dostunun dini üzerinedir. O halde sizden herbiriniz kimi dost edindiğine dikkat etsin."

Öyleyse müslümanın, her türlü kâfirden, özellikle de yahudilerden berî olması gerekir. Zira yahudiler müslümanların en büyük düşmanlarındandır. Allah (c.c.) buyurur ki: "Andolsun ki mü'minlere karşı düşmanlıkta en sert (kişiler) olarak yahudileri ve müşrikleri bulacaksın." (Maide/152) Çünkü onlar, başkalarına ne şekilde olursa olsun zarar vermekte hiçbir beis görmezler. Allah (c.c.) onlar hakkında buyurur ki; "aglaYahudiler) ümmîlere karşı 'üzerimizde hiçbir sorumluluk yoktur' derler. Bildikleri halde Allah'a karşı yalan uydururlar." (Al-i İmran/75)

Ümmîden kasıtları da kendileri dışındaki herkestir. Zira kendilerinin seçilmiş halk olduklarına, yaratılışta asıl gayenin kendileri olduklarına, diğer yaratıkların ise onlara hizmetçi, yardımcı olarak yaratıldıklarına inanırlar. Allah (c.c.) onların bu inançlarını şöyle ifade eder: "Derler ki: Biz Allah'ın oğulları ve O'nun dostlarıyız." (Maide/18) Allah (c.c.)'da onları şöyle yalanlar: "Aksine siz O'nun yarattıklarından bir beşersiniz." (Maide/18) İşte bu şerli inanç ve hislerinden dolayı tarih boyunca onların ahlakları fitne, kargaşa ve harpler çıkarmak, batıl inançları ve fasit görüşleri uydurmak ve insanlığa zarar verecek, onların maddî ve manevî kayıplarına ve sıkıntılarına sebep olacak her türlü şeyi yapmak olagelmiştir. Bu zararlardan ve şerlerden en büyük payı müslümanların alması için de ellerinden gelen herşeyi yapmışlardır.

Ekleme Tarihi: 13.02.2008 - 18:49
Bu mesajı bildir   ebu_hanzala üyenin diğer mesajları ebu_hanzala`in Profili ebu_hanzala Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
ebu_hanzala su an offline ebu_hanzala  

395 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 26.12.2007
En Son On: 14.06.2008 - 17:49
Cinsiyeti: Erkek 
MÜSLÜMANLARIN KAFİRLERLE HUKUK, MUAMELE, TİCARET VE NİKAH YÖNÜNDEN İLİŞKİSİNE GELİNCE,

durum, kâfirden kâfire farklılık gösterir. Ancak İslâm her halûkârda ve kâfire karşı, onlarla dünyevî muamelede müsamaha ve hoşgörüyü genel bir ilke edinmiştir.

Bilindiği gibi İslâm dışındaki dinler iki kısımdır:

Beşerî dinler (putperest dinler):

Putlara tapan müşrikler, ateşe tapan mecusîler, yıldızlara tapan sâbiler ve Allah dinini kabul etmeyen çağdaş her türlü din ye-rine geçen akımlar (komünizm, faşizm, laisizm gibi). İslâm, bunlarla ticaret gibi sadece dünyevî yönü olan konularda muamelelerde bulunmamıza izin verirken, nikah ve kestiklerini yemek gibi dinî yönü olan konularda da onlarla muamelemizi yasaklar. Zira dinlerinin inanç ve ahlak yapısı bunu gerektirir. Müslümanların onlarla bu muamelede bulunmamasını gerektiren iki sebep vardır:

Birincisi: Tâbi oldukları dinin Allah (c.c.)'dan indirilmiş doğru bir asla dayanmaması veya başta dayanıyor olsa bile, o dinin inanç ve ahlâkından itibara alınacak bir eser kalmamış olmasıdır. Bu, onlarla nikah gibi dinle alakalı olan konularda ilişkiye geçilmemesini gerektirir.

İkincisi: Allah, sevap, günah, haşr, cennet, cehennem gibi temel inançlar da farklı olmaları, bunların hiçbirine inanmamalarıdır. Bütün bunları inkâr eden tamamen ibahî (herşeyi mübah sayan) bir kimsedir. Kendisini namus ve nesebi korumasına, hak ve adaleti gözetmesine itecek inançtan tamamen yoksundur. Öyle olunca da nikah gibi dindarlık (dine bağlılık)la alakalı olan bir konuda ilişki kurmak caiz olmaz. Çünkü nikah ve onun hükümleri o kişinin kabullenmediği dini temellere dayanır. Onunla, ancak kabullendiği konularda ilişki kurulabilir, o ise sırf dünyevî konulardır.

İkinci grup kâfirler ise semavî (kitâbî) dinlerin mensuplarıdır. Onlar, aslı itibariyle semavî bir dine ve Allah katından indirilmiş bir kitaba sahip bulunan yahudi ve hristiyanlardır. Kur'an onları, gönüllerini okşamak ve onlarla yakınlık kurmak için "kitab ehli" diye isimlendirir. Bu kitap ehli dinlerinin aslı itibariyle Allah katından indirilmiş doğru bir temele dayanması ve hukuka, adalete riayeti, şeref ve nesebi muhafaza etmeyi, helâl ve haramı gözetmeyi gerektirecek inançlarda bizimle aynı olmaları sebebiyle İslâm'da onlara karşı özel bir muamele vardır. O, ticaret gibi sadece dünyevî yönü olan muameleyi mübah kıldığı gibi evlilik ve kestikleri eti yemek gibi hem dinî hem de dünyevî yönü olan konularda da onlarla muamele etmemize cevaz verir.

Allah (c.c.) buyurur ki: "Ehl-i kitabın yemeği size helâl, sizin yemeğiniz de onlara helâldir. İnanan hür ve iffetli kadınlar ve sizden önceki eh-l-i kitabın hür ve iffetli kadınları da." (Maide/5)

Hısımlık bağı insanları birbirine bağlayan en temel iki bağdan biridir. Diğeri ise nesep bağı. Evlilik, İslâm'ın nazarında sevgi ve merhamete dayanır. Bunlar Kur'an'a göre evlilik hayatının temel taşlarını oluşturur: "İçinizden, kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp, aranızda muhabbet ve rahmet ve etmesi, O'nun varlığının belgelerindendir." (Rum/21) Müslümanın ehl-i kitapla evlenmesi sonucunda onun hısımları ve çocuklarının dedeleri, neneleri, dayıları, teyzeleri ve çocuklarının dayı çocukları ve teyze çocukları ehl-i kitaptan olur. Müslüman bütün bunlara karşı sıla-i rahim yapmak (ziyaretleşme) ve İslâm'ın belirlemiş olduğu akraba hukukuna riayet etmekle yükümlüdür. (Farklı dine karşı İslâm şeriatından daha müsamahakâr, daha yüce bir bakış açısına sahip hiçbir din yoktur.)

İslâm'ın ehl-i kitaptan kadınlarla evlenmeyi caiz kılmasındaki bir hikmet de, onların İslâm'a davet edilmesine ve onunla tanıştırılmasına vesile olması içindir. Zira evlilik ve hısımlık da-vetin gereklerinden olan ülfeti ve birbirine karışmayı beraberinde getirir. Bu oluştuğunda, ister istemez karşıdaki kişiye etki eder. Yine hısımlık kâfirin kendi dinine taassubunu ve İslâm'a olan düşmanlığını azaltır ve onun İslâm'a girişini kolaylaştırır. Peygamberimizin bazı hanımlarıyla evliliğindeki hikmetlerinden birisi de budur. Ümmü Habibe ile evliliği bu sebepledir. Bu evlilikten sonra Ebu Süfyan'ın kendi dinine taassubu ve İslâm'a düşmanlığı azalmıştır.

Kâfirler İslâm hukukunda ayrıca, İslâm devleti ve İslâm ümmetine tavırları açısından iki kısma ayrılırlar: Onlar ya savaşçılar ya da barışçılardır (uzlaşılıp anlaşılan kişiler.)

Savaşçılar (muharibler): Müslümanlara düşmanlık eden, onlarla savaşan kişilerdir. İslâm'da savaşanı da dahil onlarla nasıl muamele etmemiz gerektiği, hangi ahlak ve âdap ölçüleri içerisinde davranmamız gerektiği belirlenmiştir. Onları aldatma, cesetlerine işkence, ağaçlarını kesmek, binalarını yıkmak, çocuk, kadın ve yaşlılarını öldürmek... yasaklanmıştır. Sadece savaşanlar öldürülür. Bu ve benzeri bir çok hükümler fıkıh kitaplarının "cihad" ve "siyer" bablarında bütün inceliğiyle açıklanmıştır.

Barışçılar (anlaşmalılar)a gelince; onlarla üzerinde anlaşılıp söz verilen ahidler yerine getirilir. İyilik, adalet ve güzellikle muamele edilir. Onlara İslâm'ın tanıdığı her hak verilir.

Bu iki kısmı bu şekilde ayırmayıp, Kur'an'a, Rasullerin sonuncusu Hz. Muhammed (a.s.)'a ve son Kitab'a inanmayanları sebebiyle hepsinin kâfir oldukları gerekçesiyle hepsini bir kategoride irdelemek büyük ve tehlikeli bir hatadır. Halbuki Kur'an, bu iki grubu şu iki ayet-i kerimede, bizim herbiriyle ilişkilerimizin ölçülerini de belirterek, birbirinden açık ve net bir biçimde ayırmıştır.
"Allah, sizinle din hususunda savaşmayan, sizi memleketinizden çıkarmayan (kâfirlere) iyilik yapmanızı ve onlara adaletle davranmanızı yasaklamaz. Şüphesiz Allah adilleri sever. Allah sadece, sizinle din hususunda savaşan, sizi memleketinizden çıkaran ve çıkarılmanız hususunda yardımcı olanları dost edinmenizi yasaklar. Her kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin ta kendileridirler." (Mümtehine/8-9)
Ekleme Tarihi: 13.02.2008 - 18:51
Bu mesajı bildir   ebu_hanzala üyenin diğer mesajları ebu_hanzala`in Profili ebu_hanzala Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
ebu_hanzala su an offline ebu_hanzala  

395 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 26.12.2007
En Son On: 14.06.2008 - 17:49
Cinsiyeti: Erkek 
Ayrıca anlaşmalı kâfirler iki kısımda irdelenir:

Geçici (süreli) anlaşmalı olanlar: Bunlara bu süreleri bitene kadar bu haklar tanınır.

Sürekli (ebedî) anlaşmalı olanlar: Müslümanlar bunları "ehl-i zimmet" diye isimlendirirler. Mânâsı Allah'ın, Rasulünün ve müslümanların sorumluluğu ve himayesi altında bulunanlar demektir. İslâm şeriatı onlar hakkında: "Bize tanınan haklar onlara da tanınır. Bizim sorumlu olduğumuz görevlerden onlar da sorumludur." kaidesini koyar. Ancak din farklılığının gerektirdiği konular istisnadır.

Ehl-i zimmet İslâm devletinin uyruğudurlar. Başka bir deyişle İslâm devletinin vatandaşıdırlar. İslâm devletinin vatandaşlarına tanıdığı güzel muamele ve onları koruma gibi genel haklara onlar da sahiptirler. Onlara iyi muamele etmemizi, haklarını gözetmemizi ve onlara güzel muamele etmemizi Peygamberimiz ve O'ndan sonraki raşit halifeler tavsiye etmişlerdir.



red]GAYRİ MÜSLİMLERLE DAVET, İRŞAT VE TEBLİĞ AÇISINDAN İLİŞKİYE GELİNCE;[/red]

müslüman kişinin, İslâm'a davet edebilmesi için kalbinde sevgi beslemeksizin müslüman olmayanlarla karışması, ilişki kurması, kendisini onlara sevdirip kabullendirmesi gerekir. Bunu yaparken de tabii ki da-vetçide bulunması gereken ilim, hikmet, sabır, ihlas, güven, takva, verâ ve tevazû gibi güzel vasıflarla donanmış olması şarttır.

Kâfirlerle olan ilişkilerimizde niçin bir takım kısıtlayıcı hükümler ve ölçüler getirilmiştir?

M. Salih EKİNCİ: Muamelat ve ahkâm-ı şahsiyye (evlilik, boşanma gibi özel hukuk) hükümlerinin bazıları manevî bağlara göre, bazıları karşılıklı menfaate göre bazıları da her ikisine göre düzenlenmiştir.

Manevî bağlar; nesep, hısımlık ve din ilişkisidir. Şeriat, din bağını en kuvvetli bağ olarak kabul etmiştir. Örneğin miras hukuku genelde nesep ve hısımlık bağına göre düzenlenmiştir. Ancak bu iki bağın geçerli olması için de nesep ve hısımlık bağından daha kuvvetli olan din bağının bulunmasını şart koşmuştur. Bu bağ olmadığında diğer bağlara itibar etmemiş ve onların gerektirdiği hükümleri de iptal etmiştir. Alışveriş ve kira gibi sadece karşılıklı menfaate dayanan konularda ise İslâm hiçbir yasaklama getirmemiştir.

Müslüman, kim olursa olsun her gayr-i müslimle alışveriş yapabilir. Ancak bunda İslâm’ın ve müslümanların genel maslahatıyla çatışmaması şarttır.

Manevî ve dünyevî bağların her ikisinin de gözetildiği muamele-lerde ise, İslâm; bu muamelelerin gaye ve maksatlarıyla çatışmayan, İslâm akidesine ters düşmeyen hükümler koymuştur. Buna örnek olarak nikahı verebiliriz. Nikâh ve onun hükümlerinden maksat ırz ve nesebi korumaktır. Bu, inancının gereği olarak ırz ve nesebi koruyacak ve evlilik hukukunu gözetecek kişilerle evlenmeyi gerektirir. Bu da sadece müslümanlar ve ehl-i kitapta vardır. Yine etin yenilmesi için, hayvanın kesilirken Allah’ın adı ile başlanarak kesilmesi şarttır. Zirâ onu yaratan, ruh veren sadece Allah’tır. Onu öldürmek ise sadece O’nun tarafından veya O’nun ismiyle olmalıdır. Bu da, keserken O’nun isminin anılarak kesilmesiyle olur. Bunu da sadece müslüman ve ehl-i kitap yapar.

Ancak müslümana düşen -ister ticaret, komşuluk, hısımlık veya onların ülkesinde kalmak olsun- gayr-i müslimle ilişkisinde öncelikle gözönünde bulundurması gereken husus; kendisinin bu ilişkisinin İslâm’ın ve müslümanların genel maslahatıyla çatışmamasını göz önünde bulundurmasıdır. Yani onlarla ilişkisi durumunda küfrün ve kâfirlerin kuvvet bulması, İslâm’ın ve müslümanların ise zayıflaması gibi. Aksi taktirde bu, İslâm’a hainlik, küfre ve kâfirlere dostluk mânâsına gelir.

Yine müslümanın gayr-i müslimlerle olan ilişkisinde, kendisinin ve ailesinin dinî maslahatını gözetmesi gerekir. Onlarla olan ilişkisinde, az dahi olsa, kendisinin veya ailesinin akide, ibadet ve ahlâk yönünden zarar görmesi durumunda onlardan kaçınması, her türlü ilişkiyi kesmesi vacip olur. Aksi taktirde kendisini ve ailesini dünyada fesada, dinî ve ahlâkî çözülmeye, ahirette de elem verici azaba terk etmiş olur.

Ekleme Tarihi: 13.02.2008 - 18:53
Bu mesajı bildir   ebu_hanzala üyenin diğer mesajları ebu_hanzala`in Profili ebu_hanzala Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
ebu_hanzala su an offline ebu_hanzala  

395 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 26.12.2007
En Son On: 14.06.2008 - 17:49
Cinsiyeti: Erkek 
İslâm, müslüman erkeğin ehl-i kitaptan bir kadınla evlenmesine cevaz verirken, ehl-i kitaptan bir erkeğin müslüman kadınla evlenmesini niçin yasaklamıştır?


Bunun sebebi şunlardır:

Bu, İslâm’ın izzet ve şerefiyle çatışır. “İzzet sadece Allah’a, O’nun Rasûlüne ve mü’minlere aittir.” (Münafikûn/8),

“Allah (cc); kâfirlere, mü’minler üzerinde (hakim olmalarına, söz sahibi olmalarına) yol vermeyecektir.” (Nisa /141) Bu evlilikte ise eh-l-i kitap erkeğin müslüman kadın üzerindeki hakimiyeti söz konusudur.

Biraz önce söylediğimiz gibi, onlarla olan hısımlık ilişkisindeki hikmetlerden biri de bunun, onları İslâm’a davet etmeye vesile olmasıdır. Bu ise, onlarla ilişkiye geçen müslümanın daha kuvvetli, daha söz sahibi konumunda olması durumunda gerçekleşir. Müslüman hanımın ehl-i kitaptan bir erkekle evlenmesinde ise durum bunun aksinedir. Allah korusun bunda, erkeğin İslâm’a değil, müslüman kadının küfre meyli söz konusu olur.

Ailenin yapısı gereği evde erkeğin asıl söz sahibi olması lâzımdır. Bilindiği gibi kuvvetliyle zayıf arasındaki mutlu bir yaşamın şartlarından biri de kuvvetli olanın, zayıf olanın dinî ve dünyevî temel haklarını kabul etmesidir. Aksi taktirde ilişki kötüleşir ve aile bir cehenneme dönüşür.

Müslüman bir erkek, ehl-i kitap bir kadının dininin ve kitabının aslı itibarıyla gerçek olduğunu, Allah katından indirildiğini kabullenmektedir. Zira Allah’ın kitaplarına ve elçilerine inanmak İslâm’ın temel rükûnlarındandır. Buna karşılık ehl-i kitap bir erkek, müslüman bir hanımın hiçbir inancını kabul etmemekte, onun dininin ve kitabının yalancı bir peygamber olan bir kişi tarafından uydurulduğuna inanmaktadır.


Küfre rıza nasıl tahakkuk eder, hükmü nedir?

M. Salih EKİNCİ: Bilindiği gibi küfre rızâ küfürdür. Küfre rızâ; kişinin kalbinin derinlerinde duyacağı histen ibarettir. Bu kalbî durum tahakkuk ettiğinde, küfür oluşmuş ve iman kaybedilmiş demektir. Çünkü iman da kalbî bir durumdur. İki zıt bir arada dura-mazlar.

Ancak şeriat, bazı zahirî durumları kalbî rızaya alâmet kılmış ve bu zahirî görünümleri küfür saymıştır. Bu görünümler kimde bulunursa, küfre rıza kalpte oluşmuş veya oluşmamış olsun, bu kişinin küfrüne hükmedilir. Buna örnek olarak fakihlerin elfazı küfürden saydıkları sözleri söylemek; puta secde etmek; Kur’an’a (mushafa) saygısızlık yapmak; vacip olsun mendup olsun şer’i hükümlerle alay etmek; beşerî kanunlarla hükmetmeyi Allah’ın kanunlarıyla hükmetmeye tercih etmek... gösterilebilir.


Maslahat (fayda elde etmek ve zararı defetmek) maksadıyla kâfirlere karşı yumuşaklık, onları idare etmek caiz midir? Caiz ise bunu caiz kılacak maslahatın ölçüsü nedir?



M. Salih EKİNCİ: Öncelikle şunu belirtelim. Bilinmesi gerekir ki, İslâm şeriatında hükümler iki kısımdır. Birincisi; normal hallerin hükümleri (temel hükümler). Bunlar, fıkıh kitaplarında değinilmiş, araştırmacının kolaylıkla ulaşabileceği hükümlerdir. Âlimlerin bu tür konulardaki ihtilafı gayet azdır. İkincisi; istisnai hallerin hükümleri. Bu hükümleri öğretmek gayet zordur. İslâmî ilimlerde köklü bir bilgiyi, İslâm’ın genel maksatlarında (mekasıd-ı şer’iyye) geniş bir bilgi ve tecrübeyi, fıkıh kaidelerini vakıaya uygulamada ustalığı, ince manalara inebilme yeteneğini ve derin bir anlayışı gerektirir. Âlimlerin birbirlerine üstünlükleri de burada ortaya çıkar... İmam Süfyan-ı Sevri (r.a.) der ki: “Asıl ilim, güvenilir âlimin istinbat ettiği ruhsatlardır. Normal hallerin hükümlerini ise herkes bilir.”

İkinci olarak şunu belirtelim: konu, zorlama (ikrah) ve takiyye konusudur. Bu konunun temel ve genel cevabını şu ayet ve hadisler de görüyoruz:

“Mü’minler, mü’minleri bırakıp kâfirleri dost edinmesinler. Kim böyle yaparsa Allah katında hiçbir değeri yoktur. Ancak onlardan sakınmanız hali müstesnadır. Allah kendisine karşı (gelmekten) sizi sakındırıyor. Dönüş sadece Allah (cc)’adır.” (Al-i İmran /28)

“Kim inandıktan sonra Allah’ı inkâr ederse kalbi imanla dolu olduğu halde (inkâra) zorlanan başka. Fakat kim kalbini küfre açarsa, İşte Allah’ın gazabı bunlaradır. Bunlar için büyük bir azap vardır.” (Nahl /106)

Ammar bin Yasir hadisesi: Müşrikler onu İslâm’dan geri döndürmek için işkence ettiklerinde, istemeyerek onların istedikleri küfür sözü söylemiş idi. Bunu peygamberimize dert yandığında, O; “Kalbini nasıl buldun?” diye sormuş. O da “imanla dolu” diye cevap vermiş. Peygamberimiz de “Tekrar zorladıklarında sen de tekrar bu sözü söyle” diyerek ruhsat vermişti. (İbn-i Hişam, Hakim. Hadis sahihtir)

Haccac b. Allat(r.a.) Mekkeliler'in elinden malını kurtarmak maslahatı için Peygamberimizden, kendisi (Rasûlullah) hakkındaki Mekkelilerin istedikleri kötü sözü sarfetmesi konusunda izin istemiş, Efendimiz de ona izin vermiştir. (Ahmet b. Hanbel, Neseî, Hakim, İbn-Hibban v.s. Enes’ten rivayet etmişlerdir. Hadis sahihtir)

Peygamberimiz (s.a.v.) “Kim Ka’b b. Eşref’in hakkından gelecek? Zira o, Allah’a ve O’nun Rasûlü’ne eziyet ediyor” dedi. Muhammed b. Mesleme ayağa kalkarak: “Ya Rasûlullah, onu öldürmemi istiyor musun?" dedi. Peygamberimiz “Evet” dedi. O da “Ona (İslâm ve Sen’in hakkında kötü) birşey söylememe izin ver” dedi. Efendimiz de “Evet, söyle” buyurdu... (Buhari, Müslim ve Ebu Davud, Cabir (r.a.)’dan rivayet etmişlerdir.) Askalani şöyle der: İbn-i Sa’d’ın Siret’inde bu olayı anlatışından anlaşılıyor ki; Muhammed b. Mesleme ve arkadaşları Peygamberimizden, Ka’b’ın yanında Peygamberimizden yakınmaları ve dinine dil uzatmaları konusunda izin istemişlerdir.

Bu olayın en önemli yönü -Said Havra’nın da söylediği gibi-Peygamberimizin, Ka’b b. Eşref'i öldüreceklere, bunu başarabilmeleri için, normal şartlarda küfür olabilecek sözleri sarfetmeleri hususunda izin vermesidir. Onlar da bu sözü söylemişlerdir.

Üçüncü olarak şunu belirtelim: İslâm’daki haramlar, ikrah (zorlama) durumunda caiz olup olmamasına göre şu üç kısma ayrılır: Birincisi, takiyye ve ikrah durumunda dahi olsa, hiçbir şekilde yapılmasının caiz olmadığına bütün âlimlerin icma ettikleri haramlar. Başkasını öldürmek gibi. İmam Kurtubî “Başkasını öldür-meye zorlanan kişinin, onu yapmasının haram olduğunda bütüm âlimler icmâ etmişlerdir.” der.

İkincisi, zorlama durumunda yapılmasının caizliği konusunda âlimlerin ihtilaf ettikleri haramlar. Bunlar Allah’ın dışında-kilere secde, kıbleden başka yöne namaz, zina, içki, faiz gibi anormal durumlarda küfür veya haram olan fiillerdir.

Bazı âlimler, ruhsat sadece bunların sözlü olanlarına vardır, fiili olanlarına yoktur demişlerdir. Bu Hasan-ı Basrî, Evzaî ve Malikiler’den Sahnun’un görüşüdür.

Diğer bazıları da, imanı kalbinde gizli tuttuğu müddetçe ruhsat hem sözlü hem de fiili olanlarda geçerlidir, demişlerdir. Bu da Hz. Ömer ve Mekhul’den rivayet edilmiştir. Aynı zamanda bu, İmam Malik ve Iraklı bazı alimlerin görüşüdür. İbn-ül’Kasım İmam Malik’ten: “Her kim içki içmeye, namazı terk veya Ramazan orucunu terke zorlanırsa, bu günah ondan kalkar.” dediğini nakleder.

Üçüncüsü, ikrah durumunda yapmanın caiz olduğunda bütün âlimlerin icmâ ettikleri haramlar. Bunlar da normal şartlarda küfür olan veya yalan gibi haram olan sözlerdir. Zira “küfür” kalbin vasfıdır. Bazı söz ve fiilleri küfürle vasıflamamız da bu tür söz ve fillerin o kişinin kalbindeki inkâra alâmet olması sebebiyledir. Bunlar da o kişinin küfrüne sadece normal şartlarda alâmet olur. Ancak zorlama gibi istisnaî bir durumda -kalpte imanın olması şartıyla- küfrü veya haramlığı gerektir-mezler. Burada durum diğer haramlardan daha da basittir. İmam Kurtubî İbn-i Mes’ud’dan “Zorba ve güç sahibi bir kişiden iki sopa yemekten beni koruyacaksa, her türlü sözü sarfederim” dediğini nakleder. Ancak bütün âlimler küfre zorlandığında bunu söylemeyip ölümü tercih edenin, ruhsatı seçen kişiden daha büyük sevaba ulaşacağında icma etmişlerdir. Efendimiz (s.a.v.) “En faziletli cihad, zâlim sultanın yanında hakkı söylemektir.” buyurur. (Ebu Davud, Taberani vs. rivayet etmişlerdir.) Tehdit edilen şey öldürme değilse, bunda farklı görüşler vardır. Buna girecek olursak konu uzar.

Bütün alimler “ölüm” ve “bedene büyük acı verme” tehdidinin -bu tehdidi yapan kişinin bunu yapmaya gücünün olması ve zorlanan kişinin bunu yapmaması durumunda onun bunu yapacağında büyük ihtimal bulunması olur umudunda “ikrah” sayılacağında icmâ etmişlerdir. Bunun dışındakilerde de farklı görüşler vardır. Kurtubî: “Doğru olan görüş, malı müdafaa, nefsi müdafaa gibidir.” der. Onun bu görüşünü, Peygamberimizin Haccac b. Allat’a verdiği ruhsat destekliyor. Ancak bu cevazın büyük miktarda malın gitmesi haliyle sınırlanması uygun olur. Bazı âlimlerse bütün malının gitmesi durumunda ruhsata tutu-nabilir, demişlerdir.

Kurtubî der ki: “Âlimler ikrahın ölçüsü konusunda ihtilaf etmişlerdir." Hz. Ömer “Korkuttuğun veya bağladığın veya dövdüğün kişi nefsi konusunda emniyette değildir” der. İbn-i Mes’ud: “İki sopa yemekten kendimi koruyacaksam her sözü söyle-rim” der. İmam Nehaî: “İpe bağlamak ikrahtır, hapis ikrahtır” der. Bu aynı zamanda İmam Malik’in de görüşüdür. Ancak O, “Tehdit eden zâlim birisi ise ve bunu da yapması büyük zanla tahmin edilirse, bizzat yapmasa da bu ikrah sayılır”der. İmam Malik ve onun arkadaşları dövmenin ve hapsin süresi ve ölçüsü hakkında birşey belirtmemişlerdir. Dövmenin sınırı acı verici olması, hapsinki ise o kişiyi sıkacak, ona sıkıntı verecek kadar olmasıdır. İmam Malik yanında sultan (yönetici) ikrahı gibi onun dışındaki kişilerin de ikrahı geçerlidir.

Ekleme Tarihi: 13.02.2008 - 18:57
Bu mesajı bildir   ebu_hanzala üyenin diğer mesajları ebu_hanzala`in Profili ebu_hanzala Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
ebu_hanzala su an offline ebu_hanzala  

395 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 26.12.2007
En Son On: 14.06.2008 - 17:49
Cinsiyeti: Erkek 
Müslümanın kâfirin yanında ücret karşılığı çalışmasının hükmü nedir? Müslümanın kâfiri çalıştırmasının hükmü nedir? Kâfir devletlerde çalışan işçiler nasıl hareket etmelidir?




M. Salih EKİNCİ: Kâfirin müslümanın yanında çalışması bütün âlimlerce caizdir. Müslümanın kâfirin yanında çalışması ise şu iki kategoride incelenir:

Birincisi: Müslümanın kâfirin işyerinde çalışması ve orada onun şahsî hizmetinde bulunması durumu: Fakihlerin büyük çoğunluğu buna cevaz vermişlerdir. Ancak çalıştığı işyerinde yaptığı işlerin terzilik, ziraatçılık ve inşaatçılık gibi, kendi nefsine yapması caiz olan işlerden olması gerekir. İçki üretmek, domuz gütmek gibi kendi nefsine yapması caiz olmayan bir işte, kâfirin yanında da çalışamaz. Bu işe girmiş ve henüz hiç çalışmamışsa anlaşmayı bozar; çalışmış ise ücretini alır ve sadaka olarak dağıtır, bu ücreti kendi nefsine kullanamaz. Ancak bilme-yerek yapmışsa bunda ma’zurdur. İkinci tür iş ise; yemek sunmak, hizmetinde bulunmak gibi müslümanın kâfirin şahsına ait hizmeti içerecek bir işte çalışmasıdır. Buna bazı fakihler hiç cevaz vermezken, diğer bazıları da bunun mekruh olduğunu belirtmişlerdir. Zira müslümanın -özellikle hizmetçi şeklinde- kâfire zelil olması caiz değildir. Temel kaide budur. Bununla beraber, müslüman zaruret durumu olmadıkça caiz olsa dahi kâfirle ilişki kurmamalıdır. İlişki kurması dinî veya dünyevî yönden, müslüman ferde veya topluluklara zarar getirecek durumlarda kesin haram olur. Ancak bu ilişki bazen, kâfirlere daveti götürmenin yolu veya tek yolu olduğu durumlar ya da müslümanlara is-tihbarat sağlama durumları gibi hallerde mendup veya vacip duruma gelebilir.

Küfür beldesinde yaşayan müslümanların nasıl hareket etmeleri gerektiği konusuna gelince; müslümanların böylesi bir beldede, hem kendilerine hem de yaşamakta oldukları topluma karşı sorumlulukları vardır:

Kendilerine, ailelerine ve genel olarak müslüman kardeşlerine olan sorumlulukları. Kendilerini sürekli bir şekilde belli zamanlarda bir araya getirecek İslâmî merkezler kurmak. Akidevî, fıkhî, ahlâkî ve kültürel konularda ders halkaları oluşturmak ve konferanslar tertip etmek suretiyle kendi İslâmî kimliklerini korumaya çalışmaları. Yine farzıyla, vacibiyle, sünnetiyle, edebiyle ve ahlâkıyla İslâm’ı yaşamaya daha özel bir önem vermeleri ve İslâm için güzel örnek ve güzel önder olmaya çalışmaları gerekir.

İçerisinde yaşadıkları küfür toplumuna karşı sorumlulukları ise; şu iki şekilde onları İslâm'a davet etmelidir:

Birincisi; İslâm’ın canlı yaşayanları olmak suretiyle güzel örnek olmaları. Böylece kâfir toplum kendilerinin kaybettikleri doğruluk, samimiyet,şefkat, mallara ve namuslara karşı tamahkârsızlık, boş şeylerden uzaklaşma gibi hasletleri müslümanlarda görerek davet edilmeden dahi -sadece onları tanımak ve beraber yaşamakla- onların dinine ilgi duyacaklardır.

İkincisi; hikmetle ve güzel öğütle onları Rab’larının yoluna aktif bir şekilde davet etmeleri, onlarla en güzel bir biçimde tartışmaları. Daha önce de belirttiğimiz gibi, İslâm’ı yaymada temel olan davettir. Cihad ise sadece davetin önünü açmak için konulmuştur. Ve İslâm’a girenlerin çoğu, bu “güzel örneklik” ve “davetçilik” silahlarını kuşanmış, ihlaslı, sadık, sabırlı davetçilerin davetiyle girmiştir. Bu şekilde da-vetlerinde en büyük başarıya ulaşmışlardır.

Üçüncüsü; Bilindiği gibi ikrah ve takiyye fert ve cemaat olarak müslümanların zayıf olduğu durumlarda geçerlidir. Müslümanların zayıflığı durumunda ferdî ve cemaatsel maslahatlar için kâfirleri idare etmek ve onların ikrah ve takiyye durumlarında istediklerini vermek caizdir.

Fertlere bu câiz olduğu gibi müslümanların imamlarına da, İslâm devletinin zayıf olduğu durumda, İslâm’a maslahat sağla-yacaksa, bazı tavizleri beraberinde getirmesi durumunda dahi kâfirlerle ilişki kurması ve anlaşma yapması caiz olur. Hatta bu bazen, devletin güçlenmesi, böylece İslâm'a davet ve Allah yolunda cihadı yapabilmesi için vacip dahi olabilir.

Ancak müslümanların kuvvetli oldukları durumlarda onlara düşen, kâfirlere karşı şiddetli ve izzetli olmalarıdır. Allah (cc) Rasûlullah’ın ashabını överken; “...Kâfirlere karşı sert, kendi aralarında ise çok merhametlidirler.” buyurur. Gerçek mü’minlerin vasfını anlatırken de “Mü’minlere karşı zelil (yumuşak ve mütevazi) kâfirlere karşı ise sert (dik başlı)dırlar.” (Maide /54) buyurur.

Burada şu önemli soruya gelelim: İslâm’dan ve müslümanlardan zararı giderme zarureti, müslümanın küfrü gerektiren veya haram olan söz ve hareketler de bulunmasını gerektirirse, bunu yapması caiz olur mu?

Uzun araştırmalar sonucunda, bu konuyu tafsilatıyla ele alıp hakkını veren hiçbir âlime rastlayamadık. Öncelikle konuyla alâkalı âlimlerin az/kısa sözlerini nakledelim:

İbn-i Münir, Muhammed b. Mesleme olayına değinirken şöyle der: “Burada bir incelik var. O da; Efendimiz (s.a.v.)’e söz atmak küfürdür ve ikrah olmadıkça caiz olmaz." Peki Muhammed b. Mesleme olayında ikrah nerede? Daha sonra bu soruya şu cevabı verir: "Ka’b kâfirleri müslümanlarla savaşmaya teşvik ediyordu." Onun öldürülmesinde müslümanların kurtuluşu vardı. Sanki onları kendisini öldürmeye zorladı. Onlar da bunu yapabilmek için bu sözü söylemek zorunda idiler. Kalpleri kabul etmeden bu sözü söylediler. Ez-Zürkani, El-Mevahib’ül-Ledünniyye şerhinde: “Bu güzel ve nefis bir açıklamadır.” (3/11) der. İbn-i Kayyim el-Cevziyye Bedai el Fevaid (3/210) eserinde İbn-i Münir’in sözüne yakın bir açıklamada bulunur.

İbn-i Teymiyye (r.a.) kâfirlere karşı muhalefetin ve onlara benzememenin İslâm'ın temel esaslarından olduğunu belirttikten sonra şöyle der: “Bu muhalefet, cihad etme ve cizye koymada olduğu gibi ancak müslümanların güçlenmesi durumunda olması gerekir.

İslâm dini başta güçsüz bir durumda iken bu meşru kılınmamış, ancak dinin kemâle ermesi ve güçlenmesi ile meşru kılınmıştır. Bugün de şayet bir müslüman dar’ül harb’de veya harbin olmadığı dar’ül küfür’de olsa, zahirî yaşantıda onlara muhalefet etmekle yükümlü değildir. Zira bu ona zarar getirir. Müslümanları onların gizli durumlarından haberdar etmek veya onların müslümanlara zararını defetmek için gizli durumlarından haberdar olmak veya onları İslâm’a davet etmek gibi dinî maslahatların elde edilmesi mümkünse, onların görünüşteki yaşantılarına uymak bazen müstehab veya vacip duruma dahi gelebilir. Kâfirlere muhalefet sadece, Allah’ın müslümanları aziz kıldığı, kâfirlere ise zilleti ve cizyeyi koyduğu izzet ve İslâm dârındadır." (İktizais’Sırati-l’Müstakim, Muhalefetü Ehli'l Cahim, s. 176)

Şu halde, zikrettiğimiz ayet, hadis ve âlimlerin sözlerinden anlaşıldığına göre ikrah iki kısımdır: Birincisi, gerçek (bizzat gerçekleşmiş, açık) ikrah, ikincisi; hükmî (açıktan değil ama yaşanılan gerçeğin onu ifade ettiği) ikrahtır. Hükmî ikrah müslümanların küfür veya haram fiil ve sözlerinin İslâm'a veya müslümanlara gelecek zararı defetmesi, bunu yapmadıklarında dinî veya dünyevî zararların isabet etmesi durumunda gerçekleşir. Müslümanlardan zararı defetmek ilkesi, Muhammed b. Mesleme olayının ruhunda vardır. Zikrettiğimiz iki ayet ve özellikle “Onlardan sakınma durumunuz müstesna” ayeti de buna delalet ediyor. Zira ayet geneldir. Can ve malı korumakla sınırlandırılmamıştır. Mal ve canı korumak için küfür sözü ve fiili yapmak helâl olursa (âlimlerin açıkladıkları gibi), İslâm’ı ve müslümanları korumak için bunların yapılması tabii ki helâl olur. Din maldan önemli değil midir? Bilindiği gibi İslâm sırasıyla şu beş şeyi korumak için gelmiştir. Din, namus, nefis, akıl ve mal. Din en başta gelir.

Ancak şu önemli konuya da değinmemiz gerekiyor: Allah (cc): “Onlardan sakınma durumunuz müstesna” sözünün ardından “Allah sizi kendisine karşı gelmekten sakındırıyor.” buyurmuştur. Burda şu önemli uyarı vardır: Müslümanlar elde edeceklerini sandıkları her türlü maslahat için, bu çok çok önemli ve tehlikeli fiile hücum edip yapmamalıdırlar. Aksine bunu, bu konularda fetva vermeye ehil alimlerin fetvaları vasıtasıya, şeriatın gözetimi altında yapmaları gerekir. Allah’ı (cc) her an murakabe eden, müttaki, fetva ehli âlimlerin fetvasına tam teslim olmaları ve onlara tâbi olmaları gerekir.

Konumuzu Said Havva (r.a.)’in şu sözüyle noktalayalım: Ka’b b. Eşref ve benzeri hadiselerden, şer’i delillerden ve şeriat’ın kaidelerinden ve ruhundan şu kaideyi çıkarıyoruz: İstisnaî ve zarurî bir durum olduğunda ve davetçiler siyasî ve askerî işlere girdiklerinde, her âlimin beceremeyeceği, kâr-zarar karşılaştırması ve durumun gerektirdiği istisnaî fetvaları verme işine gireceklerdir. Böylesi bir durumda müctehidlere ve müftîlere ihtiyaç duyulacaktır. Süfyan-ı Sevri’nin söylediği gibi: “İlim güvenilir alimler tarafından verilen ruhsattan ibarettir. Normal hükümleri ise her âlim bilir.” Çünkü temel hükümler meçhul değildir. Asıl günümüz İslâmî hareketin ihtiyaç duyduğu, istisnai durumların gerektirdiği istisnai hükümler bilinmemektedir." (El-Esas fi’s Sünne ve Fıkhuha Kısmü’s-Siret’en-Nebeviyye, 2/538)

Ekleme Tarihi: 13.02.2008 - 19:01
Bu mesajı bildir   ebu_hanzala üyenin diğer mesajları ebu_hanzala`in Profili ebu_hanzala Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
Fazılmirza su an offline Fazılmirza  

48 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 01.12.2007
En Son On: 09.04.2008 - 16:24
Cinsiyeti: ----- 

Ekleme Tarihi: 13.02.2008 - 19:07
Bu mesajı bildir   Fazılmirza üyenin diğer mesajları Fazılmirza`in Profili Fazılmirza Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
Pozisyon düzeni - imzaları göster
Sayfa (1): (1)
önceki konu   sonraki konu

Kategori Seç:  
Sitemizde şu an Yok üye ve 1492 Misafir mevcut. En son üyemiz: Didem_


Admin   Moderator   Vip   Üye ]

Hayırlı ömürler dileriz.    Bu üyelerimizin doğum günlerini tebrik eder, sıhhat ve afiyet dolu bir ömür dileriz:
husameddin (47), halk yolcusu (37), Habibetti21 (37), aysani (50), kardelen__571 (35), hasan_el_benna (42), aslanþamil (44), caylak ali osma.. (51), vural (50), mero (), ByNet (54), enginbey (49), veleye5 (28), yazitura (45), betulonur (41), NiSA (47), aliavlamaz (37), adler42 (46), 0730sahin (43), ercan58 (41)
24 Saatin Aktif Konuları
0

Copyright © ((( RAVDA.net )))  *  İrtibat   *   RAVDA Reklam Servisi   *   Tüm hakları saklıdır, izinsiz alıntı yapılamaz.
Sitemizde yayınlanan imzalı yazıların içeriğinden yazarları, forum ve yorumlardan ekleyen şahıslar sorumlu olup, kesinlikle sitemiz sorumlu değildir.
© by ((( RAVDA.net )))

Sayfa 1.62645 saniyede açıldı